KURTULUŞ CEPHESİ - Ağustos 1992
DYP-SHP Koalisyonunun
Demokrasi Çıkmazı
20 Ekim 1991 seçimlerinden sonra kurulan DYP-SHP koalisyonunun, ülkemiz gündemine "demokrasi" sözcükleriyle birlikte yerleşmesinin üzerinden sekiz ay geçti. DYP-SHP hükümeti, bir yandan "konuşan Türkiye" ile başlayan "insan hakları" ile biten sloganlarıyla, diğer yandan ANAP hükümeti dönemindeki yolsuzlukların hesabı sorulacağı vaatleriyle kamuoyunun büyük bir desteğini almıştı.
Hükümetin ilk aylarında, hemen hergün günlük basında bir yolsuzluk dosyası kamuoyuna yansıtılırken, hemen her gece haber bültenlerinde "baba"nın ağzından "demokrasi" ve "demokratik haklar" düşmüyordu. Ancak Şubat ayına girilmesiyle birlikte, gerek demokrasi konusu, gerek yolsuzlukların hesabınınsorulması gündemden yavaş yavaş indirildi ve yerine "anarşi ve terör" konusu geçirildi. Hemen aynı gün günlerde T. Özal'ın "indirilmesi" sorunuda "askıya" alındı.
Bu gelişmeler olurken ve meydana gelen birkaç olay ülkenin gündeminin değiştirilmesi için uygun bir fırsat yarattı.
İlk olay Ocak sonunda İstanbul-Çetinkaya mağazası önünde yapılan bir korsan gösteri sırasında meydana gelen yangın sonucu 14 sivil insanın ölmesiydi. Olağanüstü Hal Valiliği'ne atanan Çetinkaya'nın bu aile mağazasında meydana gelen trajedi ilk anda gösterilen bazı tepkilere rağmen, kamuoyunun gündemini fazla meşgul etmedi.
İkinci olay, İTO'nun giriş katında patlatılan bomba sonucu 8 sivilin yaşamını yitirmesiydi.
Özellikle küçük esnaf ve tüccarların ticaret odası işlemlerinin yapıldığı banka önünde patlatılan bomba, ilk olayla birlikte kamuoyunun gündeminin degiştirilmesine neden oldu.
Bu iki olayı kullanan devlet, yoğun bir biçimde "Nevruz"da meydana gelebilecek bir "ayaklanmaya" ve buayaklanmanın bastırılmasının olası sonuçlarına karşı kamuoyunu koşullandırmaya yöneldi. Böylece "anarşi ve terör", Kürt sorunuyla birlikte ülkenin gündeminin başına geçirildi.
ANAP iktidarları döneminde çıkartılan "SS Kararnamesi" ve "Anti-Terör Yasası"nın karşılaştığı tepkiler, bu kez hemen hiç gösterilmez oldu. Üstelik "SS Kararnamesi"nin kaldırılması konusunda protokol imzalayan DYP-SHP, bunların varlığını bir güvence gibi göstermeye başladı.
İşte bu ortamda Nevroz olayları ve Nisan operasyonları gerçekleştirildi.
Dökülen kanlara, öldürülen onlarca insana rağmen, ülkede sessiz bir çoğunluk DYP-SHP hükümetinin varlığının "demokratik hak ve özgürlüklerin" geleceği açısından büyük bir güvence olarak görmeye devam ediyordu. Neden ve nasıl olduğu pek anlaşılamayan birkaç DYP ve SHP parti binalarının işgali, bu yüzden büyük bir tepki ortaya çıkardı.
SSCB'nin fiilen ve resmen yokedilmişliği koşullarında, hemen her versiyonuyla ortadan yiten revizyonizmin bireyselleşmiş artıkları, bu ortamda, solun sessiz tutumunun sürdürücüleri oldular. Bulundukları her yerde, oportünist sol yapı mensuplarıyla ya da sabık mensuplarıyla, devrimci silahlı eylemlerin olası gelişme potansiyellerini hesaplayarak, gerçekleştirilen yalın silahlı eylemleri, "terörizm" şeklinde tanımlamakta hiç de yavaş davranmadılar. Gerek Çetinkaya ve İTO olaylarında, gerekse DS'nin Nisan operasyonları sonrasında sürdürdükleri ayrım gözetmeyen yalın suikast eylemleri, bu çevrelerce, marksizmin "bireysel terörizm" konusundaki açık karşıtlığının gölgesinde, kolayca "terörizmin pratiği" olarak gösterilmesi, kamuoyunun "hislerine tercüman" olunmasından öte bir değer taşımıyordu. Amaç, varılmak istenen hedef, her nasıl olursa olsun, ülkemizin gündeminden, özel olarak devrimci mücadeleyi, genel olarak da şiddete dayanan devrim anlayışını çıkarmaktı. Demokratik halk devrimi ile kurulacak gerçek bir halk demokrasisinin, genel ve soyut bir "demokrasi" ile yer değiştirmesinin getirdiği rahatlık, bu hedefin gerçekleştirilmsini kolaylaştırıcı gibi görünüyordu.
"Aman uslu durun, yoksa faşizm gelir" teraneleriyle faşist milislere karşı mücadeleyi bile engellemeye çalışan zihniyetin, giderek genelleşmesi hiç de şaşırtıcı değildir. 12 Eylül'ün yaygın terörüyle ortaya çıkan pasifikasyon ve depolitizasyon ortamında, revizyonizmin düşünce alanında yaygınlaşması çok doğaldır. Özellikle SSCB'nin yokedilmesine yönelen bir süreçte, marksizmle olan dışsal tüm bağlarını koparan revizyonizmin yeni çehresi, oportünist politikalarla pasifize edilmiş bir sol kitle içinde uygun bir elbise olmuştu. "Devrimci demokrasi"den "demokrasi"ye, "devrimci"likten "demokrat"lığa kayış 1989 yerel seçimleriyle birlikte daha da hızlanmıştır. Artık herkes, devrimsiz, dolayısıyla kansız bir demokrasi beklentisi içinde bireyselliğinin keyfini günlük maişet derdiyle birlikte sürmeye başlamışlardı. Ama "uslu durun faşizm gelir" umacısını da kullanamayacakları ortaya çıkmıştı. Böylece "aman uslu durun, yoksa demokrasi gelmez" zihniyeti her yeri sarmaya başladı.
Böylesi bir ortamda DYP-SHP hükümetinin demokrasi, insan hakları konusunda olduğu kadar, yolsuzlukların hesabının sorulması konusunda da hiçbir icraatta bulunmamalarına rağmen halkın %60'ına yakın bir kesiminin desteğini alabilmiş olması garipsenecek bir durum değildir.
Bu gelişmeleri anlamak için, ne gerillanın bilanço çıkartması gerekiyor, ne de Amerikan emperyalizminin 1980 sonrası uygulamaya soktuğu "Demokrasi projesi"ni bilmek gerekir. Olgular açık ve nettir. 12 Mart döneminde Ecevit'in söylediği sözler (ki kendisi unutalı çok olmuştur) bu durumu yeterince açıklar: "Baskıyı, baskı yapanlar değil, baskıya boyun eğenler getirir". Herşey bu kadar yalındır.
Çarpık bir devrim anlayışının egemen olduğu bir sol hareketin, demokrasi konusunu bile kavrayamaması ne kadar şaşırtıcı değilse, yıllarca devlet teröründen uzak kalabilmek için her türlü yolu denemiş insanların mücadelesiz bir demokrasi beklentisine girmeleri de o kadar şaşırtıcı değildir. Ama bu anlayışın, sıradan ve sınırlandırılmış bir demokrasiye bile sahip olamayacağı da açıktır. Bu gerçeğı E. İnönü, "mücadelesiz bu işler olmaz" diyerek Ankara girişinde polislerin saldırısından şikayetçi olan "memur" yürüyüşçelerinin yüzlerine söyleyebiliyordu. (Bu olay, soldaki kavrayışın E. İnönü'nün demokrasi kavrayışının dahi gerisinde kaldığını göstermesi açısından örnek gösterilebilir. Ankara girişinde otobüslerin camlarından "Yaşasın Sendika, İşte Geldik Ankara" diye slogan atarlarken, kendilerini Ankara'ya yürüyen Zonguldak işçilerinin yerine koymaları da ilginçti. Daha iki ay önce 1 Mayıs günü Taksim meydanına çıkmayı bir yana bırakan bir kitlenin SSK Genel Müdürlüğü'ne gelmeleri ile Zonguldak işçilerinin Çankaya'yı hedefleyen yürüyüşüyle özdeşleştirilmesi, olsa olsa sınıf farkıyla açıklanabilir.)
"Hak verilmez, alınır" sözünün bir başbakan yardımcısı tarfından kolaycılığa, fırsatçılığa karşı böylesine rahatça söylenebilmesi, herşeyin nasıl bir değişim ve bozulma sürecinden geçtiğini açıkça göstermektedir.
Böylesine bir zihniyet dünyası karşısında "devrimsiz demokrasi kurulamaz" belirlemesinin ne denli "soyut ve slogancı" bir iddia olarak ilan edileceği de ortadadır. Ancak emperyalist çağda gerçek demokrasisinin, halk demokrasisinin kurulabilmesinin temel koşulunun anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim olduğunu her zamankinden daha çok anlatmak gerektiği de ortadadır.
Bilinebileceği gibi, demokrasi sorunu, yalın yasalar sorunu değildir. Yani sadece üst yapının hukuki planda düzenlenmesiyle demokrasi kurulamaz. Demokrasi, ister burjuvazinin devrimci olduğu çağda olsun, isterse proleteryanın öncülüğünde kurulacak halk demokrasisi olsun, üst yapının topyekün altüst (devrim) olmasıyla kurulabilir. Bizim gibi ülkelerde, klâsik burjuva demokrasisinin kurulabilmesi için iki temel engelin, yani emperyalizm ve oligarşinin egemenliğinin ortadan kaldırılması gerekir. Emperyalizmin ve oligarşinin egemenliğinin salt üst-yapısal olmaması, demokrasi sorununun ekonomik temellerini de ortaya çıkarır. Alt-yapıda emperyalist ekonominin egemenliği sürdüğü sürece, üst-yapıda gerçekleştirilecek bir devrim, uzun dönemde demokratik hak ve özgürlüklerin rafa kaldırılması sonucunu verecektir.
Emperyalist üretim ilişkileri tasviye edilmedikçe, kalıcı bir demokrasi kurulamayacağı gerçeği, küçük-burjuva radikalizminin devletin ekonomi üzerindeki müdahalesinin geri-bıraktırılmış ülkeler düzeyinde biçimlenişidir. Bu ilişkiler, devletin bu ilişkilere uyumlu hareketini, er ya da geç zorunlu kılacaktır. Emperyalist hegemonyanın bir sonucu olarak sürekli var olan ekonomik buhran koşullarında, devlet, aynı zamanda buhranın bedelinin halka ödettirilmesinin bir aracıdır. Ücretlerin belirlenmesinde devletin belirleyiciliği, aynı zamanda, bu belirlemeye karşı gösterilecek tepkilerin pasifize edilmesinde de ortaya çıkmak durumundadır. Bu yüzden, devlet aygıtı da buna bağlı olacaktır. Oligarşik yönetimin temeli bu ekonomik yapıdır.
Bu nedenle, devletin demokratikleştirilmesi, ekonominin emperyalizme olan bağımlılığının ortadan kaldırılmasından ayrılamaz. Ve bu zorunlu bütünlüktür ki, düzen politikasının hiçbiri, isterse sosyalist olduklarını ileri sürsünler, devleti demokratikleştiremezler. Şili örneği, bu açıdanda yeterince öğreticidir.
Ekonomik yapı ile devletin demokratikleştirilmesinin bu ilişkisini küçük bir örnekle açıklayalım.
Bilindiği gibi, ülkemizin toplumsal yapısında karayollarındaki ticari taşımacılık özel bir yere sahiptir. Bu taşımacılık, ülkemizde önemli bir şoför tabakası oluşturmaktadır. Mal taşımacılığında kamyon sürücüleri, toplu taşımacılıkta otobüs sürücüleri, toplumsal ve kişisel ilişkiler alanında da pekçok etkiye sahip aktif bir kesim oluşturur. Öyle ki arabesk müziğin temel tüketicisi bu kesimler olmuştur. Otobüs şoförleri açısından bakacak olursak, otobüslerin bir kısmı yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geliştirilmiş otomotiv sanayinin ürünüdür (MAN ve Mercedes). Bunun dışındakiler ise, 1980 sonrasında ithalatın serbest bırakılmasının ürünüdür (Setra, DAS, Neoplan, Scania, Mitsubishi). Mal taşımacılığında ise, sadece kamyonların değil, taşınan malların büyük bir kısmı emperyalist üretim ilişkilerinin ürünleridir. Tarımsal ürün taşımacılığı dışındaki hemen hemen tüm mallar yeni-sömürgecilik yöntemleriyle ortaya çıkarılmış olan pazarlara yöneliktir. Diyebiliriz ki, taşımacılık sektörü tümüyle emperyalist hegemonyaya göre biçimlenmiştir. Bu nedenle, emperyalist üretim ilişkilerine yönelik her hareket, bilinçsiz bir sürücü kitlesinin tepkisine maruz kalabilecektir. Bunların ticaret burjuvazisine olan bağımlılığı ve onların ücretli çalışanı durumunda bulunmaları, ticaret burjuvazisi tarafından kolayca yönlendirilebilinmelerini olanaklı kılmaktadır. Şili'de Allende yönetimine karşı başlatılan taşımacılık boykotunun ne denli etkili olduğu görülmüştür.
Bu gerçekler 1978-79 yıllarında Ecevit hükümetine karşı oligarşinin yürüttüğü kampanyada açıkça görülmüştür. TÜSİAD'ın günlük gazetelere verdiği tam sayfa ilanlarla başlayan kampanya, halkın günlük yaşantısında önemli yere sahip olan ürünlerin üretiminin en alt düzeye indirilmesiyle devam etmiştir. Elektrik ampülünden sana yağına kadar hemen her ürün bulunamaz olmuştur. Bunun halk kitleleri üzerindeki etkisi ortaya çıkan kuyruklarda bekleme sıkıntısından çok daha büyük olmuştur.
Yine günümüzde DYP-SHP koalisyon hükümetinin çalışma yasaları konusunda yapmayı taahhüt ettiği bazı değişiklik önerileri (özellikle işten çıkarmalar için) oligarşi ve oligarşi dışı tüm sömürücü sınıfların birleşik hareketini ortaya çıkarmıştır.
Salt bu olgular bile, siyasal demokrasinin burjuva anlamda bile gerçekleştirilmesinin ekonomik bir dönüşüm olmaksızın olamayacağını gösterir. Aynı şekilde, geri-bıraktırılmış ülke ekonomilerinin dengesini emperyalist metropollerde bulması gerçeği, emperyalizmin dünya çapındaki ekonomik buhranıyla bu ülkelerdeki siyasal yönetim biçimleri arasında belli bir bağımlılık ilişkisi yaratmıştır. Emperyalizmin ekonomik buhranının bedelinin geri-bıraktırılmış ülkelere ödettirilmesi, ancak bu ülkelerdeki siyasal yönelimin halk kitlelerinin tepkilerini pasifize edebildiği oranda olanaklıdır. Buda sık sık gündeme gelen askeri darbelerin temel nedenlerinden birisidir. Sürekli ve genel bunalımın, geri-bıraktırılmış ülkelere şiddetle yansımasının ürünü olan sürekli milli kriz, aynı zamanda biçimsel bir demokrasinin bile sürekli olamayacağını ifade eder. İçte sömürge tipi faşizmin varlığı ve bunun gizli faşizm olarak sürdürülmesinin geçiciliği budur.
Bizim gibi ülkelerde, bu temel olgular varlığını sürdürebilen herhangi bir siyasal hareketin, görece kalıcı bir demokratik işleyiş ortaya çıkarabilmesi bile, hemen hemen devrimci bir alt-üst etkisi yapacak uygulamalar gerektirir.
"Polis katili insan hakları" diye slogan atan bir polis teşkilatının olduğu bir ülkede, insan haklarına saygılı demokratik bir siyasal yönetim kurulabilinmesinin yolu, tartışma götürmez bir biçimde, bu polis teşkilatının lağvedilerek, yerine yeni bir iç güvenlik örgütü kurulmasından geçer.
Aynı şekilde, anayasal bir kurum olarak ordunun ülkenin siyasal yönetiminde sürekli söz ve pay sahibi olmasının aracı olan Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) olduğu bir ülkede, demokratik bir anayasanın yapılmasında bu kurulun lağvedilmesi zorunludur. MGK gibi bir kurumun ortadan kaldırılması ise, emperyalizm ve oligarşinin siyasal zor araçlarının pratik kullanımını büyük ölçüde zora sokacağı ortadadır. Salt işkenceci polislerin ve Amerikancı generallerin görevden alınması yeterli değildir (ki salt bu uygulama bile olağanüstü zordur). Bunları yaratan örgütlenme tarzının ortadan kaldırılması gerekir. Bu ise tam bağımsız bir dış politika ile tamamlanmak zorundadır.
Burada, reformist bir hükümetten yola çıktığımızda bile biçimsel bir demokrasinin ortaya çıkartılmasının ne denli zor olduğu görülmektedir. Salt işkenceci polislerin görevden alınarak yargılanması ve Amerikancılığı kitlelerce bilinen generallerin ordudan uzaklaştırılması için, ayrıca bu silahlı güçlerin (ordu ve polisin) olası direnmesini kıracak bir silahlı güç zorunlu olmaktadır. Polisi mevcut ordu gücüyle, orduyuda mevcut polis gücü ile etkisizleştirmenin olanaksız olduğu yaşanılıp görülmüştür. Demek ki, reformist bir hükümet bile, demokratik bir yönetim için, ordu ve polis dışında bir silahlı güce ihtiyacı vardır. Bu da halkın silahlandırılmasından başka birşey değildir. Nizam-ı Cedid, Asakari-Mansuriye gibi yeniçeri ocağını (dönemin temel silahlı gücü, ordusu) kaldırmak için kurulan silahlı güçlerin, Osmanlı tarihinde padişahların bile nasıl başını yediğini, bu ülkenin her siyasal yöneticisi çok iyi bilir.
Diyebiliriz ki, insan haklarına saygılı demokratik bir yönetimin varolabilmesi için, mevcut ordu ve polis teşkilatının lağvedilmesi şarttır ve bunun gerçekleştirilmesi halkın silahlandırılmasından geçer. Allende'nin bile başaramadığı bu uygulamanın, ülkemizde herhangi bir reformist hükümet tarafından başarılacağını sanmak yada bunun bir başka yolu olduğunu varsaymak, düpedüz budalalıktır.
DYP-SHP koalisyonunun biçimsel bir demokratik anayasa ve yasalar düzeni ortaya çıkarabilmesinin bazı nedenleri de vardır. Bunlar ikincil olmakla birlikte, solda ve kitleler üzerinde demokratik gelişmeler olabileceği umudu yarattığı için ele alınması zorunludur.
Bugünkü iktidarın demokratikleşme politikasının temel unsurlarını kısaca anımsayalım:
1-Seçme yaşının 18'e, seçilme yaşının 25'e indirilmesi.
2-Özerk üniversite.
3-Özerk TRT.
4-İşkencenin önlenmesi.
5-Sendikalar yasasında, grevi sınırlayan anti-demokratik hükümlerin ortadan kaldırılması ve çalışma yaşamında keyfi işten çıkartmaların engellenmesi.
6-Sağlık hizmetlerinin sosyalizasyonu.
7-Nispi temsile uygun bir seçim yasasının çıkartılması.
8-Yolsuzlukların hesabının sorulması.
9-Memurların sendikalara üye olma ve kurma hakkının yasallaştırılması
10-Dernekler yasasının demokratikleştirilmesi.
Bunlardan memur sendikalarının yasallaştırılmasını ele alalım: Ülkemizde memurların sendika kurabilme hakkı 1961 anayasasında yer almıştır. Ancak bu anayasal hak, memur sendikalarının toplu sözleşme ve grev hakkını içermemektedir. Ve TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) bu anayasal hakla kurulmuş en büyük "memur" sendikası olarak faaliyet yürütmüştür. 12 Mart döneminde anayasada yapılan değişiklikle bu hak ortadan kaldırılmış ve TÖS kapatılmıştır. TÖS'ün faaliyet döneminde yaptığı büyük öğretmen boykotu, toplu sözleşme ve grev hakkının önemini ortaya koyduğu gibi, "boykot" bağlamında bile bir faaliyetin ne denli büyük bir zor uygulaması yarattığını hemen herkes görmüştür.
DYP-SHP koalisyon hükümeti, 1982 anayasasında açık bir hüküm olmamasıyla kurulmuş memur sendikalarını, anayasal bir kurum haline getireceğini ilan etmiştir. Haziran ayında yapılan "memur yürüyüşleri" ile hakkın, grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı olarak anayasaya geçmesi istenmektedir. Böyle bir hakkın alınmasının, ülke tarihi açısından büyük bir adım olacağı da ortadadır. Ama devlet aygıtının sivil bürokrasisini oluşturan kesimin, böylesine bir hakla örgütlenmesinin, oligarşik yönetim açısından, devlet aygıtını uzun yıllar denetime almak için yürüttüğü çabaların büyük bir darbe yemesi sonucu doğuracağı da açıktır. Böylece memurların grevli ve toplu sözleşmeli sendika kurma hakkı, aynı zamanda, oligarşinin devlet aygıtı üzerindeki mutlak egemenliğini zayıflatacak niteliktedir ve siyasal bir mücadele haline gelmektedir. Sözcüğün tam anlamıyla demokratik mücadelenin gerçekliği burda ortaya çıkmaktadır. [*]
Mevcut koalisyon hükümetinin böylesine bir demokratikleşmeyi yapıp yapamayacağı konunun bir yanı iken, diğer yanı uzun dönemde, bu demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmişliğinin, hükümetler değiştiğinde ne denli kalıcı olacağıdır.
Birinci yan oldukça açıktır. Demokrasi sorunu, birkaç iyi niyetli politik yöneticinin sorunu değildir. Ama mevcut koalisyonun bunları gerçekleştirebilmesi -aktif bir halk desteği olmadığı koşullarda- olanaksızdır. Yapabileceği göstermelik birkaç değişiklikten ibarettir.
Koalisyonun ana gücü olan DYP, siyasal parti olarak temsil ettiği sınıfların özelliğini yansıtır. Bu sınıflar, emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesinden zarar gördükleri oranda demokrasi yanlısıdırlar, oligarşi ile uzlaştıkları oranda oligarşik yürütmenin sürdürülmesinin baş savunucuları olarak faaliyet gösterirler. Bunun tipik örneği TBMM'de görülmüştür. SHP'den seçilmiş bazı milletvekilerinin meclis kürsüsünden zorla indirilmesinde başı çekenlerin DYP milletvekilleri olduğunu herkes bilmektedir. Aynı şekilde, 1991 Nisan ayında çıkartılan "anti-terör" yasasına eklenen infaz indirimi hükümlerinden "solcuların" yararlandırılmaması için en büyük çabayı DYP'liler göstermiş ve ANAP milletvekillerini bunun vebalinden sorumlu tutacaklarını ilan etmişlerdir. Sonuçta "anti-terör yasası", devrimci tutsaklar için bir yıllık indirim getirirken, tüm faşist katiller tahliye edilmiştir. Sonuçta anayasa mahkemesi yasanın hükümlerinin bazılarını kısmen bozarak, kısmi bir "eşitlik" sağladıysa da, DYP'nin etkin muhalefetinin ne denli demokratik olduğunu ortaya koymuştur.
Böyle bir siyasal partinin, henüz bir yıl geçmeden "anti-terör yasası"nın kaldırılmasını gerçekleştireceğini sanmak ne denli saçmaysa, bu yasanın devrimci tutsaklara getirdiği özel hükümlerin kaldırılacağını sanmakta aynı oranda saçmadır. Ve koalisyon yedi aydır görevde olmasına rağmen, yılbaşı, şeker bayramı ve kurban bayramında mahkumlara verilen açık görüş, devrimci tutsaklara tanınmamıştır. (Bunun yerel cezaevi yöneticilerince idare edilerek gerçekleşmesinin hiçbir anlamı yoktur.) Aynı şekilde, "anti-terör yasası"nda, "terör suçlusu" ilan edilen devrimci tutsakların özel cezaevlerinde tutulması hükmü varlığını sürdürüken (ve bu yolla sürekli bir tehdit aracı ortaya çıkmışken) bir Eskişehir cezaevinin kapatılmasının sadece görünüşü kurtarmak olduğu ve DYP'nin SHP'ye verdiği bir geçici taviz olduğu unutulmamalıdır.
İşte bu ve buna benzer bir dizi nedenlerden dolayı hükümetin DYP kanadının gerçek bir demokrasi hedefine sahip olmadığını söylüyoruz. Aynı şekilde SHP'nin olası demokratikleşme hedefinin oligarşik yönetim koşullarında hiç bir zaman gerçekleşmeyeceği de ortadadır.
Devrimcilerin, ülkede, tüm kurum ve kuruluşlarıyla gerçek ve kalıcı bir demokrasinin kurulabilinmesinin yolunun demokratik halk devriminden geçtiğini söylemelerinin nedenleri, kısaca bunlardır. Bu yüzden halkın silahlı örgütlenmesine dayalı bir mücadele her zamankinden çok daha elzemdir. "Anarşi ve törör" demagojisinin etkisi ne denli büyük olursa olsun, bu gerçekler gün be gün insanların karşısında duracaktır.
Dipnot
[*] Ülkemiz solunda, ekonomik-demokratik, politik ve ideolojik mücadele olarak üçlü anlayışın sık sık birbirine karıştırıldığı bilinen bir gerçektir. Herhangi bir ekonomik faaliyetin aynı zamanda demokratik mücadele niteliği taşımasının, oligarşik yönetimin yasallığının sınırlarıyla ilintili olduğu hep gözden kaçırılmıştır. Bu yüzdende demokratik mücadele ile "demokrasinin sınırlarının genişletilmesi" mücadelesi ayrı mücadeleler olarak sunulmuştur. Aynı şekilde herhangi bir ekonomik eylemin, oligarşik yönetimin yasal sınırlamaları ve siyasal zoruyla yüzyüze gelmesiyle ortaya çıkan siyasallaşma da, iktidar mücadelesi olarak politik mücadelenin unutturulması için kullanılmıştır. Yukarda sözünü ettiğimiz içeriği ile demokratik mücadele, tüm bu çarpıklığın net bir sergilenmesi niteliğindedir.