1 Mayıs 1990: Kurtuluş Cephesi "bölgesel yayın" olarak yayınlanmaya başlandı.
1 Ağustos 1992: Kurtuluş Cephesi "merkezi" bir yayına dönüştürüldü.
Ve bu tarihten itibaren Kurtuluş Cephesi, iki aylık ideolojik-politik bir yayın olarak kesintisiz 15 yıl boyunca yayınlandı ve 100. sayıya ulaştı.
Kurtuluş Cephesi'nin gerek "bölgesel" olarak yayınlandığı tarih, gerekse "merkezi" bir yayına dönüştüğü tarih, 12 Eylül askeri darbesinin pasifikasyon ve depolitizasyon sürecinin belli ölçülerde etkisizleşmeye başladığı bir döneme denk düşüyordu. Belli ölçülerde silahlı devrimci örgütlerin eylemlere başladığı, kitle hareketlerinin yükseldiği, PKK'nin yürüttüğü Kürt ulusal hareketinin yükselişe geçtiği ve yükseldiği ölçüde dönüşüme uğradığı bir dönemdi.
Sınıfsal mücadelenin gelişimi karşısında Kürt ulusal hareketinin yükselişi ve dönüşümü, belli ölçülerde birbirini dışlayan iki ayrı mücadele ve örgütlenmenin ortaya çıktığı bir sürecin de başlangıcı oldu.
Ve bu dönemin en tipik uluslararası olayı ise, 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı oldu.
Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ve bunun ortaya çıkardığı "moral çöküş", Kürt ulusal hareketi ile sınıfsal mücadelenin birbirine karşıt konumlanış içinde bulunuşuyla birleşerek, ikinci büyük pasifikasyon ve depolitizasyon sürecini başlattı.
1990'larda başlayan ve günümüze dek süren bu sürecin en tipik özelliği, pasifikasyon ve depolitizasyona paralel olarak solda ve devrimci sol hareket içinde yaygın ve etkin bir ideolojisizleşme dönemine girilmesi oldu. Modern revizyonizmin çöküşü ve buna bağlı olarak SBKP çizgisinin "sadık ve resmi" izleyicisi olan "komünist parti"lerin tasfiyesi, her ne kadar "sosyal-emperyalizm teorisi" sahiplerini (günümüzdeki söylemleriyle "maoist"ler) sevindirdiyse de, bu fazla uzun sürmedi. İdeolojisizleşme ve buna bağlı olarak gelişen Marksist-Leninist teoriden "kaçış", tüm solu kapsayan bir dalgaya dönüştü.
1993 yılından itibaren PKK hareketinin gerilemeye başlaması ve bu gerilemeye paralel ilan edilen "ateş-kes"ler, belli ölçülerde sınıfsal mücadelenin yeniden gelişmesi için uygun bir ortam yaratmışsa da, Türkiye silahlı devrimci mücadelesinin ard arda aldığı darbeler legalizmin güçlenmesine yol açtı.
Amerikan emperyalizminin dünya çapında başlattığı "globalizm" propagandası, güçlenen legalizmle birleşerek, "çağın değiştiği", "yeni dünya düzeni"ne geçiş döneminin başladığı ve nihayetinde "emperyalizm"den "imperyal düzen"e ("İmparatorluk") geçildiği inancına yol açtı. Bu inanç, ideolojisizleşmiş solda "yeni arayışlar ve yeni teoriler" üretilmesinin zeminini oluşturdu. Legalizm tümüyle Marksist-Leninist teorinin "otorite"sinden kendisini uzaklaştırırken, "küreselleşme karşıtlığı" başlı başına bir siyasal-ideolojik çizgi haline dönüştü. Artık her "ulus"tan ve her çeşitten "sol" hareket ve örgütlenme, kendi rotasını "globalizm"e göre ayarlamaya ve düzenlemeye başladı.
Marksist-Leninist teori ve pratiğin "gözden düşmesi" (dönemin popüler diliyle "out" olması), "küreselleşme karşıtlığı" söylemiyle kozmopolit bir "hümanist hareket" ortaya çıkartılması, bir yandan tarihin çarpıtılmasını, diğer yandan gerçeklerin "medya" propagandalarıyla yalancılaştırılmasını beraberinde getirdi.
Böylece Marksist-Leninist teorinin "yeni dönemi" ve "yeni çağı" açıklamakta "yetersiz" kaldığı ilan edildi. Marksist-Leninist ekonomi-politiğin gelişen "global ekonomi"yi açıklayamaz olduğu kanısı yaygınlaştı. Tüm kavramların içerikleri boşaltıldı ve yerlerine içeriği belirsiz, kullanıcısına göre değişen kavramlar geçirildi. Marksist-Leninist teorinin yol göstericiliğinden, kılavuzluğundan "kurtulmuş" legalist sol, "medya" diliyle "siyaset" yapmaya soyundu.
Marksist-Leninist dil ve terminoloji unutuldu. Bu dili ve terminolojiyi kullananlar "dinozor" olarak ilan edildi.
PKK hareketinin dönüşmesi ve güçsüzleşmesiyle birlikte, "ulusların kaderlerini tayin hakkı" ve buna ilişkin Marksist-Leninist teori ve pratik hiç yokmuşcasına, "kültürel özerklik" teorileri solda ve sol adına ortaya atıldı.
2000'li yıllara gelindiğinde, 12 Eylül'ün üzerinden yirmi yıl geçmiş ve yeni bir kuşak ortaya çıkmıştı. Yeni kuşak içinden çıkan ileri unsurlar, bu ortamda, bu ortamın ilişkileri içinde, ideolojisiz siyasal bilgiyle solda yerlerini aldılar. Sol, bu ortamda devrimci mücadelenin sorunları yerine, "umudu büyütme"nin derdine düştü. Her türlü illegal mücadele ve örgütlenme zorunluluğu ve gerekliliği, legalizmin "üstün gayretleri" ve polis operasyonlarıyla yeni kuşağın zihninden silindi. Demokratik devrimini tamamlamamış bir ülkede, AB aracılığıyla "yukardan aşağıya demokratik devrim" yapılmışcasına bir "demokratik mücadele" ve legalleşme dönemi başladı.
Tam anlamıyla olgun olmasa da, sürekli milli krizin var olduğu ülkede, "uzun" bir "evrimci çalışma tarzı", solda tek çalışma tarzı olarak egemen oldu. "Evrim aşaması" çalışma tarzının bu egemenliği içinde "devrim", "onlarca yıl sonra gerçekleşecek bir umut" haline dönüştürüldü.
Sol ideolojisizleştikçe, Marksist-Leninist teoriden uzaklaşıldıkça, dünya ve ülkedeki gelişmeler "medya" köşe yazarlarının "senaryo"larıyla açıklanmaya başlandı.
Ve bu dönemde, Türkiye'de 1994 Şubat krizi, 1999 Kasım krizi, 2001 Şubat krizi yaşanırken, "global ekonomi"ler 1993 "resesyonu", 1994 "Tekila krizi", 1997 Asya krizi ve nihayetinde 2000 krizlerini yaşadı.
Emperyalizmin "yeni dünya düzeni", 1991'de "I. Körfez Savaşı"yla, 1995'de Yugoslavya "operasyonu"yla emperyalist savaş düzenine hızla ilerlerken, "globalleşen dünya" söylemi solda egemenliğini sürdürmeye devam etti.
AB'nin "demokrasi şemsiyesi" altında varlığını sürdüren legalist sol, bireyselleşmiş bireylerin AB fonlarından aldıkları paralarla ürettikleri "yeni teori"lerin peşine takıldı.
Sosyalizm bir "ütopya" ilan edilirken, devrim, demokratik halk devrimi, "marjinal sol" söylem olarak kaldı. Üst üste darbe yiyen silahlı devrimci örgütler hızla legalleşmeye ve legalize olmaya yönelirken, solda egemen olan ideolojisizleşmeye ve teorisizleşmeye de hızla ayak uydurdular. "Kültür merkezleri" legalleşmenin aracı olarak birbiri ardına ortaya çıktı. "Deniz manzaralı lüks kafeterya"ya sahip "kültür merkezleri" başlı başına "adam örgütleme" aracı haline dönüştürüldü.
Bu süreçte solun ünlü "49 fraksiyonu" hızla tükendi. Tükenenler çareyi, "alevicilik"te, "kürt ulusal hareketi yandaşlığı"nda aramaya başladı. Örgüt isimlerinden "Türkiye" sözcüğü çıkartılırken, yeni kurulanlar "Türkiye"siz örgütler olarak ortaya çıktılar.
Artık iki-üç "sol" roman okuyan, kendisini kendi kendine "örgüt üyesi" ilan edenler, "asgari marksist-leninist formasyon" sahibi olarak "parti" üyeliğine alınır oldu. Marksist-Leninist teori ve tarihsel pratik unutulup gitti.
İşte bu süreçte Kurtuluş Cephesi, Marksist-Leninist dil ve terminolojiyi kullanarak, dünyada ve ülkede gelişen olayları tahlil eden, bu olayların ortaya çıkardığı gerçekleri açıklayan ve nihayetinde bunlara karşı yapılması gerekenleri saptamaya çalışan iki aylık bir yayın olarak yayınını sürdürdü.
Bu yıllar boyunca Kurtuluş Cephesi, "sosyalist aydınlar için seksen sayfalık bir aylık dergi, 'orta seviyede' olanlar için haftalık onaltı sayfalık bir dergi, işçi ve köylü kitleleri için de bir kitle gazetesi çıkarma" şeklindeki revizyonist ve legalist bir yayın politikasının tam karşısında yer aldı. Yine Kurtuluş Cephesi, legalizmin bir ürünü olan "gazete bayileri"nde satılan bir yayın olmaktan özellikle uzak durdu. Legalizmin "medya" diliyle ve "globalizm" terminolojisiyle geliştirdiği "siyasal söylemler", Kurtuluş Cephesi'nde hiçbir zaman yer bulamadı. Kurtuluş Cephesi'nin dili ve terminolojisi Marksist-Leninist dil ve terminoloji olarak kaldı.
2000'li yıllar emperyalizmin emperyalizm olduğunu "dosta-düşmana" bir kez daha göstererek, tarihsel konumunu Irak ve Afganistan işgalleriyle sürdürdü. "Globalizm" dönemi ve düşleri sona erdi.
Ve "tarihin sonu"ndan çıkıldı, tarihin kaldığı yerden devam ettiği bir döneme girildi.
Bugün Kurtuluş Cephesi'nin 100. sayısı çıktı.
Çok şeyler yapamadık, büyük gelişmeler sağlayamadık. Ama en olumsuz olanı, aradan geçen 18 yıla ve 100 sayıya rağmen devrimi yapamamış oluşumuzdur.
Evet, "üzgünüz", 18 yıla ve 100 sayıya rağmen, devrimi yapamadık.
Bu üzüntümüzle, ama 100. sayıya ulaşmanın onuruyla karşınızdayız.
150., 200. sayılara ulaşmak "umudu"yla değil, bu sayılara ulaşmadan devrimin zaferinin gerçekleşebileceği bilinciyle karşınızdayız.