KURTULUŞ CEPHESİ - Ağustos 1992
Yeşil Nokta
ve Emperyalist Sömürü
Haziran 1992 günlerinde Brezilya'da başlayan ve dünyanın hemen hemen tüm devlet ve devletciklerinin "en üst düzeyde" temsil edildikleri "Dünya Çevre Koruma Konferansı" yapıldı. Bu konferansla, "Yeşiller"(Die Grünen) bir kez daha anımsandı. Emperyalist ülkelerin "dünya kirliliğine karşı yürütülecek mücadele"nin bedelini geri-bıraktırılmış ülke halklarına ödetme çabasından başka bir amacı olmayan bu konferans ortamında, "AT standardı" olarak ilan edilen "yeşil nokta" uygulaması sessiz-sedasız işini görmeye başlamıştı.
Nedir bu "yeşil nokta"?
"Yeşil nokta", en basit tanımıyla, çeşitli tüketim mallarının atıklarının (ambalaj malzemeleri esas olmak üzere) üretici firmalar tarafından, "doğayı kirletmemek" amacıyla toplanılması tahhüdünü ifade etmektedir. Bu boyutuyla "yeşil nokta", özellikle Batı-Avrupa ülkelerinde 1980 sonrasında etkin olan "yeşiller" hareketinin "yeni bir zaferi" olarak kabul edilme eğilimi yaratmıştır. Böylece bir kez daha "yeşil hareketinin" niteliği ve emperyalist-kapitalizm bağlamında anlamının sorgulanması gündeme gelmiştir.
"Yeşiller" hareketinin ortaya çıkışı ile zaman içinde emperyalist-kapitalistler tarafından biçimlendirilişi ele alınmaksızın, son gelişmelerin doğru bir tanımını yapmak da olanaksızdır.
"Yeşiller" hareketi, 1968 radikal öğrenci hareketinin zaman içinde gösterdiği edilgenliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda kapitalizmin metropollerde yaratmış olduğu kısmi birey-toplum ilişkisindeki bozulmalara belli bir yasal çerçevede karşı duruş niteliğiyle ön plana geçmiştir. Ancak hareketin edilgen ve belli bir yasallığı gözetmesi özelliği, onu emperyalist ekonominin kâr oranını artırmasının bir ifadesi haline getirmiştir.
"Yeşil nokta" uygulaması da, aynı gelişmenin, geri-bıraktırılmış ülkeler bağlamında, emperyalist sömürünün yoğunlaştırılmasının bir ifadesi olmaktadır.
"Yeşil hareketinin" kâr oranını artırmanın bir ifadesi olarak değiştirilmesi bütün emperyalist ülkeler için geçerli iken, "yeşil nokta" ile ulaşılmak istenen hedef bazı emperyalist ülkeleri içermektedir. Dolayısıyla, sonal olarak emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin durumu ve emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimi ile ilgilidir.
"Yeşil hareketi"nin emperyalist ülkelerde 1980 ekonomik buhranıyla birlikte gelişme göstermesi, bu nedenle, hiç de şaşırtıcı değildir.
Bilindiği gibi, kapitalist ekonominin kaçınılmaz süreci, devrevi ekonomik buhranlar yaratarak devam eder. Ekonomik buhran (aşırı-üretim buhranı), kapitalistin kâr oranını düşürür. Bu koşullar altında, kapitalist ekonomi, bir yandan aşırı üretimle ortaya çıkan metaları elinden çıkartmaya çalışırken, değişik yollarla kâr oranını yükseltmeye çalışır. Bu bağlamda, 1980 ekonomik buhranı koşullarında geri-bıraktırılmış ülkelerin, artan oranda emperyalist metalar için bir pazar haline getirilmesi, yani bu toplumların "tüketim toplumu" haline getirilmesi sözkonusuyken, diğer yandan emperyalist ülkelerde kâr oranını artırıcı uygulamalara gidilmesi sözkonusu olmuştur.
"Eğer artı-değer belli ise, kâr oranı, ancak, meta üretimi için gerekli değişmeyen sermayenin değeri azaltılmak süretiyle artırılabilir." [*]
Kapitalist ekonomide değişmeyen sermaye ise, başta binalar, makinalar ve hammadde olmak üzere bir dizi unsuru içerir. Fabrika ve büroların ısıtılması, aydınlatılması, hammadde kadar değişmeyen sermaye unsuru durumundadır. Bu nedenle, fabrika ve bürolarda daha farklı bir aydınlatma sistemi kurulması, ısı kaybını önleyici tedbirlerin alınması, kapitalist açısından hammmadde fiyatlarının ucuzlatılması kadar önemlidir. Böylece doğa bilimlerindeki gelişmeler ve bunların pratik uygulamaları, entellektüel üretim alanındaki gelişmelere bağlı bulunan makine üretiminde, mimarlıkta vb. gelişmeler, üretim araçlarının değerini ve dolayasıyla maliyetini düşürmenin ön koşulu olarak ortaya çıkar. Fabrika ve büroların, hatta işçi konutlarının inşasında "yeni mimari yaratımlar", kapitalist açısından, ancak bu koşullar içinde gereklidir ve desteklenmesi gereken bir unsur durumundadır. Bunu gerçekleştiren entellektüel üreticinin, buradaki "niyeti" hiçbir zaman belirleyici değildir. O, isterse "doğayı koruma" amacıyla yeni bir fabrika ve konut projesi geliştiriyor olsun.
Aynı şekilde, "çevreyi kirletmeyen enerji kaynakları" üzerine yapılan entellektüel üretimde, kapitalist açısından maliyet düşürücü bir unsur olduğu anlamda bir değere sahiptir ve sonuçta kendisinin kâr oranını yükseltip yükseltmeyeceği açısından ele alır. Bununla birlikte, üretim artıklarının değerlendirilmesi, kapitalist ekonomi açısından, değişmeyen sermayenin ucuzlatılmasının, dolayısıyla kâr oranının yükseltilmesinin bir unsuru durumundadır.
"Kapitalist üretim tarzı, üretim ve tüketim artıklarından yararlanmanın boyutlarını genişletir. Bunlardan birincisi ile, sanayi ve tarım artıklarını, ikincisi ile, kısmen, insan vücudunun doğal madde değişiminden meydana gelen artıkları, kısmen de, nesnelerin tüketimlerinden sonra geriye kalan biçimleri kastediyoruz...
Yükselen hammadde fiyatları, hiç kuşkusuz, artık ürünlerden yararlanmada bir dürtü olmuştur.
Bu artıkların kullanılması için gerekli koşullar şunlardır: Ancak büyük-ölçekli üretimde görülebilen büyük miktarda artık; mevcut durumlar içerisinde daha önce hiçbir işe yaramayan maddeleri, yeni üretim için uygun bir hale sokan gelişmiş makinalar; başta kimya olmak üzere, bu gibi artıkların yararlı özelliklerini açığa çıkaran bilimsel gelişme." [*]
İşte kapitalist üretim tarzının, kâr oranını yükseltmek için bu yönelişi, 1980 sonrasında "yeşiller" hareketi ile, gerek entellektüel (bilimsel) gelişmelerin desteklenmesi açısından, gerekse yeni olanaklar açısından önemli bir olanak yaratmıştır. Hemen hemen her tekelci-kapitalist "fahri yeşilci" olarak etkinlik göstermeye başlamıştır. Pazarlarını önemli ölçüde yitiren emperyalizm, kaçınılmaz olarak, hammadde fiyatlarının sürekli yükselmesi sorunu ile yüzyüze kalmıştır. Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerini, özellikle de Alman emperyalizmini, Amerikan emperyalizmi karşısında doğrudan hammadde kaynaklarını kontrol edemediği koşullarda, tüketim malları artıklarının yeniden değerlendirilmesine büyük bir önem vermeye itmiştir.
Kullanılmış ambalaj malzemelerinin yeniden değerlendirmeye alınması, tüketim mallarınının maliyetinin düşürülmesine ve böylece Amerikan emperyalizminin hegemonyası altındaki pazarlarda daha ucuz mallar ile rekabet edebilmenin koşullarını yaratabilecektir. Ama burada ana sorun, tüketim malları artıklarının, en ucuz maliyetle, eğer bulunabilirse hiçbir maliyet ödemeksizin, kapitalistin "yeniden değerlendirme" birimlerine ulaştırılmasıdır. Bu amaçla toplumsal bir "alışkanlığın" ya da "bilincin" yaratılması ve buna bağlı olarak bir "hareketin" ortaya çıkması, kapitalistin arayıpta bulamadığı bir durumdur. Toplum düzeyinde ve tek tek bireyler bağlamında, "doğayı koruma" "bilinci" ile atık kağıttan boş cam şişelere, ambalaj plastiğinden pet şişelere kadar bir dizi artığın kapitalistin "yeniden değerlendirme birimlerine" ulaştırılması, atık toplama için kullanılacak araç ve emek-gücünden de önemli bir tasarruf sağlayacaktır. Bunun için Latin-Amerika'nın "yağmur ormanlarının" kağıt sanayi tarafından yokedilmesine yönelik bir kampanyanın, kapitalist yayın organları tarafından desteklenmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Üstelik, bu ormanları "katleden" kapitalistlerin, Latin-Amerika'da hegomonik gücün Amerika olması, Batı-Avrupa kapitalistleri açısından pazarda metaların ucuzlatılmasından öte öneme sahiptir.
Amerikan kapitalistlerinin "yağmur ormanları"nı yok pahasına alarak en ucuz maliyetle kâğıt ve kâğıt ürünleri olarak kullanması, özellikle tüketim mallarının ambalaj masraflarının düşürülmesi, dolayısıyla kâr oranının yükselmesinin bir aracıdır. Aynı olanaklara, yani sömürgeye sahip olmayan bir emperyalist ülkenin bunla rekabet edebilmesinin koşulları, kendi maliyetini düşürmekten geçtiği açıktır. Bu maliyet düşmesi, bu ülkelerin kapitalistleri açısından, daha ucuz hammadde bulmaktan geçer. Ellerinde doğrudan ağaç düzeyinde bir maaliyet düşürme olanağı olmadığı koşullarda, tüketim malları atıklarının değerlendirilmesi gündeme gelecektir.
Sadece kağıt üretimi bağlamında ele alındığında bile, Batı-Avrupa emperyalist ülkelerinin "çevre korumacılığı", bir yandan kendi kâr oranını artırmanın bir aracı olurken, öte yandan Amerikan emperyalizminin hegemonyasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle Alman emperyalizmi "çevre korumacılığı bilincini" dünya çapında yaygınlaştırabilirse ve Amerikan emperyalizminin "doğa katliamlarına" karşı bir toplumsal hareket ortaya çıkarabilirse, Amerikan emperyalizminin etki alanınını sınırlandırabileceği ortaya çıkmaktadır. Eşitsiz gelişim yasasının klâsik biçimde işlemediği koşullarda, Amerikan emperyalizminin geriletilmesinin halk kurtuluş savaşlarının zaferiyle pazarlarını yitirmesinden geçtiği açıktır. Ancak bunun, aynı zamanda, bir bütün olarak emperyalistlerin pazar yitirmesi anlamına geldiği de açıktır. Bu nedenle, diğer emperyalist ülkeler açısından, Latin-Amerika'da devrimci bir toplumsal hareket sonucu Amerikan emperyalizminin "yağmur ormanları katliamını" ortadan kaldırmak yerine, "yeşil" bilinci ile Latin-Amerika devletlerinin baskı altına alınması çok daha uygundur. Üstelik, böyle bir hareket, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşilerin zorundan, şiddetinden kısmen uzak kalacağı için de, daha geniş bir kitle katılımı sağlayacaktır. (Bu da, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki devrimci mücadelenin saptırılması için de uygun bir zemin oluşturmaktadır.) Tüm bu gelişmelerin son halkası olan "yeşil nokta" zorunluluğu, aynı nedenlerle ve aynı amaçlarla ortaya çıkmıştır.
Özellikle yeni-sömürgecilik uygulamalarının etkin bir biçimde yürütüldüğü geri-bıraktırılmış ülkelerde gelişen orta ve hafif sanayinin, ucuz hammadde ve ucuz emek-gücü temelinde gerçekleştirdiği ucuz metalar emperyalist ülkelerin iç pazarları için önemli bir sorun haline gelmiştir. Bu ülkelerdeki orta ve hafif sanayinin işbirlikçi tekelci burjuvazi aracılığıyla Amerikan emperyalizminin denetiminde gelişmesi ve Amerikan tekellerinin uzantıları durumunda bulunması, bu ülke ürünlerinin, özellikle Batı-Avrupa'daki emperyalist ülkelerin iç pazarlarında Amerikan emperyalizminin yüksek kârlar elde etmesinin araçlarıdır. Bu ürünlerin, 1980 ekonomik buhranı koşullarında "serbestce" ithalatı sözkonusuyken, buhranın şiddetinin azalmasına paralel olarak, iç pazarda yarattığı sorunlar (küçük ve orta ölçekli tüketim malları ürüten kapitalistlerin gerek hammadde, gerekse emek-gücü fiyatının yüksekliği yüzünden iflas tehlikesi içinde bulunması ve bunun sonucu işsizliğin artması gibi) "yeşil nokta" uygulaması ile ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. "Yeni himayecilik" olarak da tanımlanan bu uygulama, Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin iç pazarlarının, Amerikan şirketlerinin geri-bıraktırılmış ülkelerdeki filyalleri aracılığıyla ele geçirilmesinin engellenmesinin bir aracı durumundadır.
"Yeşil nokta" uygulaması ile, bu emperyalist ülkelere ithal edilen ürünlerin ithal maliyeti yükseltilmiştir. Çünkü ambalaj üzerine basılacak "yeşil nokta" üretici firmanın kendi mallarının artıklarını kendisinin toplayacağını tahahhüt etmesi anlamına gelmektedir. Bir çeşit çöp toplama gideri malın fiyatına eklenmektedir. Bu işleri yerine getiren yerli tekeller olduğu koşullarda, kaçınılmaz olarak bu ülkelerden ithal edilen mallar değişik bir gümrük vergisi ile yüzyüze bulunmaktadır. Buna karşı duracak kapitalistler, ya mallarını bu ülkelere satamıyacaktır, ya da eskisi gibi yüksek kâr oranı ile satamıyacaktır.
İşte emperyalistler arası bu ilişki ve çelişinin örtüsü ise "yeşilcilik" olmuştur. Tıpkı 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte türemiş kimi "ihracata yönelik sanayileşme stratejileri" teorisyenleri gibi.
Anımsanacağı gibi, 1980 dünya ekonomik buhranıyla yeni-sömürgecilik yöntemleri de önemli bir tıkanmayla yüzyüze kalmıştı. Özellikle geri-bıraktırılmış ülkelere verilmiş olan büyük "borçlar", buhran koşullarında emperyalist mali sistemi büyük ölçüde sarsmaya başlamıştı. Emperyalizm bu "borçları" tahsil etmek için, tüm geri-bıraktırılmış ülkelerin ellerindeki satılabilir her türlü malı satmaya (ihracına) zorlamıştır. "İhracata yönelik sanayileşme stratejileri" bu bağlamda, bu zorlamanın ideolojik-toplumsal örtüsü olmuştur. Ve "yeşiller" hareketinin de, hemen hemen eş zamanda emperyalist metropollerde gelişmiş olması yalın bir raslantı değildir. Her ikisi de, farklı alanlarda aynı emperyalizmin birer örtüsü olmuşlardır.
Şüphesiz "yeşil nokta" uygulamasını "yeşiller"e soracak olursanız, verdikleri yanıt "yeşil" olacaktır!
Dipnot
[*] Marks: Kapital, Cilt: III, s: 88