1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günüdür. 1 Mayıs, işçi sınıfının, burjuvaziye karşı, kapitalizme karşı mücadelesinin, birlik ve dayanışmasının bir simgesidir. 1 Mayıs, işçi sınıfının her simgesi gibi, çekiç-orak gibi, sıkılı bir yumruk gibi, kızıl yıldız gibi, her zaman burjuvazinin en şiddetli saldırısına maruz kalmıştır. 1 Mayıs günlerinde yaşanılan olaylar, burjuvazinin işçi sınıfının bu simgesine saldırarak, onun ana gücünü, sınıf gücünü sindirme çabalarının ürünüdür. Burjuvazi, siyasal zoru ile işçi sınıfını sindirme çabalarının yanında, onun sınıf bilincini bulanıklaştırmak, çarpıtmak amacıyla ideolojik saldırılarını da sürdürmüştür. İşçi sınıfı, her zaman ve her yerde, burjuvazinin bu ideolojik ve politik saldırılarına karşı durmak ve kendi mücadelesini sürdürmek durumundadır. Bunun için, işçi sınıfının siyasal olarak örgütlenmesinden ve Marksist-Leninist ideolojiyi savunmaktan başka bir silahı yoktur. İşçi sınıfının ve tüm halkın kurtuluşunun tek yolu Marksist-Leninist ideolojiye sahip işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilecek bir devrimdir. Ülkemizdeki olaylara bakıldığında bu açıkça görülecektir. 1990'ların dünyasında, SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında, burjuvazi, özellikle de emperyalist burjuvazi "globalizm", "yeni dünya düzeni" propagandalarıyla, işçi sınıfına karşı elde ettikleri geçici zaferlerini kutladıkları bir evrede, son yirmi yılın en ağır ekonomik krizi ile karşı karşıya kalmıştır. Burjuva ekonomistlerinin diliyle söylersek, 1997 "Asya Krizi" ile görünür olan emperyalist sistemin ekonomik krizi, plansız, programsız ve sadece kâr amacıyla yapılan üretimin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalist sistemin bu aşırı-üretim krizinin en temel özelliği, emperyalist metaların satılabilmesi için geri-bıraktırılmış ülkelere verilen kredilerin tarihte görülmedik boyutlara ulaşmasıdır. Gerek devlet kredilerinde, gerekse "tüketici kredileri"nde meydana gelen bu büyük artışlarla yapılan satışların ardından patlak veren ekonomik kriz, alınan kredilerin ödeme zamanının gelmesiyle ortaya çıkmıştır. İşte ülkemizde Aralık 1999'da IMF ile yapılan stand-by anlaşması böyle bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Gerek devlet kredilerinin, gerekse "tüketici kredileri"nin tahsil edilmesi, yapılan anlaşmanın özünü oluşturmuştur. Devletin kredi borçlarının ödenebilmesinin tek yolu ise, halkın her kesiminin elinde bulunan varlıklara el konulmasından geçmektedir. Bu, en açık ifadeyle, işbirlikçi burjuvazi dışında, elinde az ya da çok mülkü olan herkesin mülksüzleştirilmesini gerektirmektedir. Ülkemizde IMF anlaşmasının yapıldığı Aralık 1999'dan 22 Şubat 2001 gününe kadar yürütülen ekonomi-politikalar sonucunda, başta işçiler, köylüler ve memurlar olmak üzere tüm halkın milyarlarca dolarlık değerlerine, emeklerine el konulmuştur. Ancak emperyalist-kapitalizm içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkabilmek için, küçük ya da büyük her mülk sahibini mülksüzleştirmek zorundadır. İşte bunun sonucu olarak, küçük esnaftan küçük ve orta ölçekli işyeri sahiplerine kadar her kesimin mülksüzleştirilmesi IMF anlaşmasının en son geldiği yer olmuştur. Aldıkları düşük faizli kredilerle ithal malları satıcısı olarak IMF anlaşmasının destekleyicisi olan küçük esnaf ve işyeri sahipleri elde ettikleri kârlarla "globalizm"in nimetlerinden yararlanırlarken, bir gün ödeme zamanının geleceğini hiç düşünmemişlerdir. Ve bugün sokaklarda protesto eylemleri yaparak, polisle çatışırak ödeme zamanını geciktirmeye çalışmaktadırlar. Onlar, mülksüzleşerek işçi olmaktan korkmaktadırlar. Ancak korkunun ecele faydası yoktur. Emperyalist-kapitalizm onları mülksüzleştirmeden varolamaz ve kendi işbirlikçilerini bunları yapmaksızın besleyemez. Her türlü propaganda aracı kullanılarak 1980'lerde T. Özal'ı desteklemeye yöneltilen, 1990'larda ANAP'a, DYP'ye, DSP'ye oy veren küçük esnaf ve işyeri sahipleri mülksüzleşeceklerini ve bunun kaçınılmaz olduğunu hissettikleri bir evrede, önce RP (FP)'ye, sonra MHP'ye yönelmişlerdır. RP'nin "ümmetciliği"nin ya da MHP'nin "milliyetçiliği"nin kendilerini kurtaracağını düşünmüşlerdir. RP-DYP koalisyon hükümetiyle, RP'nin iktidar yapılmayacağı görülmüş, ama MHP'nin, kuruluşundan itibaren emperyalizmin kendi çıkarları için kullandığı bir araç olduğunu, tüm "milliyetçi" söylemine karşın yabancı tekellerin temsilcisi olduğunu görmemişler, görmek istememişlerdir. Ve bugün, mülksüzleşmenin tam ortasında, yeniden ve bir kez daha FP'nin "Arap ülkelerinden" getireceğini söylediği paranın kurtarıcılığından medet umarken, her türlü demokratik hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı bir askeri yönetimin kurulması beklentisine sokulmuşlardır. Arkalarında olduğu söylenen "genelkurmay" desteği ile polisle çatışan küçük esnaf ve işyeri sahipleri, bu arayışları ile kendi mezarlarını kazdıklarının farkında bile değillerdir. Onlar, mülksüzleştirilmelerinin ülke içindeki yürütücüleri olan TÜSİAD'ın, emperyalizmin (dolayısıyla IMF'nin) işbirlikçisi olduğunu görmezlikten gelerek, bir daha dirilmemek üzere toprağa gömüldüklerini anlamış bile değillerdir. Kendilerinin kaybettiklerini TÜSİAD'ın kazanacağını görmemektedirler. Emperyalist-kapitalizm varolduğu sürece, yoksullaşma ne denli kaçınılmaz ise, bir kısım işbirlikçiler hariç, tüm mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmeleri o denli kaçınılmazdır. Bu düzen sorunudur. Mevcut düzenin hiçbir siyasal partisi ya da askeri yönetimi bu gidişi durduramaz. Yapabilecekleri tek şey, mülksüzleşenlerin sessiz sedasız kendi kaderlerine boyun eğmelerini sağlamaktır. Kendilerine verilecek küçük tavizler, gelecekteki büyük mülksüzleşmenin bir örtüsü durumundadır. Yoksullaşma ve mülksüzleşmenin sona erdirilmesinin tek yolu, mevcut düzenin yıkılmasından gerçmektedir. Ve bunu gerçekleştirebilecek tek güç, başta işçi sınıfı olmak üzere, köylüler, küçük esnaf, zanaatkar, memur, kısacası tüm halktır. 2001 yılının 1 Mayıs'ı, emperyalizme, kapitalizme, yoksullaşmaya, mülksüzleşmeye karşı tüm halkın birlik ve dayanışmasının gösterildiği bir gün olmalıdır. 2001 yılının 1 Mayıs'ı, hür türlü özel çıkarın ve istemin bir yana bırakıldığı, tek bir istemin, mevcut düzenin değişmesi isteminin ortaya konulduğu bir gün olmalıdır. Ancak şu asla unutulmamalıdır: 12 Eylül 1980 askeri darbesinden günümüze kadar süre gelen depolitizasyon ve pasifikasyon her kesimi örgütsüzleştirmiştir. Örgütsüz bir halk, ne denli savaşkan olursa olsun, yenilmeye mahkumdur. TEK YOL DEVRİM! KURTULUŞA KADAR SAVAŞ! |