KURTULUŞ CEPHESİ - Ağustos 1992
Oligarşi ve KEİP
Ülkemizde Haziran ayı içinde en çok konuşulan konuların başında "terör" ve "enflasyon" konuları gelirken, hemen bunların yanında en çok sözü edilen bir diğer konu da "Türkî cumhuriyetleri" ve dağıtılmış SSCB'nin ortaya çıkardığı yeni "pazarlar" konusuydu. Özellikle Haziran sonunda İstanbul'da yapılan KEİB (Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi) zirvesi bu açıdan özel bir öneme sahip olmuştur.
"Köşeyi dönme" zihniyetinin alabildiğine yaygınlaştığı, "bir koyup üç alma" açıkgözlülüğünün bir fazilet gibi sunulduğu bir dönemde SSCB'nin dağıtılmışlığı, ister istemez pekçok kişinin gözlerinin parlamasına neden olmuştur. Özel olarak emperyalist ülkelerin dağıtılmış SSCB artıklarına belirgin bir sermaye ihracında bulunmadığı bir dönemde, "küçük girişimci zihniyeti" hemen hemen egemen unsur olmuştur. "Türkî cumhuriyetleri"nin mevcut ekonomik olanakları ile yeraltı zenginliklerinin "küçük girişimciler"in bu ülkelere yönelik akınının temelini oluşturmaktadır. "Bir koyup üç almak" için bu ülkelere sefer eyleyen bu zihniyet sahipleri, Osmanlı İmparatorluğunun talan ekonomisinin devamı olduklarını her adımlarında kanıtlarken, oligarşinin bu ülkelere yönelik faaliyetlerinde çekingen davranması bir çelişki yaratmıştır. Ancak son aylarda talancı zihniyet sahibi küçük-burjuva zihniyetinin giderek etkinleşmesi ve talancılığı en üst boyutlara ulaştırmaları üzerine, oligarşi de eski tutumunu yavaş yavaş terk etmeye yönelmiştir. Öte yandan tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi, oligarşiden daha hızlı davranarak aynı talancı zihniyetle hareket ediyor olması, oligarşinin hareketlenmesinde önemli bir etken olmuştur.
İşte KEİB zirvesinde meydana gelen olaylar bu gelişmenin ürünleridir. KEİB zirvesinin kapanışında T. Özal'ın imzası konusunda Demirel ile meydana gelen "çocuksu çekişme", sonal olarak, oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların 24 Ocak 1980 yılından beri süregelen çatışma-uyum sürecinin geldiği boyutu ifade etmektedir.
Aynı şekilde, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanı Yalım Erez ile TÜSİAD arasındaki söz düellosu da aynı çatışmanın bir ürünü durumundadır. Bu bağlamda, sorun siyasal planda DYP-SHP koalisyon hükümetinin tutumu ile bütünleşmektedir.
Bu çatışma son beş yıldır hızlanarak devam etmektedir. KURTULUŞ CEPHESİ'nin 2. sayısında yayınlanan THKP-C/HDÖ Genel Komitesi'nin "Mevcut Durum-VII" yazısında şöyle ifade ediliyordu:
"Diğer taraftan sömürücü kesimler açısından,12 Eylül ile sağlanan dengeler hızla bozulmaktadır. Tekelci burjuvazinin 12 Eylül döneminde sağladığı mutlak üstünlükler, enflasyonun sürekli kılınmasıyla yeni bir çatışma durumu ortaya çıkarmıştır. Orta-burjuvazi ile tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi, oligarşinin egemenliğini yeniden tehdit eder duruma gelmiş ve "çatışma-uyum" diyalektiğinde "çatışma" konumunu öne çıkarmalarını getirmiştir. Bu kesimler, bir yandan Suudi finansmanı ile kendilerine yeni finans kaynakları sağlarken, diğer yandan islamcı ideolojiyi bayrak haline getirmektedirler. Diğer kesim ise, milliyetçilik temelinde oligarşiyi sıkıştırmaktadırlar. Bulgaristan, Batı-Trakya, Azerbaycan olaylarında kendilerini dışa vuran bu kesimler, aynı zamanda, oligarşinin işbirlikçi niteliğini değişen dünya koşullarında öne çıkarmaktadırlar. Bu yolla çeşitli ekonomik tavizler koparmak yada en azından siyasal yönetimden pay almak istemektedirler. Devletin azaltılan sübvansiyonları ve sürekli kılınan enflasyon karşısında iflas durumunda bulunan bu kesimlerin tüm toplumsal yapıya yönelik muhalefetlerinin, son tahlilde, yeni bir 'uyum' [*] için olduğu açıktır. Ancak kısa dönemde bunların hareketleri siyasal bunalımı derinleştirme eğilimi taşımaktadır."
KEİB zirvesi sırasında ortaya çıkan "imza skandalı", görüldüğü gibi, sonal olarak oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların çatışmasının bir ürünüdür ve yıllar ötesinden gelen bir sürece ilişkindir. Bu çatışmanın ortaya çıktığı alanlar sürekli değişmekle birlikte, KEİB zirvesiyle yeniden gündeme gelmesi, aynı zamanda dağıtılmış SSCB'nin ortaya çıkardığı yeni topraklar ve bu toprakların ortaya çıkardığı pazarlar sorununun önemini de vurgulamaktadır. İlk dönemde oligarşi tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisini bir süre yatıştırabilmek amacıyla, bu topraklara yönlendirmeye çalışmış olması da, çatışmaya yeni boyutlar eklemiştir. Oligarşinin tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisini dağıtılmış SSCB topraklarına doğru yönlendirmesi, aynı zamanda emperyalizmin oligarşiye verdiği bir görevin ürünüdür. Bu görev, emperyalizmin kendisine uygun bir pazar olanağı yaratılması ve yaratılana kadar bu toprakların kendi denetiminde tutulması sorunuyla ilgilidir. Özellikle Amerikan emperyalizmi "Türki cumhuriyetler" kavramını kullanarak, bu topraklar üzerinde dolaylı bir hegemonya sağlamak istemektedir. Böylece oligarşi aracılığıyla yönlendirilen tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi, bu ülkelerde diğer emperyalist ülkelerin nüfuslarının artmasının engelleyicileri olarak görev üstlenmişlerdir.
"Büyük Türk Devletleri Federasyonu" ya da "Büyük Türk-Kürt Federasyonu" türünden projelerden "pan-türkizm" ve "pan-islamizm"in reddine kadar uzanan bir dizi proje ve "perspektif" bu arada ortalıkta kol gezmiştir. "Yeni dünya düzeni" içinde Türkiye oligarşisinin kendisine düşeni yerine getireceğinden hiç şüphesi olmayan emperyalizm (özellikle Amerikan emperyalizmi), olanları "uzaktan" izlemekle yetiniyor görünmektedir.
Alman emperyalizminin Demokratik Almanya'yı ilhak etmesiyle birlikte bir süre durulan yeni topraklar ve yeni pazarlar konusu, 1991 sonlarında SSCB'nin resmen ortadan kaldırılmışlığıyla birlikte öne geçtiği açıktır. Alman emperyalizminin Yugoslavya'yı parçalayarak Slovenya ve Hırvatistan'ı kendi nüfus bölgesi olarak ilan etmesiyle birlikte emperyalistlerin yeni toprakları paylaşımı sorunu artan bir öneme sahip olmuştur. Amerikan emperyalizminin yukarda belirttiğimiz tarzdan girişimleri yanında, Fransız emperyalizminin de Mitterantlar düzeyinde kişiselleştirilmiş bir görünüm altında etkinliğini artırdığı açıktır.
Tüm bu gelişmeler, aynı zamanda Türkiye oligarşisi içinde yeni bir dış politika "konsepti" yaratılması tartışmasına da yol açmıştır.
"Geleneksel" olarak adlandırılan dış politikanın "herkesi idare etme", "herkesle iyi geçinme" temelindeki "uzlaşmacı" niteliğinin T. Özal tarafından "pasiflik" olarak değerlendirilmesi, konunun siyasallaştırılmasını getirmiştir. Irak-İran savaşının son evrelerinde formüle edilen "aktif tarafsızlık" politikası, Körfez Savaşı sırasında belli bir emperyalist ülkeyle (şüphesiz bu ülke ABD olacaktır) "stratejik işbirliği" temelinde "aktif taraflılığa" yönelirken, meydana gelen gelişmeler oligarşiyi bir süre hareketsiz bırakmıştır. Özellikle Alman emperyalizminin Kürt sorununu kullanarak uluslararası planda yaptığı karşı ataklar, oligarşinin hareketini bir süre durdurduysa da, 20 Ekim seçimleri sonrasında DYP-SHP hükümetinin kurulması ek sorunlar ortaya çıkarmıştır. DYP'nin temsil ettiği tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi ile küçük ve orta burjuvazinin 1980 sonrasında ekonomik olarak oldukca zayıflamış olması; SHP'nin küçük-burjuva tabanının enflasyon karşısında artan yoksullaşması, oligarşi için bir dizi tavizi zorunlu kıldığı ortadaydı.
Oligarşi son yıla kadar elinde tuttuğu finans olanaklarını kullanarak (ki bu ANAP iktidarları döneminde "adam satın alma" politikası şeklinde en açık biçimde kullanılmıştır) çatışmayı hafifletmeye çalışmış ve "Türkî" devletlerin güncelleşmesiyle birlikte başlayan gelişmeler karşısında uzlaşma yerine çatışmayı tercih etme eğilimi içine girmiştir. Ama sonal olarak, sorunun ortaya çıktığı ve çözümlendiği yerin emperyalist sömürü mekanizması olması nedeniyle, tüm hareket ve karşı-hareketlerin bu mekanizma tarafından belirlenmesi kaçınılmazdır. Türkiye oligarşisinin tutumunu anlayabilmek için, öncelikle emperyalist sömürü mekanizmasının güncel-somutta nasıl çalıştığını bilmek gerekir.
EMPERYALİZMİN YENİ TOPRAKLAR
POLİTİKASI
Bugün emperyalizm yeni pazar olanaklarından çok, yeni toprak genişlemesi durumu ile yüzyüze bulunmaktadır. Dünyanın üçte birinin uzun süre emperyalist sömürü mekanizmasının dışında bulunmuş olması, bu toprakların emperyalizmin denetimine geçmesiyle birlikte yeni pazarlar olarak ortaya çıkmasını engellemiştir. Emperyalist sömürünün kendi denetimi altındaki topraklar üzerinde sürdürülmüş olması, özellikle yeni-sömürgecilik yöntemleri ve ekonominin askerileştirilmesi uygulamaları, yeni toprak genişlemesi karşısında yeni sorunlar ortaya çıkarmıştır. Geçmiş dönemde emperyalist ülkeler arasındaki ticaretin büyük boyutlarda geliştirilmiş olması ve önemli sanayi kuruluşlarının bu ticarete göre biçimlendirilmesi ile yeni toprakların gereksinme duyduğu metaların üretilmesi arasında önemli bir farklılık ortaya çıkarmıştır. Alman emperyalizmi tarafından Demokratik Almanya'nın ilhak edilmesinde görüldüğü gibi, "Varşova Paktı" ülkelerinin ekonomik ve sosyal yapısı, sanıldığı kadar kolay bir pazar olanağı yaratmamaktadır. Yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geri-bıraktırılmış ülkelerin kapalı ekonomilerinin pazar ekonomisine açılmasının nelere mal olduğu ortadadır. Onlarca yıl süren ve yer yer büyük savaşlara neden olan bu "pazar ekonomisine geçiş"in yeni topraklar için aynı şiddet unsurunu taşımasa bile, kısa sürede gerçekleşemeyeceği görülmüştür. Bu yüzden emperyalist ülkeler, bu yeni topraklara sermaye ihracında beklemeyi tercih etmektedirler. Bu bekleme dönemi, aynı zamanda, emperyalist ülkelerin bu yeni toprakları kendi aralarında paylaşımının da tamamlanması dönemi olmaktadır. Bu ortamda Alman emperyalizminin Yugoslavya operasyonu, yani Slovenya ve Hırvatistan'ı kendi nüfus bölgesi haline getirmesi sözkonusu olmuşsa da, daha ileriye geçilememiştir.
Bir bütün olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan emperyalizminin geri-bıraktırılmış ülkelerle sürdürdüğü yeni-sömürgecilik ilişkilerinin 1980 dünya ekonomik buhranının temel unsurlarından birisi olması, eski-sömürgecilik yöntemlerinin görece önem kazanmasına neden olmuşsa da, eski etkinliğini sürdürmesini engellememiştir. Kapalı ekonomilerin pazar ekonomisine açılmasında, emperyalizmin, anti-emperyalist ve millici hareketlerin pasifize edilmesi için gösterdiği çabaların sonuç verdiği bir evrede yeni toprakların ortaya çıkması avantajlı bir durum ortaya çıkardığı da ortadadır. Ama yeni topraklar için yapabilecekleri de sınırlıdır.
İşte bu ortamda emperyalizm yeni topraklara karşı tutumu iki noktada toplanmaktadır: "Demokrasi" ve "pazar ekonomisi". Yani emperyalizm bu ülkelere kendi olanakları ile "demokrasi"yi geliştirmelerini ve pazar ekonomisi için gerekli koşulları yaratmalarını istemektedir. "Demokrasi" sözcüğü, emperyalistler için, bu ülkelerin emperyalist sömürü mekanizması içinde yer alabilmeleri için gerekli hukuki düzenlemelerin yapılması anlamına gelmektedir. Geçmiş dönemde geri-bıraktırılmış ülkelerin kapalı ekonomilerinin pazar ekonomisine açılması için emperyalizmin adam satın alma politikasından askeri darbelere kadar bir dizi uygulama gerçekleştirdiği ortadadır. Bu faaliyetlerinin hedefi, geri-bıraktırılmış ülkelerde kendisi ile baştan bütünleşmiş bir burjuvazi yaratmak ve bu işbirlikçi burjuvazinin ülkenin siyasal yönetiminde egemen unsur haline gelmesini sağlamak olmuştur. İşte yeni topraklar üzerinde yaşayan halklara emperyalizmin bugün söylediği, geçmiş dönemde bizzat kendisi tarafından yapılmış faaliyetlerin ürünü olan siyasal-hukuki düzenlemeleri onlar tarafından yapılmasıdır. Bunun anlamı ise, geri-bıraktırılmış ülke halklarının geçmiş dönemde ödediği ve ödemeyi sürdürdüğü bedeli, kendileri tarafından, kendi kendine ve mümkün olan en kısa sürede ödemeleri gerektiğidir. Burada üstü örtük olarak ortaya konulan kendiliğindencilik, emperyalist ekonomilerin 1991 sonlarında başlayan durgunluk eğilimleri ile birlikte daha da belirginleşmiştir.
Ancak burada emperyalizmin, sözcüğün tam anlamıyla, süreci kendiliğindenciliğe bıraktığını düşünmek saf dillik olur. Emperyalizm, bizzat kendisi olayların içinde aktif olarak yer almazken, süreç üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptir. Özellikle Kafkas-ötesi ülkelerinde ve Orta-Asya'da görüldüğü gibi (ki bu yeni toprakların önemli bir bölümünü oluşturmaktadır), kendisine bağımlı ülkeleri kullanarak gelişmeleri denetlemektedir. İşte Türkiye'nin tüm faaliyetlerinin arkasında yatan temel budur.
Türkiye oligarşisi elinde tuttuğu siyasal yönetim aracılığıyla emperyalizmin kendisine verdiği görevi yerine getirmek için hareketlenmiştir. Görev, "Türki" adı verilen ülkelerin emperyalist pazar haline getirilmesi ve bu amaca ulaşmak için gerekli bedelin ödenmesi ve ödettirilmesidir. Bu bağlamda, bu ülkelerin emperyalist pazar haline getirilmesi için ödemek zorunda bırakıldıkları bedele karşı her türlü hareket, aynı zamanda, Türkiye oligarşisinin politik ve askeri olanakları kullanılarak ortadan kaldırılmak durumundadır. Azerbaycan'da yapılan darbe bunun en somut örneğidir. Her koşulda Türkiye'ye verilen bu görevler, aynı zamanda ülke içinde "çatlak seslerin" çıkmasının da engellenmesini gerektirmektedir. Bu bağlamda, emperyalizm, sömürücü sınıflar içinden gelebilecek çatışmaya karşı Kürt kozunu elinde tutmak eğilimindedir. 20 Ekim seçimleri öncesinde "Çekiç Güç"e karşı olduğunu açıkca ilan eden Demirel, hükümet olduğu koşullarda "Çekiç Güç"ün görev süresini iki kez uzatmak durumunda bırakılması, bu kozun ne denli etkili olduğunu göstermektedir.
Türkiye oligarşisi aracılığıyla emperyalizmin yeni toprakların bir bölümü üzerinde sürdürdüğü politika, "mimarlığını" T. Özal'ın yaptığı KEİB projesi ile bir adım öteye geçirilmiştir. Bu bağlamda KEİB, sömürücü sınıfların çıkar çatışmalarının güncel konusu haline gelmiştir. Sık sık C. Çağlar'ın gündeme getirilmesinin nedeni de budur. Bu kişi tekelleşememiş sanayi burjuvazisinin tipik ifadesi olması, bu kişinin çevresinde ortaya çıkan olaylar, tekelci burjuvazi ile olan çatışma-uyum ilişkisinin nasıl biçimlendiğini göstermeye yetmektedir.
Gerek ülkemizde, gerekse SSCB'nın dağıtılmışlığı ile ortaya çıkan yeni devletlerde sürekli gündemde tutulan "demokrasi" sorunu da, bu bağlamda, emperyalizmin sömürüsünü sürdürebilmesi için bu ülkelerde varolması gereken siyasal-hukuksal üst yapının oluşturulmasından başka bir anlama gelmemektedir. Sorun, sadece ve sadece, emperyalist sömürünün geliştirilmesidir.
Emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimi, esas olarak yeni-sömürgecilik temeline dayanmaktadir. Emperyalist tekellerin doğrudan yatırımlar yerine, geçmiş dönemlerde geri-bıraktırılmış ülkelerde yaratmış oldukları işbirlikcileri aracılığıyla yatırım yapmayı düşünmektedirler. Bu eğilim, sadece emperyalist ülkelerdeki sanayilerin yoğunlaştığı alanların farklılığından kaynaklanmamaktadır. Aynı zamanda geri-bıraktırılmış ülkelerin büyük dış borçlarının tahsili açısından da zorunlu olmaktadır. Emperyalist mali kuruluşların 1980 ekonomik buhranıyla birlikte içine düştükleri sorunlar bu sayede aşılabilinecektir.
Öte yandan, 1980 ekonomik buhranı sırasında geri-bıraktırılmış ülkelerden borçların tahsilinin bir yolu olarak ortaya çıkartılan "ihracak seferberliği", metropollerde orta ve hafif sanayinin yeni teknolojik yatırımlarını tamamlamalarıyla birlikte duraksaması gerekli olmuştur. Aksi halde metropollerde pekçok sanayi kuruluşu iflas etme tehlikesi ile yüz yüze kalacaktır. Bunun yaratacağı sosyal ve siyasal sorunlar oldukca önemli boyutlara ulaşabilecektir.
Bu durumda, gerek geri-bıraktırılmış ülkelerden alacakların tahsili açısından, gerekse bu ülkelerdeki sanayilere yön verebilmek açısından "yeni toprakların" ilk temel gereksinmelerinin buralardan karşılanması gerekmektedir.
Böylece emperyalist ülkeler bir taşla bir kaç kuş varmuş olacaklardır.
KEİB, bu nedenle, geçici bir dönemin ilişkilerini ifade etmektedir ve sonucta emperyalist sömürünün genişlemesine hizmet edecektir. Anlaşmanın en üst düzeyde ele alınması, diger taraftan, bu yeni pazarların, kısa dönemde "talan" edilmesinin önüne geçmek içindir. Bu da yukarda belirttiğimiz gibi, ülke içindeki çatışmaların temelini oluşturmaktadır.
Emperyalizm açısından, elbette ki oligarşinin, özellikle de işbirlikci tekelci sanayi burjuvazisinin etkin olması istenmektedir. Ve ancak bu yolla, bugünden yapılacaklar, gelecekte kendilerinin doğrudan sömürmeleri için uygun zemin oluşacaktır.
Dipnot
[*] Temmuz son haftalarına girerken hükümet ile TÜSİAD arasında yapılan görüşmeler sonucu "Ekonomik ve Sosyal Konsey" kurulması konusunda varılan anlaşma,"uyum" konusunda atılmış en önemli adım olarak değerlendirilmelidir.