ÜÇÜNCÜ KİTAP
GENEL OLARAK STRATEJİ
BÖLÜM I
STRATEJİ
Strateji kavramı İkinci Kitabın ikinci bölümünde söyle tanımlanmıştı: strateji, muharebenin savaşın amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanılmasıdır. Aslında strateji sadece muharebe ile uğraşır, fakat strateji teorisi bu özel faaliyetin başlıca aracını, yani silahli kuvvetlerin hem doğrudan doğruya kendilerini hem de belli başlı ilişkilerini ele almak zorundadır, çünkü muharebeyi belirleyen ve muharebeden doğrudan doğruya etkilenen bu silahlı kuvvetlerdir. Muharebenin kendisi de, hem muhtemel sonuçları açısından hem de ortaya koyduğu en önemli manevi ve fikri güçler açısından incelenmelidir.
Strateji muharebenin savaşın amacı doğrultusunda kullanılmasıdır. Buna göre, savaş eyleminin tümüne, savaşın amacına, uyan bir hedef göstermesi gerekir. Diğer bir söyleyişle strateji savaş planını yapar ve öngörülen hedefe göre ona ulaşılmasını sağlayacak bir dizi eylem saptar; ayrı ayrı seferlerin planlarını hazırlar ve her birinde verilecek muharebeleri örgütler. Bütün bu kararları, her zaman gerçekleşmeleri mümkün olmayan bir takım varsayımlara dayanarak almaktan başka çare olmadığına ve daha ayrıntılı bir takım tedbirleri önceden almaya
(sayfa 203) imkan bulunmadığına göre, strateji orduya muharebe meydanında eşlik ederek ayrıntılara ilişkin gerekli tedbirleri yerinde almak, ve genel planda durmadan değişiklikler yapmak gerekeceğinden bunlara da yerinde karar vermek zorundadır. Yani strateji bir an için bile işin yakasını bırakamaz.
Fakat bu her zaman böyle olmamış, yani bu görüş her zaman geçerli sayılmamış ve stratejik sorunlar ordu içinde değil, kapalı kapılar arkasında halledilmeye çalışılmıştır. Oysa, eskiden çok yaygın olan bu uygulamaya ancak strateji odasının orduya çok yakın bulunması halinde izin verilebilir; bu takdirde ise strateji odasına ordunun genel karargâhı gözü ile bakılabilir.
Strateji planlarını hazırlarken teori onu izleyecek, daha doğrusu olaylara ve karşılıklı ilişkilerine ışık tutacak ve bunlardan çıkarılabilecek birkaç ilke veya kuralın üzerine parmağını basacaktır.
Savaşın ne kadar çok sayıda önemli sorunları kapsadığına dair kitabımızın birinci bölümünde söylediklerimizi hatırlayacak olursak, bunların hepsini düşünmenin olağanüstü bir kavrama gücünü gerektirdiğini anlarız.
Bir hükümdar ya da komutanın dehasını en iyi kanıtlayan şey, ne bir eksiğini ne de bir fazlasını yapmadan, savaşı araç ve amaçlarına tam bir uygunluk içinde örgütlemeyi bilmesidir. Ancak bu dehanın etkileri, yeni icat edilmiş çarpıcı eylem biçimlerinden ziyade, tüm savaşın başarılı nihai sonucunda görülür. Hayranlıkla seyretmek istediğimiz şey, sessiz sedasız varsayımların doğru çıkması, tüm bir eylem biçimindeki gösterişsiz uyumdur ki, bu da ancak sonuçta gösterir kendisini.
Bu uyumu savaşın nihai sonucunda görmesini bilmeyen tarihçi, dehayı bulunmadığı ve bulunamayacağı yerde arar.
Stratejinin kullandığı biçimler ve araçlar aslında öylesine basit, ve sık sık tekrarlandıkları için herkesçe öylesine iyi bilinen şeylerdir ki, bunları şatafatlı sözlerle şişiren bir eleştiri sağduyu sahibi bir kimseye sadece gülünç
(sayfa 204) gelir. Örneklerine binlerce kez raslanmış olan bir çevirme hareketi kah olağanüstü bir deha eseri, kah derin bir kavrayış, hatta bilgeliğin kanıtı olarak görülüp göklere çıkartılırsa, savaş edebiyati için bundan daha saçma bir şey tasavvur edilebilir mi?
Fakat bundan da daha gülünç olan, eleştiricinin, sokaktaki adamın değersiz görüşüne katılarak, manevi verilerin tümünü teorinin dışında bırakmak ve sadece maddi güçleri dikkate almak istemesidir. Böylece her şey denge ve üstünlük, zaman ve mekan gibi birkaç matematiksel ilişkiye, birkaç açı ve doğruya indirgenmiş olur. Her şey bununla olup bitseydi, savaş olsa olsa bir ilkokul öğrencisine verilecek bir ders problemi olabilirdi.
Kendimizi aldatmayalım: bilimsel formül ve problemlerle hiç bir ilgimiz yoktur. Aslında maddi ilişkiler son derece basittir. Zor olan, işin içine giren manevi güçleri kavramaktır. Fakat bu alanda bile, karışıklıklar, manevi niceliklerle veriler arasında büyük farklılıklar stratejinin ancak en üst tabakalarında ortaya çıkar. Stratejinin polltikaya ve Devlet yönetimine yaklaştığı, daha doğrusu bunlarla özdeşleştiği bu yüksek düzeylerde ise, artık söz konusu olan uygulama biçimleri değil, neyin ne kadar az veya ne kadar çok yapılması gerektiğidir. Savaşın büyük veya küçük münferit hareketlerinde olduğu gibi, uygulama biçimlerinin ağır bastığı yerde, manevi veriler zaten oldukça sınırlıdır.
Görüldüğü gibi stratejide her şey çok basittir, fakat bu her şey çok kolaydır anlamına gelmez.
Devletin içinde bulunduğu sartlara bakarak savaştan ne istediğimizi ve ne isteyebileceğimizi bir kere tayin ettik miydi, bunun yolları ve çareleri kolayca bulunur. Ancak bu yolu inatla takip etmek, binlerce değişik olayın etkisi altında binlerce defa amacımızdan sapmadan planımızı uygulamak büyük bir karakter kuvveti, uyanıklık ve dayanıklılık ister. Kimi zekası ile, kimi kavrayışı ile, kimi yiğitliği veya enerjisi ile temayüz etmiş binlerce kişi arasından, bir komutanı meslek hayatında ortanın üstünde
(sayfa 205) bir düzeye çıkarmak için gerekli bütün nitelikleri kendinde toplayan belki bir kişi bile çıkmaz.
Bazılarına belki garip gelecek ama, savaşın ne olduğunu bilenlerin kuşkusuz kabul edecekleri bir gerçektir ki, stratejide önemli bir karar almak için, taktik alanda gerekli olduğundan çok daha kuvvetli bir irade gücüne ihtiyaç vardır. Taktikte komutan belli bir anın gereğini yerine getirmek zorundadir, kendisini o anın akıntısına kaptırır, yok olmak tehlikesini göze almadan bu akıntıya karşı koyamaz, birliğinden yükselen korkuları da yenerek cesaretle ileri atılır. Oysa, stratejide her şey çok daha yavaş hareket eder, gerek kendimizin gerek başkalarının düşünce, tahmin ve görüşlerine çok daha fazla yer vermek gerekir. Karşılıklı itiraz ve serzenişlerin, dolayısıyla mevsimsiz pişmanlıkların da daha büyük bir payı vardır stratejide. Stratejide, taktikte olduğunun aksine, olayların hiç değilse yarısını gözlerimizle görmek olanağına sahip değiliz; her şeyi kafamızla kurar, tahmin eder, varsayarız; böylece inançlarımız da taktikteki kadar sarsılmaz değildir. Nitekim, pek çok komutan, tam harekete geçmeleri gerektiği bir anda, şüphe ve tereddütlere kapılıp elleri böğürlerinde kalmışlardır.
İsterseniz tarihe söyle bir göz atalım: güzel yürüyüşleri, güzel akınları ve manevraları ile ünlü Büyük Frederik'in 1760 seferi üzerinde duralım. Eleştiricilere sorarsanız, strateji sanatının bir şaheseridir bu sefer. Oysa, Kralın önce Daun'un sağ kanadını, sonra sol kanadını, daha sonra yine sağ kanadını, vb. çevirmeye kalkmasında gerçekten hayran kalacağımız bir şey var mıdır? Bütün bunlarda derin bir zekanın belirtilerini görmek zorunda mıyız? Hayır, hiç de böyle bir zorunluluk yoktur: tabii olayı soğukkanlılığımızı kaybetmeden sağlam bir kafa ile irdeleyecek olursak. Eğer Kralın aklına mutlaka hayran olmak istiyorsak, büyük bir amaca sınırlı araçlarla ulaşmak istemiş olmasına, kuvvetinin ötesinde hiç bir şeye kalkışmamış olmasına, hedefine ulaşmak için
sadece yapılması gerekeni yapmış olmasına hayran olalım!
(sayfa 206) Komutanda bulunması gerekli olan akıl ve basiret! Büyük Kralın sadece bu seferinde değil, giriştiği üç savaşta da görürüz.
Büyük Frederik'in hedefi, Silezya'ya sağlam temellere oturan bir barış getirmekten ibaretti.
Genellikle öteki Devletlerden hiç bir farkı bulunmayan küçük bir Devletin başında, belki onlardan sadece bazı yönetim dallarında biraz daha ileri bir Devletin kralı olarak, bir İskender olamazdı elbette. Olmaya kalkışsaydı, XII. Charles gibi perişan olur, kafası kırılırdı. Büyük Frederik'in savaşlarında, her zaman dengeli ve ölçülü bir kuvvete, hiç bir zaman enerjiden yoksun olmayan, zamanında, en kritik anlarda, akla durgunluk veren işler başaran ve bunun hemen arkasından sessizce en ince politik oyunlara başvuran, askerlik ile politika arasında adeta bir sarkaç gibi gidip gelen bir kuvvete tanık oluruz. Ne yenilgi ne zafer sarhoşluğu, ne ihtiras ne intikam duygusu onu yolundan alakoyamamıştır, ve onu zafere götüren işte bu yol olmuştur.
Bu sözler, Büyük Frederik gibi bir savaş liderinin büyüklüğünün ne kadar berisinde kalıyor! Bu muharebenin akıllara durgunluk veren sonucunu daha yakından inceleyecek ve nedenlerini araştıracak olursak, Kralın bu kadar çetin engellerin, bu kadar büyük tehlikelerin arasından sıyrılarak başarıya ulaşabilmiş olmasını basiretine borçlu olduğunu daha iyi anlarız.
Büyük komutanın hayran olduğumuz özelliklerinden yalnız bir tanesidir bu. Biz onun yalnız 1760 seferine değil, bütün savaşlarına hayranız, fakat özellikle 1760 seferine. Çünkü başka hiç bir seferinde, bu kadar üstün bir düşmana karşı bu kadar az fedakarlıkla kafa tutmuş değildir.
Büyük Frederik'in diğer bir özelliği de bir savaş planını icra etmenin zorluğu ile ilgilidir. Düşmanın sağ ya da sol kanadını çevirmek için yapılan yürüyüşleri birleştirmek kolaydır; düşmanla her hangi bir noktada eşit şartlarla karşılaşmaya hazır, iyi kümelenmiş küçük bir kuvveti
(sayfa 207) her zaman el altında bulundurmak, hızlı bir harekât ile kuvvetleri çoğaltmak gibi fikirler ağızdan çıkmasıyla anlaşılması bir olacak kadar açıktır. Bu noktalarda alınacak tertibatın hayranlığımızı uyandırması için bir sebep yoktur. Böyle basit şeylerle ilgili olarak söyleyebileceğimiz tek şey bunların basitliğini kabul etmektir.
Fakat başka bir komutan Büyük Frederik'in yaptıklarını taklit etmeye kalksın da görelim! Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, olayın görgü tanıkları olan yazarlar, ordugâhların tehlikeli durumundan, hatta Kralın ihtiyatsızlığından söz etmişlerdir. Kuşkusuz bu tehlike ordugâhlarını kurarken Büyük Frederik'in gözüne üç kat daha büyük görünmüştür!
Birliklerini düşmanın gözü önünde, hatta topçu ateşinin altında kaydırması için de aynı şey söylenebilir. Büyük Frederik ordugâhlarını böyle kurmuş, askerlerini bu şekilde yürüyüşe geçirmiş ise, Daun'un sisteminde, örgütlenme yöntemlerinde, sorumluluk duygusunda ve karakterinde kendisi için yeteri kadar bir garanti bulduğuna inanmış olduğu içindi. Bu itibarla, hareketleri belki riskli fakat tedbirsiz değildi. Ancak olup bitenleri bu ışık altında görebilmek için, aradan otuz yıl geçtikten sonra bile hâlâ bahsedilen tehlikelerden yılmadan yoluna devam edebilmek için insanın bir Büyük Frederik olması, onun cesaretine ve kararlılığına sahip bulunması gerekir. Böyle bir durumda, bu basit stratejik araçların uygulanabileceğine inanacak kadar uzak görüşlü pek az komutan vardır.
Bu seferde görülen başka bir icra zorluğu da Kralın ordusunun devamlı hareket halinde bulunmasıydı. Daun'u kovalayarak ve peşinde Lascy
(*) olduğu halde, Elbe'den Silezya'ya kadar, bozuk yollardan iki kez yürümek zorunda kalmıştır (Temmuz başları ve Ağustos başları). Ordunun her an çarpışmaya hazır bir durumda bulunması ve
(sayfa 208) yürüyüşlerinin üstün çabaları gerekli kılan büyük bir ustalıkla düzenlenmesi gerekiyordu. Binlerce araba tarafından takip edilmesine ve bu yüzden gecikmesine rağmen, ordunun iaşesi son derece zor bir sorun yaratıyordu. Silezya'da, Leignitz muharebesinden önceki sekiz gün boyunca, ordunun gece yürüyüşleri yaparak düşman cephesi karşısında sağdan ve soldan ilerlemesi gerekiyordu: bu da büyük bir yorgunluğa ve büyük mahrumiyetlere katlanmak demekti.
(*) Lascy, Joseph Franz Moritz, Kont (1725-1801). Avusturyalı feldmareşal, Yedi Yıl Savaşlarında Büyük Frederik'le çarpışmış, 1756 ve 1758 yıllarında başarılar kazanmıştır. (A.R.).
Makinada büyük sürtünmeler yaratmadan bütün bunların üstesinden gelinebilir miydi? Bir komutanın kafası bütün bu harekâtı, bir arazi ölçücüsünün (mesaha memurunun) yıldızların uzaklığını ölçen aleti kullanması kadar kolaylıkla idare edebilir miydi?
Açlıktan ve susuzluktan ölen zavallı silah arkadaşlarının sefaleti karşısında hangi başkomutan, hangi general kayıtsız kalabilir, kalbinin bin kere parçalandığını hissetmez? Bu manzaranın sebep olduğu yakınmalara, kuşkulara hangi komutan kulaklarını tıkayabilir? Sıradan bir insan bu çapta fedakarlıklar istemeye cesaret edebilir mi? Böylesine çabalar ister istemez ordunun maneviyatını çökertmez, disiplinini bozmaz, bir kelime ile askeri meziyetlerini yok etmez miydi? Ama işte komutanın büyüklüğüne ve yanılmazlığına karşı beslenen sarsılmaz inanç bütün bunların üstesinden gelebilmiştir. Bunun önünde saygı ile eğilmeliyiz; planın uygulanması ile ligili bu mucizeler karşısında engin bir hayranlık duymalıyız. Fakat insan bu olayları bizzat yaşamadıkça onlar hakkında tam bir fikir edinemez. Savaşı sadece kitaplardan ve manevra sahalarından tanıyan bir insan için, bütün bu aksilikler fazla bir anlam taşımaz.. Onun için, bilemeyeceği bütün bu hususlarda bize inanıp güvenmesini rica ederiz.
Bu örneklerle düşüncelerimize daha bir açıklık getirmek istedik, ve bu bölüme son verirken hemen şunu söyleyelim ki, stratejiyi kendi görüşlerimize göre açıklarken bize en önemli görünen maddi ve manevi yönlerini anlatmaya çalışacağız. Basitten mürekkebe doğru gideceğiz ve
(sayfa 209) en sonunda tüm savaş eyleminin çatısını ya da iskeletini teşkil eden savaş veya sefer planını ele alacağız.
***
Silahlı kuvvetlerin belirli bir noktada toplanması başlı başına bir muharebeyi mümkün kılar, fakat bu o muharebenin mutlaka cereyan edeceği anlamına gelmez. Şimdi bu olanağa bir gerçek, bir fiili durum gözü ile bakmak gerekir mi? Kuşkusuz. Çünkü sonuçları bakımından öyledir,
ve bu sonuçlar, ne olurlarsa olsunlar, kendilerini göstermemezlik edemezler.
1. İmkan dahilindeki çarpışmalara, sonuçları bakımından, gerçek çarpışmalar gözü ile bakılmalıdır.
Eğer kaçan bir düşmanın ricat hattını kesmek için bir müfreze gönderilir ve düşman direnmeden teslim olursa, bu teslim oluşu gönderilen müfrezenin vermiş olduğu muharebenin sonucu sayabiliriz.
Ordumuzun bir kısmı düşmana ait savunmasız bir bölgeyi veya eyaleti işgal eder ve böylelikle düşman ordusunu önemli takviye olanaklarından yoksun kılarsa, bu da, düşmanın bu bölgeyi veya eyaleti geri almaya kalkışması halinde bu birliğin göze aldığı ve düşmanı tehdit ettiği muharebe sayesinde mümkün olmuş demektir. Yani işgal ettiğimiz ve elimizde kalan araziyi muharebe ile kazanmış sayılırız.
Her iki halde de bir muharebenin sadece olabilirliği sonuçlar yaratmış, böylece muhlemel bir çarpışma gerçek olaylar kategorisine girmiştir. Farzedelim ki, her iki halde de düşman birliklerini bizim birliklerimizin karşısına çıkarmış, ve bizimkiler düşmanla baş edemeyerek
(sayfa 210) muharebe vermeden hedeflerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardır; bu takdirde bizim amacımız kuşkusuz gerçekleşmemiş olacak, fakat bu noktada düşmanla çarpışmayı göze almış olmamız yine de büsbütün etkisiz kalmış olmayacaktır: çünkü düşman kuvvetlerini meydana çıkarmış, istediğimiz noktaya getirmiştir. Bütün girişimlerimiz başarısızlıkla sonuçlanmış ve bize kayıplar verdirmiş olsa bile, davranışlarımızın,
imkan dahilindeki çarpışmaların, hiç bir sonuç yaratmadığı söylenemez. Yalnız bu sonuç bu kez kaybedilmiş bir muharebenin sonucu ile özdeştir.
Görülüyor ki, düşmanın askeri kuvvetlerinin imhası ve düşman gücünün yok edilmesi, ister bilfiil cereyan etmiş olsun, ister sadece teklif edilip düşman tarafından kabul edilmemiş olsun, bir muharebenin ancak sonuçları ile gerçekleştirilir.
2. Muharebenin çifte amacı
Fakat bu sonuçlar da iki türlüdür: dolaysız ve dolaylı. Eğer başka faktörler —tek başlarına düşman kuvvetlerinin imhasına yönelik sayılmayacak olan fakat dolambaçlı bir yoldan da olsa daha etkin bir biçimde bu sonucu meydana getirecek olan faktörler— işin içine karışır ve muharebenin amacını teşkil ederse, sonuçlar dolaylıdır. Eyaletlerin ele geçirilmesi, kentlerin, müstahkem mevkilerin, köprülerin, yolların, mühimmat depolarının işgali bir muharebenin
yakın amaçlarını oluşturabilirlerse de, hiç bir zaman nihai amacını teşkil edemezler. Bu gibi şeylere sadece daha büyük bir üstünlük kazanmanın araçları gözü ile bakılmalı, asıl amacın düşmana muharebeyi kabul edemeyeceği şartlar altında teklif etmek olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Dolayısıyla bütün bu amaçlar sadece birer atlama tahtası, birer adım sayılmalıdır. İsterseniz buna etkin prensipe götüren yollar da diyebilirsiniz, fakat hiç bir zaman etkin prensibin kendisi diyemezsiniz.
(sayfa 211)
3. Örnekler
1814'te, Napolyon'un başkenti işgal edlimiş, savaşın amacı gerçekleşmişti. Kökleri Paris'te olan politik hizipler harekete geçmişler, muazzam bir gedik açılmış, İmparatorun iktidarı kendiliğinden
yıkılıp gitmişti. Bununla birlikte, şunu da unutmamak gerekir ki, Napolyon'un askeri kuvveti ve direnme olanakları bu yüzden birdenbire o kadar azalmış ve müttefiklerin üstünlüğü o derece artmıştı ki, her türlü direnme imkânsız hale gelmişti. Fransa ile barışı mümkün kılan bu imkansızlık olmuştur. Eğer dış etkenlerle müttefiklerin de askeri kuvvetleri aynı ölçüde zayıflamış olsaydı, üstünlükleri ortadan kalkmış ve dolayısıyla Paris'in işgali bütün etkisini, bütün önemini yitirmiş olurdu.
Bu muhakemeyi yürütmemizin nedeni, olaylara bakmanın tek doğru yolunu göstermek ve meselenin önemini belirtmek isteyişimizdir. Kendi kendimize durmadan şu soruyu sormamız gerekir: Savaşın ve seferin her anında iki tarafın birbirine teklif edebileceği büyük ve küçük muharebelerin muhtemel sonucu ne olabilir? Bir sefer veya savaş planı hazırlarken, alınacak tedbirleri ancak bu sorunun cevabı tayin edebilir.
4. Bu görüşü benimsemediğimiz takdirde, başka unsurları yanlış değerlendiriz.
Savaşı ve savaşın içinde yer alan tek tek seferleri bir çarkın dişlileri gibi birbirine giren bir muharebeler zinciri olarak görmeye alışmaz da, bazı coğrafi mevkilerin, örneğin savunmasız bir eyaletin işgalinin başlı başına bir değer taşıdığını sanırsak, bu işgalleri elimiz değmişken cebimize atmakla bir şey kaybetmeyeceğimiz bir kazanç olarak görmeye başlarız. Ve bunları bir olaylar zincirinin halkaları olarak görecek yerde kendi başlarına yeterli birer başarı sayacak olursak, ilerde başımıza iş açıp açmayacaklarını düşünmeyi unuturuz. Askerlik tarihinde bunun ne kadar çok örneklerine raslanmıştır!
Nasıl ki, ticaratte tek bir alışverişin kazancı bir kenara
(sayfa 212) koyulup üstüne yatılamazsa, savaşta da tek bir üstünlük tüm savaşın sonucundan ayrılamaz. Tüccar nasıl ki durmadan servetinin tümünü isletmek zorunda ise, savaşta da her harekâtın kâr ve zararlarını ancak kesin hesap meydana çıkarır.
Eğer gözümüzü ve aklımızı muharebeler dizisinden ayırmazsak —tabii önceden görülebildikleri ölçüde— o zaman doğru yolda olduğumuzdan emin olabiliriz. Çünkü o zaman
doğrudan doğruya hedefe yönelmiş, hareket halindeki kuvvete hız, eyleme irade katmış ve dış etkilerden kurtulmuş oluruz.
BÖLÜM II
STRATEJİNİN UNSURLARI
Stratejide muharebenin kullanılmasını şartlandıran unsurları bir takım kısımlara ayırabiliriz: manevi unsurlar, fiziki unsurlar, matematiksel unsurlar, coğrafi unsurlar ve istatistiki unsurlar.
Birinci kategori, manevi, yani ahlaki ve fikri, niteliklere ve bunların etkisine dayanan şeylerin tümünü içerir; ikincisine, askeri kuvvetlerin büyüklüğü, terkibi, teşkili, belli başlı üç sınıfın oranı (piyade, süvari, topçu), vb. gibi şeyler girer; üçüncü kategori, harekât hatlarının açılarını, merkezleri bir (konsantrik) ve merkezleri ayrı (eksantrik) hareketleri (geometrik nitelikleri hesaplarımız bakımından bir önem taşıdıkları ölçüde tabii) kapsar; dördüncü gurup, arazi şekillerini, hakim noktaları, çeşitli engebeleri, dağları, nehirleri, ormanları ve yolları içine alır; beşinci ve son kategori ise her türlü iaşe ve ikmal vasıtalarını içerir. Bu unsurlardan her biri üzerinde ayrı ayrı
(sayfa 213) durmanın yararı vardır; böylece bunlar hakkında daha açık, daha kesin bir fikir edinmiş ve araştırmalarımıza bir başlangıç olmak üzere bu farklı kategorilerin birbirlerine oranla taşıdıkları değeri saptamış oluruz. Gerçekten de, bu unsurları ayrı ayrı ele aldığımız takdirde, içlerinden bazılarının kendilerine boş yere verilmiş olan önemlerini kaybettiklerini görürüz. Örneğin, bir harekât üssünün değerinin, sadece
harekât hattının mevkiini dikkate almak istesek bile, aralarında teşkil ettikleri açıdan, yani matematiksel unsurdan çok yolların ve arazinin durumuna, yani coğrafi unsura bağlı olduğunu açıkça sezeriz.
Bununla birlikte, stratejiyi bu unsurlara göre incelemek son derece isabetsiz bir tutum olur, çünkü savaş hareketlerinin çoğunda bütün bu unsurlar çeşitli biçimlerde iç içe girmiş durumda bulunurlar. Soyut bir temelden hareket ederek gerçek hayatın olaylarına varmak istediğimiz takdirde, kısır analizlerin içinde bocalayıp durmaktan ve kabuslarda olduğu gibi elimizdeki yayı germek için boşuna çabalar harcamaktan öteye gidemeyiz. Böyle bir girişimden tanrı korusun bizi! Biz karmaşık olaylar dünyasından ayrılmamaya çalışacağız ve analizlerimizi belirtmek istediğimiz düşüncelerin zorunlu kıldığı ölçünün dışına taşırmamaya dikkat edeceğiz. Bu düşünceler de teorik araştırmalar sonucunda içimize doğmuş düşünceler değil, savaş gerçeğinden esinlenmiş düşünceler olacaktır.
BÖLÜM III
MANEVİ DEĞERLER
İkinci kitabın üçüncü bölümünde değindiğimiz bu konuya dönmek zorundayız, çünkü manevi değerler savaşın en
(sayfa 214) önemli unsurlarından biridir. Bunlar savaşın ruhudur, onun bütün varlığına yayılırlar. Tüm kuvvetleri kitle halinde harekete geçiren ve onlara rehberlik eden iradeyi ta baştan etkileri altına alırlar, hatta onunla özdeşleşirler, çünkü iradenin kendisi de manevi bir güçtür. Ne yazik ki, bu değerleri kitaplardan öğrenemeyiz, çünkü hiç bir ölçüye sığmazlar, ne sayılabilirler ne de belirli bir kategoriye sokulabilirler; onları ancak görür, hissederiz.
Ordunun, komutanın, hükümetlerin zekası, aklı ve diğer manevi nitelikleri, savaşın cereyan ettiği ülkedeki halkın ruh haleti, bir zafer ya da bir yenilginin manevi etkisi çok farklı nitelikte faktörlerdir, tesirleri de amacımıza ve durumumuza göre çok değişik biçimler olabilir.
Kitaplar bu konuda bir şey söylemez ya da çok az şey söylerlerse de, savaşı oluşturan bütün öteki unsurlar gibi, manevi değerler de savaş sanatı teorisine girerler. Çünkü, bir kez daha tekrarlamak gerekir ki, eski modaya uyarak, tüm manevi değerleri veya nicelikleri kural ve ilkelerinin dışında bırakan ve bunlar ortaya çıkar çıkmaz istisnalardan bahsetmeye başlayan ve bunlardan teorik kurallar türeten bir felsefe zavallı bir felsefedir. Bu felsefeye göre, her şey tüm kurallara meydan okuyan üstün bir dehaya mal edilir, böylelikle kuralların sadece budalalar için yapıldıkları ima edilmekle kalınmayıp, ayrıca kuralların kendilerinin de budalaca kurallar oldukları ileri sürülmüş olur.
Savaş sanatı teorisi sadece bu manevi niceliklerin varlığını hatırlatmakla yetinmiş, manevi değerleri hesaba katmanın ve hiç bir zaman küçümsememenin zorunluluğunu göstermekten başka bir şey yapmamış olsaydı bile, konusunu bu manevi alanı da içine alacak şekilde genişletmekle yine de isabetli bir iş yapmış olurdu. Salt bu görüşün önemini belirtmekle, sadece maddi kuvvet ilişkilerini kabul edenleri peşin olarak suçlamış ve mahkumiyetlerini tescil etmiş olurdu.
Kaldı ki, bütün öbür sözde kurallar da, teorinin manevi nicelikleri konusunun dışında bırakmaya hakkı
(sayfa 215) olmadığını göstermeye yeter: çünkü maddi güçlerin etkileri manevi güçlerin etkileriyle tamamen kaynaşmış durumdadır, ve bunları bir maden alaşımı gibi kimyasal bir işlemle ayırmaya imkan yoktur. Maddi güçlere ilişkin tüm kurallarda, teori manevi niceliklerin payı üzerinde durmak zorundadır; yoksa, kimi zaman fazla çekingen ve sınırlı, kimi zaman fazla dogmatik ve ölçüsüz, kategorik hükümler formüle etmekten öteye gidemez. En yavan ve basmakalıp teoriler bile, bilmeyerek de olsa bu manevi alandan içeri girmişlerdir; çünkü, örneğin bir zaferin etkileri hiç bir zaman, manevi izlenimler dikkate alınmadan tam olarak izah edilemez. Bu kitapta ele alacağımız konuların çoğu, bu yüzden, yarı yarıya maddi, yarı yarıya manevi neden ve sonuçlardan oluşmuştur. Hatta diyebiliriz ki, maddi nedenler ve sonuçları silahın ağaçtan yapılmış kabzasına benzetecek olursak, manevi nedenler ve sonuçlar asil bir madenden yapılmiş o göz kamaştırıcı silahın kendisidir.
Manevi niteliklerin değerini ve çoğu zaman inanılmaz etkilerini en iyi tarih gösterir bize. Bir komutanın tarihten alacağı en büyük, en soylu, en katıksız ders de budur. Bu vesile ile şunu da belirtelim ki, beyinde meyvelerini verecek olan akıl ve bilginin tohumları, şahitli ispatlı anlatımlardan, kritik çözümlemelerden ve bilgece yazılmış kitaplardan çok, duygular, genel izlenimler ve göz kamaştırıcı sezgi parıltıları ile ekilir.
İsteseydik savaştaki en önemli manevi olguları gözden geçirebilir, çalışkan ve titiz bir profesör gibi bunların iyi ya da kötü yanlarını teker teker belirtmeye çalışabilirdik. Fakat böyle bir yöntem insanı kolayca basmakalıp şeyler söylemeye, ahkam kesmeye götürebilir; ve insan gerçek bir araştırma ruhu içinde çalışacak yerde, farkına varmadan herkesin bildiği şeyleri anlatmaya başlar. Onun için biz burada, eksik kalmak pahasına dahi olsa, sadece en önemli meseleleri ele almak, konunun genel önemini belirtmek ve bu kitapta ileri sürülen düşüncelerin esprisine işaret etmekle yetineceğiz.
(sayfa 216)
BÖLÜM IV
BAŞLICA MANEVİ GÜÇLER
Başlıca manevi güçler şunlardır:
komutanın (savaş liderinin) yetenekleri, ordunun savaşkanlığı ve ulusal duyguları. Genel olarak bunlardan hangisinin en önemli manevi unsur olduğunu hiç kimse tayin edemez; çünkü topunun değerini ölçmek bile zordur, nerede kalmış ki üçü arasında bir kıyaslama yapmak. En iyisi, hiç birini küçümsememek, ve insanların ifrat ile tefrit arasında sık sık düştükleri hataya düşmemektir. Bu erdemlerden üçünün de inkar edilemez etkisini tarihi örneklerle göstermek daha doğru olur.
Bununla birlikte, modern zamanlarda tüm Avrupa ordularının hemen hemen aynı disiplin ve eğitim düzeyine gelmiş oldukları da bir gerçektir. Bir filozof gibi konuşmak gerekirse, diyebiliriz ki, savaş yönetimi öylesine doğal bir biçimde gelişmiş ve bu arada bütün ordular için öylesine ortak bir yöntem haline gelmiştir ki, artık savaş liderinden bile özel hünerler göstermesini bekleyemeyiz. (örneğin II. Frederik'in eğik düzeni gibi). Bu itibarla, günümüzde, milli ruhun ve ordunun savaş alışkanlığının etkilerine daha büyük bir pay tanımak gerektiği inkar edilemez. Uzun bir barış dönemi belki bu durumu değiştirebilir.
Ordunun milli ruhu (heyecan, coşku, taassup, iman, inanç) genellikle dağ savaşlarında etkisini gösterir, çünkü burada en basit ere kadar herkes kendi başına bırakılmıştır. Onun içindir ki, dağlık ülkeler, halkı silahlandırmaya ve asker devşirmeyip en elverişli yerlerdir.
Öte yandan, bir ordunun teknik kabiliyeti ve safları kenetlenmiş gibi bir arada tutan çelikten cesareti daha çok geniş ve açık arazide, kırsal bölgelerde üstünlük sağlar.
Bir komutanın yeteneklerini göstermesine en elverişli
(sayfa 217) faaliyet alanları, geniş vadilerle ayrılmış engebeli bölgelerdir. Dağlık arazide komutan birliklerinin çeşitli kısımları üzerinde hakimiyet kurmakta güçlük çeker ve tümünün yönetimi gücünü aşabilir; oysa ovada bu nispeten basittir ve fazla bir çabayı gerektirmez.
Planlar bu yatkınlıklar ve özel durumlar göz önüne alınarak yapılmalıdır.
BÖLÜM V
ORDUNUN SAVAŞKANLIĞI
Ordunun savaşkanlığı salt cesaretten ve hele savaş nedenini coşkunlukla benimsemekten farklı bir şeydir. Cesaret kuşkusuz onun zorunlu unsurlarından biridir; fakat nasıl ki, bazı insanlarda bir tanrı vergisi olan bu cesaret, ordunun bir parçası olan askerde alışkanlık ve eğitimin bir ürünü olabilirse, aynı şekilde askerin cesareti alelade insanın cesaretinden farklı bir istikamete yönelmelidir. Kişide olduğu gibi dolu dizgin bir faaliyet tultkusu, bir kuvvet harcama şehveti olmaktan çıkmalı, daha yüksek düzeyde zorunluluklara, buyruklara, kurallara ve belirli bir yönteme boyun eğmelidir. Meslek coşkusu bir ordunun cengaverliğine hayatiyet katar ama zorunlu bir unsurunu teşkil etmez.
Savaş belirli bir meslek, özel bir uğraşıdır. Etkisi ne kadar geniş olursa olsun, hatta bir ülkenin eli silah tutan bütün erkekleri bu mesleğe girseler bile, yine de insanlara özgü öteki faaliyet alanlarından ayrı ve farklı bir nitetik taşımaya devam eder. Bu mesleğin ruh ve özüne inanmış olmak; gerektirdiği güçleri benliğinde uyandırmak, kullanmak ve hazmetmek; bütün zekasını, bütün
(sayfa 218) istidatlarını ona vermek; eğitim yolu ile gerekli güven ve becerileri kazanmak; kendini bütün varlığı ile ona adamak, bütün yeteneklerini onun uğruna geliştirmek; bir insan olmaktan çıkıp savaş çarkının dişlilerinden biri olmak payımıza düşen görevi yerine getirmek. İşte bir ordunun savaşkanlığının, cengaverliğinin kişide beliren özellikleri!
Savaşçı ile askerin varlıklarını aynı kişide birleştirmeye ne kadar çalışırsak çalışalım, savaşları ne kadar ulusallaştırırsak ulusallaştıralım, eski zamanların geçtiğine, bugünkü savaşların artık
condottieri'lerin savaş1arı olmadığına kendimizi ne kadar inandırırsak inandıralım, mesleğin kendine özgü niteliklerini bir kenara atmak hiç bir zaman mümkün olmayacaktır. Buna imkan olmayınca da, kendilerini savaşa adayanlar, bu meslekte kaldıkları sürece, kendilerini, savaşın nizamlarını, yasalarını ve geleneklerini bünyesinde aksettiren bir çeşit esnaf loncası olarak göreceklerdir. Gerçek de budur. Savaşa ne kadar yüksek bir düzeyden bakmak istersek isteyelim ve bunda ne kadar ısrarlı olursak olalım, hemen hemen bütün ordularda bulunan ve bulunması gereken bu meslek ruhunu (
esprit de corps) küçümsemek son derece yanlış bir tutum olur. Bu meslek ruhu, ordunun savaşkanlığı adını verdiğimiz erdemde kendilerini gösteren doğal güçlerin bir çeşit harcıdır, onları birbirine kenetler. Meslek ruhu sayesinde, askeri erdemler daha kolay billurlaşır.
En şiddetli ateş altında alışık olduğu düzeni koruyan, hiç bir zaman yersiz korkulara, kuruntulara kapılmayan, gerçek tehlikelere de göğüs germesini bilen, zaferlerinden gurur duyan, yenilginin umut kırıcı etklleri altında bile disiplinini, komutanlarına saygı ve güvenini kaybetmyen, maddi gücü mahrimiyet ve çabalarla, bir atletin adaleleri gibi, bilenen, bütün çabaları sancaklarına musallat olan bir felaket gibi değil, bir zafer aracı olarak gören, tek bir düşünceyi silahların şerefi düşüncesini bir kutsal ayet gibi kendisine rehber edinen, bütün ödevlerini, bütün erdemlerini bir an için olsun aklından çıkarmayan
(sayfa 219) bir ordu. İşte böyle bir ordu gerçekten savaş ruhunu içine sindirmiş bir ordudur.
İnsan Vendée'liler
(*) gibi kahramanca savaşabilir, İsviçreliler, Amerikalılar, İspanyollar gibi büyük işler başarabilir, fakat yine de bu savaşçı erdemlere sahip olmayabilir. Hatta bir komutan, söz gelişi bir Eugène
(**) veya bir Marlborough
(***), sürekli (muvazzaf, meslekten) bir ordunun başında büyük başarılar kazanabilir de yine bu meziyetlerden yoksun olabilir. Bu bakımdan başarılı bir savaşın meziyetlerin yokluğunda mümkün okmadığını söyleyemeyiz. Bu noktaya özellikle dikkati çekiyoruz: ta ki görüşümüz daha iyi anlaşılsın, düşünceler müphem kalmasın ve askeri meziyetler her derde deva sanılmasın. Savaşkanlığın böyle bir özelliği yoktur. Bir ordunun askeri meziyeti daima hesaba katılması gereken fakat bazı hallerde mevcut olmayabilen belirli bir manevi güçtür: bu itibarla, bir araç gibi, etkisi değerlendirilebilir, kuvveti ölçülebilir.
Savaşkanlığı böylece nitedikten sonra, şimdi de etkilerini ve bu erdemleri kazanmanın yollarını belirtmeye çalışalım.
(sayfa 220)
(*) Vendée Fransa'nın batısında bir eyalettir. Fransız İhtilâli sırasında 1793 yılında karşı-devrimci bir ayaklanmaya sahne olmuştur. Soyluların ve özellikle rahiplerin kışkırttığı
Bretagne, Poltou ve
Anjou köylüleri, Cathelineau, Charette, Stofflet, vb. gibi liderlerin komutasında devrim ordusuna karşı birkaç geçici zafer kazandıktan sonra, Loire nehrinin sol kıyısına geri çekilmek zorunda kaldılar. Bir aralık 40.000 kişiye ulaşan
Vendée ordusu sonunda Horbig tarafından kesin yenilgiye uğratıldı ve eyalette asayiş yeniden sağlandı. (ç.n.).
(**) Eugène de Savoie-Carignan, Prens Eugène diye tanınır (1663-1736). Avusturya İmparatoru I. Leopold'un hizmetine gaçen aslen Fransız, ünlü bir komutan. Türklere ve Fransızlara karşı savaşmiştir. (ç.n.)
(***) Marlborough, John Churchill, Duke of (1650-1722). İspanya Veraset savaşlarında Fransızlara karşı zaferler kazanan İngiliz generali. (ç.n.)
Komutanın dehası savaşın tümü için ne ise, ordunun savaşkanlığı savaşın parçaları için odur. Komutan savaşın ayrı ayrı parçalarını değil, ancak tümünü yönetebilir ve parçaları yönetemediği yerde askerlik ruhu onun yerini tutabilmelidir. Komutan şöhretinden ve üstün niteliklerinden ötürü seçilmiştir, büyük kitlelerin en seçkin liderleri ise dikkatli bir taramadan, kılı kırk yaran bir elemeden sonra seçilirler. Fakat rütbeler hiyerarşisinden aşağıya doğru inildikçe bu ince eleme azalır, ve bu yüzden kişisel istidatlara daha az güvenilebilir. İşte bu sakıncayı ordunun savaşkanlığı telafi edebilmelidir. Savaşa hazır bir milletin doğal nitelikleri: yani
yiğitlik, ustalık, dayanıklılık ve coşku bu rolü oynarlar. Bu nitelikler askerlik ruhunun yerini tutabileceği gibi, bunun tersi de olabilir. Bundan şu sonuçları çıkarabiliriz:
1) Askeri meziyet veya savaşkanlık sadece sürekli ordulara özgü bir haslettir, ve ona en çok bu orduların ihtiyacı vardır. Bir kitle ayaklanması veya savaş halinde, daha çabuk gelişen doğal nitelikler savaşkanılığın yerini tutar.
2) Muvazzaf ordulara karşı çarpışan muvazzaf ordular, silahlanmış bir millete karşı savaşan muvazzaf ordulara oranla bu meziyetten daha kolay müstağni kalabilirler, çünkü bu halde birlikler daha dağılmış ve kendi başlarına terk edilmiş durumdadırlar. Ordu bir noktada toplanabiliyorsa, komutanın dehası daha büyük bir rol oynar ve ordunun moralindeki noksanı telafi eder. Genel olarak denilebilir ki, savaş sahnesi ve diğer koşullar savaşı daha karışık bir hale soktuğu ve kuvvetleri dağıttığı ölçüde, askeri meziyet veya savaşkanlık daha zorunlu hale gelecektir.
Bu gerçeklerden alınacak tek ders şudur: eğer bir ordu bu meziyetten yoksunsa, savaşı mümkün olduğu kadar sade bir şekilde örgütlemeye çalışmak veya sistemin başka bir noktasını güçlendirmek, dikkatimizi başka bir noktaya teksif etmek, ve muvazzaf bir ordudan sırf
(sayfa 221) muvazzaf bir ordudur diye, ancak gerçek gücünün gösterebileceği harikaları beklememek gerekir.
Demek oluyor ki, savaşkanlık savaş halindeki ordunun en önemli manevi güçlerinin birini teşkil eder, ve bu güç eksik olduğu zaman başka bir gücün —komutanın büyük üstünlüğü veya halkın heyecanı— onun yerini tutması gerekir: yoksa harcadığımız çabalarla orantılı olmayan sonuçlarla karşılaşırız.
Bu ruhun, ordunun bu gerçek değerinin, maden filizinin bu parlak maden haline gelişinin en güzel örneklerine, İskender'in yönetiminde Makedonyalıların, Sezar'ın komutasında Romalı lejyonların, Alessandro Farnese'nin kumandasında İspanyol piyadesinin, Gustaf Adolf ve XII. Charles'in idaresinde İsveçlilerin, Büyük Frederik'in yönetiminde Prusyalıların ve Bonapart'ın komutasında Fransızların yaptıklarında raslarız. Bu komutanların akla durgunluk veren başarılarının ve en çetin durumlarda gösterdikleri büyüklüğün sadece orduların bu meziyeti sayesinde mümkün olabildiğini inkar etmek için bütün tarihi örneklere gözlerimizi yummamız gerekir.
Bu ruh yalnız iki kaynaktan çıkabilir ve bu kaynaklar onu ancak ortaklaşa yaratabilirler: birincisi, bir savaşlar ve büyük zaferler dizisidir; ikincisi, ordunun bazen tahammülün son kertesine varan yoğun faaliyetidir. Askeri ancak bu şartlar altında kendi gücünün bilincine varır ve onu göstermesini öğrenir. Bur komutanın askerlerinden istediği çaba ne kadar büyük olursa, bu çabanın gösterebileceğinden o kadar emin olabilir. Asker güçlükleri yenmekten ve tehlikeleri göğüslemekten büyük gurur duyar. Bu tohumun büyüyüp gelişmesi için elverişli tek toprak sürekli faaliyet ve çabaların toprağıdır, ama zaferin parlak güneşine de ihtiyacı vardır. Bir kere güçlü bir ağaç haline geldi mi, artık felaketin ve yenilgilerin en amansız fırtınalarına, hatta, hiç değilse bir süre için, durgunluğa, barış zamanının hareketsizliğine bile dayanacaktır. O ancak savaşta ve büyük komutanların yörüngesinde
doğabilir, fakat çapsız komutanların yönetiminde ve uzun
(sayfa 222) barış dönemlerinde bile birkaç kuşak süresince devam edebilir.
Saçlarını savaşlarda ağartmış, vücutları yara izleriyle kaplı eski muhariplerin bu soylu birlik ruhu ile, tesanütünü sadece iç hizmet yönetmelikleriyle eğitim ve talimlere borçlu olan sürekli orduların gururu ve kendini beğenmişliği arasında kıyas kabul etmez bir fark vardır. Ağır basan bir ciddiyet ve sert bir disiplin askeri meziyetin ömrünü uzatabilir fakat onu yaratamaz. Bu ciddiyet ve bu disiplinin kendine göre bir değeri vardır elbette, fakat bunları abartmamak gerekir. Düzen, nezaket, iyi niyet, ölçülü bir gurur ve yüksek bir moral, barış zamanında eğitilmiş bir ordunun nitelikleridir; bunları kuşkusuz takdir etmek gerekir, fakat tek başlarına bir değerleri yoktur. Bütünü ayakta tutar, ve birden soğutulan bir cam gibi, en küçük bir çatlak bütünü parçalamaya yeter. İlk aksilik karşısında, en yüksek moral bile çabucak korkaklığa, bir çeşit paniğe dönüşür. Fransızlar buna "herkes kendisini kurtarsın" (
sauve qui peut) derler. Böyle bir ordu büyük işler yapmayı başarırsa, bunu hiç bir zaman kendi meziyetine değil olsa olsa komutanının yeteneğine borçludur. İki misli bir ihtiyatla yönetilmelidir böyle bir ordu; ta ki, yavaş yavaş, türlü meşakkatlerden ve zaferlerden geçe geçe, toparlanıp güçlü bir hale gelsin. Bir ordunun ruhu ile moralini birbirine karıştırmaktan sakınalım.
BÖLÜM VI
GÖZÜPEKLİK
Gözüpekliğin veya atılganlığın, ihtiyatkarlığa ve uzak görüşlülüğe ters düştüğü dinamik güçler sistemindeki yerini ve rolünü, başarı ihtimalinin garantilerine ilişkin bölümde
(sayfa 223) tanımlamış, ve bu vesile ile teorinin yasama yetkisine dayanarak onu küçümsemeye hakkı olmadığını belirtmiştik.
Bununla birlikte, insan ruhunu en büyük tehlikelere göğüs gerecek bir düzeye çıkaran bu soylu dürtüyü aynı zamanda savaşa özgü etkin bir ilke saymak gerekir. Gerçekten de, insan faaliyetlerinin başka hangi alanında atılganlık savaşta oynadığı kadar büyük bir rol oynar?
Artçı birlik eri ve trampetçiden başkomutana kadar herkeste cesaret erdemlerin en soylusu, kılıca keskinliğini ve parlaklığını veren halis çeliktir.
İtiraf etmek gerekir ki, atılganlığın savaşta bazı imtiyazları bile vardır. Zaman, mekan ve miktar hesaplarının ötesinde, atılganlığa ek bir pay tanımamız gerekir; bunu, üstünlüğünü gösterdiği zaman düşmanın zayıf duruma düşmesine borçludur. Bu itibarla gerçek bir yaratıcı kuvvet teşkil eder. Bunu ispat etmek, felsefi bakımdan bile güç değildir. Atılganlığın korkaklıkla her karşı karşıya gelişinde, başarı şansı daima atılganlıktan yanadır, zira korkaklığın bizzat kendisi bir denge kaybıdır. Cesaret ancak tedbirli bir uzak görüşlülük ile karşılaştığı vakit —ki bu da bir cesaret, hiç değilse bir kuvvet demektir— yenik düşer. Fakat bu gibi, haller çok seyrektir. Tedbirli insanların büyük çoğunluğu korktukları için tedbirlidirler.
Büyük yığınların içinde, gözüpeklik, ne kadar büyük olursa olsun, başka kuvvetlere zarar verebilecek bir güç değildir; çünkü büyük yığınlar muharebe ve hizmet düzeninin çerçeve ve yapısı içinde yabancı bir iradeye bağlanmış, onun buyruğu altına girmişlerdir. Gözüpeklik burada, üzerindeki baskı kalkar kalkmaz fırlamaya hazır bir yaya benzer.
Komutanın rütbesi ne kadar yüksekse, gözüpekliğinin boş ve kör bir tutku haline gelmemesi için düşüncenin kontrolü altında kalmasına o kadar çok ihtiyaç vardır. Çünkü yüksek rütbeli bir komutanın başta gelen görevi kişisel fedakarlıklarda bulunmak değil, başkalarını korumak, tüm birliğin esenliğini sağlamaktır. Büyük kitlelerde, ikinci bir tabiat halini alan hizmet kuralları ile halledilen
(sayfa 224) bütün meseleleri komutan aklı ile, düşünüp taşınarak, halletmelidir; komutanın gözüpekliği kolayca yanlış bir hareket, bir kusur olabilir. Ama buna yine de güzel bir kusur demek gerekir, çünkü başka kusurlara benzemez. Ne mutlu mevsimsiz atılganlıklara sık sık tanık olan bir orduya! Bol bol yabani otların fışkırdığı verimli bir toprağa delalet eder. Çılgınca bir cüret, yani düşüncesizce bir atılganlık bile hor görülmemelidir; alt tarafı bu da aynı ruh kuvveti, aynı manevi enerjidir, yalnız aklın kontrolü dışında bir çeşit tutkuya dönüşmüştür. Atılganlık aklın buyruklarına uymayı, üstün bir otoriteye boyun eğmeyi bir tenezzül sayarak reddettiği zamandır ki ancak, tehlikeli bir eğilim olarak hizaya getirilmelidir; aslında kötü birşey olduğu için değil, fakat disipline karşı geldiği için, çünkü savaşta hiç bir şey disiplin, yani itaat kadar önemli değildir.
Eşit zeka şartları altında, korku atılganlıktan bin kez daha çok zarara yol açar. Bu gerçeği okuyucumuzun da kabul edeceğine güvenerek belirtiyoruz.
İlk bakışta, makul bir amacın atılganlığı kolaylaştıracağı, dolayısıyla öz değerini azaltacağı sanılabilir; oysa gerçek bunun tam tersidir.
Berrak bir düşüncenin müdahalesi ya da aklın hakimiyeti bütün duygusal güçlerin şiddetini büyük ölçüde azaltır. Bu yüzdendir ki,
yüksek rütbelere doğru çıkıldıkça atılganlığa daha seyrek rastlanır; sağduyu ve zeka bu rütbelerle orantılı olmasa bile,
objektif veriler, koşullar ve ilişkiler çeşitli kademelerdeki komutanlara dışardan o kadar kuvvetli bir etki yaparlar ki,
akılları ne kadar az zorlanırsa omuzlarına binen yük o kadar ağırlaşır. İşte şu Fransız atasözünün savaş konusunda ifade ettiği gerçeğin temeli budur:
"
Tel brille au second qui s'éclipse au premier. "
(*) (sayfa 225)
(*) "Ön sırada gölgede kalan ikinci sırada parlayabilir" anlamına gelen bu mısra Voltaire'in "LA HENRIADE" adlı destanından alınmıştır (ç.n.)
Tarihin bize çapsız; hatta kararsız komutanlar olarak tanıttığı generallerin hemen hemen hepsi daha aşağı rütbelerde atılganlıkları ve kararlılıkları ile ün yapmış kimselerdir.
Zorunlulukların baskısı altında girişilen gözüpek bir eylemin saikleri arasında bir ayırım yapmak gerekir. Bu zorunluluğun farklı dereceleri vardır. Çok kesin bir zorunluluk ise, eyleme geçen kimse daha da büyük başka tehlikelerden sakınmak için büyük tehlikelere göğüs germek durumunda bulunuyorsa, kararlılığına hayranlık duymaktan başka bir şey gelmez elimizden, ayrıca kararlılığının değeri, bulunduğunu da takdir etmemiz gerekir. Bir delikanlı binicilikteki hünerini göstermek için bir uçurumdan atlarsa, gözüpekliğini göstermiş olur; fakat aynı şeyi kelle uçuran bir yeniçeri sürüsünün takibi altında yaparsa sadece kararlılığını göstermiş olur. Ancak tehlike ile eylem arasındaki mesafe ne kadar uzaksa, aklın tehlikenin farkına varmak için o kadar çok sayıda koşulları hesaba katması gerekir ve dolayısıyla atılganlığın payı daha büyük olur. Büyük Frederik 1756'da savaşın kaçınılmaz olduğunu ve ancak düşmandan önce davranmak suretiyle mahvolmaktan kurtulabileceğini görünce, savaşı kendisi başlatmak zorunda kaldı. Bu çok büyük bir cesaret isteyen bir işti, ve onun yerinde pek az insan buna karar vermeyi göze alabilirdi.
Strateji sadece başkomutanın veya en yüksek kademedeki komutanların işi ise da, ordunun bütün öteki üyelerinin atılganlığı, bütün diğer askeri meziyetler gibi, stratejinin kayıtsız kalabileceği bir şey değildir. Gözüpek bir milletin içinden çıkan ve atılganlık ruhu durmadan beslenen bir ordu ile yapılabilecek şeyler, bu meziyetten nasibi olmayan bir ordu ile yapılabilecek şeylerin kat kat üstündedir. Onun içindir ki, atılganlığı yalnız komutanın değil, aynı zamanda ordunun bir meziyeti olarak göstermeyi uygun bulduk. Yoksa asıl konumuz komutanın gözüpekliğidir. Fakat bu hususta söyleyecek pek fazla bir şeyimiz
(sayfa 226) kalmadı, çünkü niteliklerini genel olarak elimizden geldiğince belirtmiş bulunuyoruz.
Komuta kademeleri yükseldikçe, akla, zekaya ve kavrayışa düşen pay çoğalır ve bir mizaç özeliliği olan gözüpeklik ikinci plana itilmiş olur. Bu yüzden ona en yüksek mevkilerde çok seyrek raslarız. Fakat rasladığımız zaman da hayranlığımız bir kat daha artar. Zekanın hükmettiği bir atılganlık kahramanının damgasıdır. Bu atılganlık, eşyanın tabiatına aykırı cüretli eylemlere girişmek, olasılık yasalarına meydan okumak değildir. Aksine, dehanın güçlü bir sezginin yıldırım hızıyla yaptığı hesabı destekleyen bir cürettir. Atılganlık akıl ve kavrayışa kanat takar, bu kanatlarla çok daha yükseklere uçmak, olaylara çok daha geniş bir görüş açısından bakmak ve hemen hemen hiç aldanmadan doğru karara varmak mümkün olur. Yalnız şunu da unutmamak gerekir ki, amaç ne kadar büyükse, bu amaca ulaşmayı engelleyen tehlikeler de o kadar büyüktür. Sıradan bir insan, büsbütün zayıf ve kararsız olmamak şartıyla, olayları bizzat yaşamadan karar vermenin mümkün olduğu ölçüde, tehlike ve sorumluluklardan uzak, odasında düşünüp çalışarak doğru bir karara varabilir. Fakat kendisini tehlikeler ve sorumluluklarla kuşatılmış görünce, muhakeme yeteneğini kaybeder; başkaları bu konuda kendisine yardımcı olsalar bile, karar verme gücünü bulamaz kendinde, çünkü bu hususta ona kimse yardım edemez.
Bu itibarla, atılganlıktan yoksun mükemmel bir komutan tasavvur edilemeyeceğini sanıyoruz; yani bir kimse, doğuştan, bu mesleğin ilk şartı saydığımız böyle bir manevi güce sahip değilse hiç bir zaman iyi bir komutan olamaz. İkinci sorun, hayat şartları ve eğitimle gelişen ve değişen bu tanrı vergisi kuvvetten, insan bir kez bu yüksek mevkie eriştikten sonra geriye ne kaldığıdır. Bu kuvvet yerinde durduğu, zaafa uğramadığı sürece, deha kanatlanır ve çok yükseklere uçar. Göze alınan tehlike gittikçe büyür, fakat ulaşılmak istenilen amaç da aynı ölçüde büyür. Atılganlık gücünü ister uzak bir zorunluluktan,
(sayfa 227) ister ihtirastan alsın, komutanın adı ister Frederik ister İskender olsun, eleştiri için bu hiç fark etmez. İkincisi üstün cüreti ile hayal gücümüzü daha çok etkilerse, birincisi bir iç zorunluluğa cevap verdiği için aklımıza daha yatkın gelir.
Çok önemli bir başka nokta üzerinde daha durmak istiyoruz.
Atılganlık ve gözüpeklik iki nedenle orduda yaygın olabilir: ya orduyu sinesinden çıkaran milletin özelliğidir, ya da atılgan ve gözüpek komutanlar tarafından yönetilen muzaffer bir savaşın sonucunda edinilmiştir. İkinci halde, başlangıçta eksik olan bu meziyet sonradan kazanılmış olur.
Günümüzde bir milletin ruhunu bu doğrultuda eğitmenin tek yolu savaştır, tabii cesur komutanların yönettiği bir savaş. Refahı ve ticari faaliyetleri durmadan artan bir milleti yozlaştıran gevşekliği ve konfor düşkünlüğünü ancak savaş giderebilir.
Bir millet, ancak ulusal karakteri ve savaş alışkanlığı birbirleri üzerinde sürekli ve karşılıklı bir etki yaptıkları takdirde, bir gün politika dünyasında güçlü bir yere sahip olmayı umut edebilir.
BÖLÜM VII
SEBAT
Okuyucu açılardan ve doğrulardan söz etmemizi beklerken, bilim dünyasının bu yurttaşları yerine karşısında her gün sokakta rasladığı gerçek dünyanın alelade insanlarını bulmaktadır. Ne var ki, yazar matematiğe konunun gerektiğinden kıl payı bile fazla bir yer vermeye niyetli
(sayfa 228) değildir, ve okuyucusunu şaşkınlığa uğratmak pahasına dahi olsa bu kararından dönmeyecektir.
Savaş başka alanlara pek benzemez: Orada işler umduğumuz gibi çıkmaz ve yakından bakıldığında uzaktan bakıldığından başka türlü görülür. Mimar eserinin gözünün önünde nasıl büyüdüğünü ve planına uygun bir biçim aldığını gönül huzuru ile seyreder! Tabip, mimara oranla önceden görünmez olayların ve raslantıların insafına daha çok maruz bulunmakla birlikte, yine de kullandığı araçların cinsini ve etkisini iyi kötü bilir. Savaşta ise, büyük bir bütünün başında bulunan komutan kendisini sürekli olarak doğru ve yanlış bilgilerden, korku, ihmal veya acele yüzünden işlenmiş hatalardan, itaatsizliklerden, kötü niyetlerden, yalan yanlış yorumlanan görev duygularından, tembellik veya bitkinlikten, kimsenin düşünemediği tesadüflerden oluşan bir girdabın ortasında bulur. Kısaca, çoğu endişe verici ve sadece birkaçı cesaretlendirici olan yüz binlerce izlenimin etkisi altında kalır. Uzun bir savaş tecrübesi, bu olguların doğru bir şekilde değerlendirilmesini mümkün kılan sezgiyi edinmesine olanak sağlamıştır. Kayanın denizin dalgalarına dayanması gibi, bütün bunlara dayanması için cesaret ve karakter kuvveti yeterlidir. Bu izlenimlerin altında ezilen biri giriştiği işlerin hiç birini başarıya ulaştıramaz. Bunun içindir ki, bir işe giriştikten sonra onda
sebat etmek, amacımızdan vazgeçmemizi zorunlu kılan çok kuvvetli nedenler bulunmadığı takdirde, son derece önemli bir denge unsurudur. Üstelik, büyük ve sonsuz çabalar, acılar, yoksunluklar pahasına elde edilmemiş hiç bir şanlı zafer yok gibidir; insanın fiziki ve manevi, varlığı tam çökmeye yüz tutarken, dünyanın ve gelecek kuşakların hayranlık duyacakları bir dayanıklılığın ifadesi olan büyük bir irade gücü bizi amacımıza ulaştırır.
(sayfa 229)
BÖLÜM VIII
SAYICA ÜSTÜNLÜK
Sayıca üstünlük, stratejide olduğu kadar taktikte de zaferin en genel ilkesidir, bu itibarla onu ilk önce bu yönden inceleyeceğiz. Aşağıdaki açıklamalarla işe başlayalım:
Strateji muharebenin yerini ve zamanını ve bunun için gerekli kuvvetlerin miktarını tayin eder. Nerede? Ne zaman? ve Nasıl? diye özetleyebileceğimiz bu üçlü araştırma ve saptama muharebenin sonucu üzerinde kesin bir etkisi bulunduğunu gösterir stratejinin. Taktik bir kere muharebeyi verdikten ve, ister zafer ister yenilgi olsun, sonucu aldıktan sonra, strateji bunu savaşın ana gayesi doğrultusunda kullanmak için elinden geleni yapar. Kuşkusuz bu gaye çoğu kez henüz çok uzaktır; el altında bulunduğu haller çok seyrektir. Bir dizi başka amaçlar, bu nihai gayeye hizmet için birer araç vazifesi görürler. Aynı zamanda daha yüksek bir gayeye ulaşmanın araçları olan bu amaçlar uygulamada çeşitli biçimlere bürünebilirler. Nihai amacın kendisi, yani o savaşın asıl gayesi bile savaştan savaşa değişir. Bütün bunların ne olduğunu, ilerde bunlarla ilgili konuları ayrı ayrı incelerken öğreneceğiz. Bu mümkün olsa bile, buradaki amacımız bunların hepsini teker teker saymak suretiyle tüm konuyu kapsamak değildir. Bu itibarla muharebenin nasıl kullanılacağı konusunu şimdilik bir yana bırakıyoruz.
Stratejinin muharebenin sonucu üzerinde etki yapmasını sağlayan, diğer bir deyişle muharebenin sonucunu tayin eden (bir anlamda ona karar veren) hususlar bile bir bakışta kavranabilecek kadar basit değildir. Zamanı, yeri ve kuvvetleri saptayan strateji uygulamada çeşitli ve farklı kararlar alabilir, ve bunlardan her biri çarpışmanın sonucunu, yani başarı veya başarısızlığını, değişik biçimlerde etkiler. Onun için biz bütün bu hususları da yavaş yavaş, yani uygulamayı daha yakından ilgilendiren konulara sıra geldikçe, öğrenmeye çalışacağız.
(sayfa 230)
Böylece muharebeyi, amacının ve mevcut koşulların onu uğratabileceği tüm değişikliklerden sıyıracak olursak, ayrıca belirli bir faktör olan birliklerin cesaretini bir kenara bırakacak olursak, o zaman çıplak muharebe veya çarpışma kavramı ile karşı karşıya kalırız: yani muhariplerin sayısından başka bir şey bilmediğimiz soyut bir muharebe kavramı.
Dolayısıyla zaferi tayin edecek olan bu sayıdır. Ancak bu noktaya varmak için yapmak zorunda kaldığımız soyutlamalar da göstermektedir ki, sayıca üstünlük zaferi sağlamanın yollarından, yani zafer faktörlerinden sadece bir tanesidir. Sayıca üstünlük sayesinde her şeyi, hatta en önemli şeyi, kazanmış olmak şöyle dursun, belki de bu üstünlük bize aslında pek az şey kazandırmıştır: çünkü, dediğimiz gibi, bu faktörün önemi diğer sartlara bağlıdır.
Fakat bu üstünlüğün dereceleri vardır: iki kat, üç kat, dört kat, vb. olabilir, ve herkesin göreceği gibi, bu katsayılar sonsuza dek arttırdığımız takdirde artık başka hiç bir şeyin önemi kalmaz, sayı üstünlüğü her şeyin üstesinden gelir.
Bu açıdan sayı üstünlüğünün muharebenin sonucunu tayin eden en önemli faktör olduğunu kabul etmemiz gerekir: yalnız şu şartla ki, bütün öteki faktörlerin hakkından gelecek kadar büyük olsun. Bundan da, muharebenin can alıcı noktasına mümkün olduğu kadar çok kuvvetler yığmamız gerektiği sonucunu çıkarabiliriz.
Bu birlikler yeterli olsun veya olmasın, hiç değilse bu bakımdan elimizden gelen her şeyi yapmış olduğumuzu söyleyebiliriz. Stratejinin ana ilkesi, birinci ilkesi işte budur. Bu genel ifade biçimi altında, İranlılara olduğu kadar Yunanlılara, Marata'lara
(*) olduğu kadar İngilizlere,
(sayfa 231) Almanlara olduğu kadar Fransızlara da uyar. Ancak konumuz hakkında daha açık bir fikir edinmek için Avrupa'daki askeri koşullara bir göz atmakla yetinmek daha uygun olacaktır.
(*) Marata'lar veya Maharat'lar, XVII. yüzyılın ortalarından XIX. yüzyılın başına kadar Hindistan'da çeşitli hanedlanların hakimiyetinde bir çok devletler kurmuş olan, cengaverlikleri ile ünlü belli başlı Hint halklarından biridir. Bir ara çok güçlü olan Marata İmparatorluğu 1818'de İngilizler tarafından kesin yenilgiye uğratılmıştır (ç.n.).
Avrupa'da ordular teçhizat, teşkilat ve her türlü teknik bilgi yönünden birbirlerine çok benzerler. Farklar daha çok ordunun askeri nitelikleri ve başkomutanların yetenekleri ile ilgilidir. Modern Avrupa'nın askerlik tarihini gözden geçirecek olursak, bir Marathon örneğine raslamayız.
Büyük Frederik yaklaşık olarak 30.000 kişilik ordusu ile Leuthen'de 80.000 Avusturyalıyı bozguna uğratmıştır;
Rossbach'da 25.000 kişi ile Müttefiklerin yaklaşık olarak 50.000 askerini yenmiştir. Bunlar, bir ordunun kendisinden iki kat, nerede ise üç kat üstün bir düşmana karşı kazandığı zaferlerin belki tek örnekleridir. XII. Charies'ın
Narva'da verdiği muharebeyi bir başka örnek olarak gösteremeyiz. O devirde Rusları Avrupalı saymaya pek imkan yoktu; kaldı ki, bu muharebenin en önemli koşulları bile lâyıkıyla bilinmemektedir.
Dresden'de, Bonapart'ın 220.000'e karşı 120.000 askeri vardı, yani düşman karşısında iki kat bir sayı üstünlüğüne bile sahip değildi.
Kollin'de, Büyük Frederik 30.000 kişi ile 50.000 Avusturyalının üstesinden gelememişti. Napolyon, umutsuz Leipzig savaşında 150.000 kişilik ordusu ile düşmanın bunun iki katını bile bulmayan 280.000 askeri karşısında aynı başarısızlığa uğramıştı.
Bütün bunlar, bugünün Avrupa'sında en yetenekli komutanların bile iki misli kuvvetli bir düşman karşısında zafer kazanmakta çok güçlük çektiklerini göstermektedir. İki kat kuvvetli muharip kuvvetlerin en büyük komutanlara karşı bile terazinin kefesinde ağır bastığını göz önüne alırsak, normal durumlarda büyük ya da küçük çapta muharebelerde, iki katı geçmeyebilecek olan önemli bir sayı üstünlüğünün, öteki koşullar ne kadar elverişsiz olursa olsun, zaferi sağlamaya yeterli olduğunu kuşku duymadan savunabiliriz. Gerçi on kat bir üstünlüğün bile düşmanı yenmeye yetmeyeceği sarp bir dağ geçidini aklımızdan
(sayfa 232) geçirebiliriz; ama böyle bir durumda artık bir muharebeden söz etmeye olanak yoktur.
Bu nedenle bizim kanımız odur iki, bugünkü şartlar altında, ve bunlara benzer diğer şartlar altında, kesin ve kader belirleyici bir noktaya varan sayıca üstünlüğün çok büyük bir önemi vardır, ve genellikle öteki faktörlerin hepsinden daha ağır basar. Kesin sonuç sağlayacak noktaya yığabileceğimiz güçlerin miktarı ordunun mutlak gücüne ve bunun ne derece ustalıkla kullanıldığına bağlıdır.
Buna göre birinci kural savaş meydanına mümkün olduğu kadar kuvvetli, bir ordu ile girmektir. Bu ilk bakışta beylik bir laf gibi görünebilirse de, aslında hiç de böyle değildir.
Uzun süre askeri kuvvetlerin sayı üstünlüğünün esaslı bir faktör sayılmadığını göstermek için, XVIII. yüzyılı en ayrıntılı askerlik tarihlerinde bile, orduların kuvvetinin ya hiç belirtilmediğine ya da fazla bir değer verilmeksizin konuya sadece üstünkörü değinmekle yetinildiğine işaret etmek yeter. "Yedi Yıl Savaşlarının Tarihi" adlı eserinde, Tempelhof,
(*) yüzeysel bir biçimde de olsa, bu noktayı ele almış olan ilk yazardır.
Massenbach
(**) bile, Prusyalıların 1793 ve 1794 yıllarında Vosges'larda (Karaorman) giriştikleri seferlerle ilgili sayısız eleştirilerinde bol bol ormanlardan, vadilerden, yollardan ve patikalardan söz ettiği halde, tarafların karşılıklı kuvvetleri hakkında tek kelime söylememiştir.
İddiamızın bir diğer kanıtı da, kimi askeri eleştiricilerin kafasında yer etmiş olan harika bir fikirdir. Buna göre, bir ordunun normal olarak en uygun miktar sayılan belirli bir büyüklüğü olmalıdır: bunun üstünde bir kuvvet yararlı olmaktan çok orduya yük olur!
(***) (sayfa 233)
(*) Georg Friedrich von Tempelhof, Prusyalı general (1737-1807). (P.N.)
(**) Christian Karl von Massenbach, Prusyalı albay (1758-1827). Fransız Devrimi ve Bonapart üzerinde çeşitli eserlerin yazarı. (P.N.)
(***) Burada özellikle Tempelhof ile Montalembert'i düşünüyoruz (Clausewitz'in notu.)
Nitekim, sayıları hiç de az olmayan öyle hallere raslamak mümkündür ki, bunlarda muharebe kuvvetlerinin tümü muharebede veya savaşta bilfiil kullanılmamış, çünkü, eşyanın tabiatına aykırı olarak, sayıca üstünlüğün fazla bir önemi bulunmadığına hükmedilmiştir.
Önemli bir sayı üstünlüğünün bize muharebede çok şey kazandıracağına bütün kalbimizle inandığımız takdirde, bu inancımız ister istemez savaş hazırlıklarımızı etkileyecektir; çünkü muharebe meydanına mümkün olduğu kadar çok kuvvet sokarak bu sayı üstünlüğünü ya kendimiz sağlamak ya da hiç değilse düşmanın sağlamasını önlemek isteyeceğimiz doğaldır. İşte savaşı yürütmek için gerekli mutlak kuvvet hakkında söyleyeceklerimiz bu kadardır.
Bu mutlak kuvvetin ölçüsünü hükümet saptar. Her ne kadar asıl savaş faaliyeti bu miktarın saptanması ile başlar ve bu saptama savaş stratejisinin temel unsurlarından birini oluşturursa da, bu kuvvete komuta edecek olan general bu mutlak kuvveti, verilmiş bir miktar olarak kabul etmek zorundadır, çünkü ya bu miktarın saptanmasında kendisine söz hakkı tanınmamış ya da koşullar bunların arttırılmasına elvermemiştir.
Mutlak bir üstünlük sağlamak olmadığı takdirde, can alıcı noktalarda nispi bir üstünlük sağlamaya çalışmaktan, bunun için de mevcut kuvvetleri en etkin ve isabetli bir şekilde kullanmaktan başka çare yoktur.
Bu bakımdan zamanın ve yerin iyi tayini en önemli meseledir, onun içindir ki, stratejide bu faktörün tek başına askeri kuvvetleri kullanma sanatının tümünü kapsadığı sonucuna varanlar olmuştur. Hatta bazı büyük komutanlara, strateji ve taktiğin bu ihtiyaçlarına cevap verecek özel bir beyin fonksiyonu yakıştıracak kadar ileri gidenlere bile raslanır.
Bununla birlikte, yer ile zaman arasında bu koordinasyonun sağlanması her ne kadar stratejinin temeli, tabir caizse günlük ekmeği, sayılabilirse de, görevlerinin ne en zor ne de en önemli olanıdır.
(sayfa 234)
Askerlik tarihine tarafsız bir gözle bakılacak olursa, bu tür hesap hatalarının önemli kayıplara yol açtığı hallerin, hiç değilse strateji alanında, aslında çok az olduğu görülür. Fakat, zaman ile yer arasında isabetli bir koordinasyon sağlamak fikri ile, faal ve kararlı bir komutanın, hızlı yürüyüşler sayesinde, aynı ordu ile birkaç düşmanını birden yenilgiye uğrattığı (Büyük Frederik ve Napolyon gibi) hallerin tümünü izah etmeye kalkışacak olursak, geleneksel tabirlerle boşuna zihnimizi karıştırmış oluruz. Oysa, kavram karışıklığını önlemek ve onları yerli yerinde kullanmak istiyorsak, her şeye kendi adını koymamız gerekir.
Düşmanlarını doğru olarak değerlendirmiş olmak (Daun ve Schwarzenberg'i), kısa bir süre için onların karşısına ancak sınırlı bir muharebe kuvveti ile çıkma riskini göze almış olmak, cebri yürüyüşler yapmak enerjisini göstermiş olmak, ani ve süratli bir saldırıya cüret etmiş olmak, tehlike anlarında büyük ruhların harcı olan yoğun ve şiddetli bir faaliyete geçmiş olmak — işte bu zaferlerin asıl nedenleri! Bütün bunların, zaman ve mekan gibi iki basit şeyi doğru olarak koordine etme yeteneği ile ne ilgisi olabilir?
Fakat büyük komutanların savunma savaşlarında sık sık bel bağladıkları o kuvvet sektirmeleri bile (
Rossbach ve
Montmirail zaferlerinin
Leuthen ve
Montereau zaferlerine yol açması gibi), açık ve doğru konuşmak gerekirse, tarihte pek seyrek raslanılan olaylardır.
Nispi üstünlük, yani üstün kuvvetlerin ustalıklı bir şekilde kader tayin edici noktalara
yığılması, çok kez bu noktaların doğru olarak saptanmasının, kuvvetlere daha başlangıçta doğru bir yön tayin edilmiş olmasının, teferruatı esasa feda etmesini bilmenin, yani kuvvetleri mümkün olduğu ölçüde bir noktada yoğunlaştırmanın sonucudur. Büyük Frederik ile Napolyon'un üstünlükleri işte buradadır.
Öyle sanıyoruz ki, bu sözlerimizle sayıca üstünlüğün önemini yeteri kadar göstertmiş bulunuyoruz. Sayıca
(sayfa 235) üstünlük her zaman temel fikir olarak kabul edilmeli, bunu sağlamak her zaman başlıca amacımız olmalıdır.
Ancak, sayıca üstünlüğü zaferin kaçınılmaz bir şartı saymak söylediklerimizden tamamen yanlış bir anlam çıkarmak olur. Tahlillerimizden çıkarılması gereken tek sonuç, çarpışmada kuvvetlerin sayısının büyük bir önem taşıdığıdır. Kurala uygun hareket etmiş olmak için, bu kuvveti mümkün olduğu kadar arttırmak yeterlidir; kuvvet yetersizliği yüzünden muharebenin kabul edilip edilmeyeceğine ancak genel bir durum muhakemesi sonucunda karar verilebilir.
BÖLÜM IX
BASKIN
Bundan önceki bölümün konusu —nispi bir üstünlük sağlamak için girişilen genel çaba— aynı genel niteliği taşıyan bir başka çaba ile hemen çağrışım yaratmaktadır: düşmanı
baskına uğratmak. Bu çaba hemen hemen bütün girişimlerin temelidir, çünkü bu olmadan, kader tayin edici noktada üstünlük sağlamak tasavvur edilemez.
Dolayısıyla baskın üstünlük sağlamanın bir yolu olmaktadır; ancak, manevi etkisini düşünecek olursak, onu ayrıcı kendi başına bağımsız bir ilke saymak gerekir. Baskın başarıya ulaştığı zaman, düşman cephesinde şaşkınlık ve karışıklık yaratır, düşmanın cesaretini kırar. Bunun başarıyı ne derece arttırdığının ise büyüklü küçüklü birçok örnekleri vardır. Burada söz konusu olan ani bir saldırı değil, genel olarak alınan tedbirlerle düşmanı gafil avlamak, bunun için de kuvvetlerimizi ona göre dağıtmaktır. Bu savunmada da pekala mümkündür ve hatta taktik savunmasının en önemli unsurudur.
(sayfa 236)
Bize göre baskın istisnasız bütün girişimlerin temelidir; ancak girişimin niteliğine ve diğer koşullara göre dereceleri çok değişik olabilir.
Bu fark aslında ordunun, komutanın, hatta hükümetin özelliklerinden ileri gelir.
Gizlilik ve çabukluk bu sonucun sağlanmasındaki başlıca faktörlerdir. İkisi de hükümette ve komutanda büyük bir enerjiyi ve orduda köklü bir askeri görev duygusunu gerektirir. Gevşeklik ve belirsiz ilkelerle baskınla bir sonuç almaya kalkışmak boşunadır. Fakat bu yola başvurmak bir komutan için ne kadar yaygın ve kaçınılmaz bir çaba olursa olsun, her zaman iyi kötü bir sonuç yaratacağı muhakkak olan baskının
tam bir başarıya ulaşması çok seyrek raslanılan bir haldir ve bu bizzat eşyanın tabiatından ileri gelir. Bu itibarla, savaşta istenilen gayeye ulaşmak için bunun en uygun araç olduğunu sanmak yanlış olur. Baskın fikri çok çekicidir, çok şey vaad eder gibi görünür; fakat uygulamaya gelince, makinanın tümündeki sürtünme çoğu zaman etkisini sıfıra indirir.
Baskın daha ziyade taktik alanına girer, çünkü zaman ve mesafeler çok daha kısadır. Stratejide ise, alınacak tedbirler taktik alanına girdiği ölçüde, baskının gerçekleştirilmesi daha kolay, bu tedbirler politika alanına kaydıkça daha zor olacaktır.
Savaş hazırlıkları genellikle birkaç ay sürer; orduların belli başlı mevzilere yerleştirilmesi aşağı yukarı her zaman depo ve cephanelikler tesisini ve yönleri önceden kestirilebilecek uzun yürüyüşleri gerektirir.
Bu yüzden bir Devletin başka bir Devlete aniden savaş açarak ya da kuvvetlerine genel bir istikamet vererek baskınlar yapmasına çok seyrek raslanılır. Kuşatmanın savaşın ekseni sayıldığı XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, bir müstahkem mevkiin beklenmedik bir zamanda ansızın kuşatılması sık sık gözetilen bir amaçtı ve savaş sanatının çok özel ve önemli bir konusunu teşkil ederdi. Fakat o zamanlarda bile bu kuşatma nadiren başarı ile sonuçlanırdı.
(sayfa 237)
Derhal veya bir iki gün içinde yapılabilecek işlerde, baskın çok daha olumlu sonuçlar verebilir; örneğin, bir yürüyüşü düşmandan gizlemek ve bu sayede bir mevzii, belirli bir noktayı, bir yolu, vb. ele geçirmek o kadar zor işler değildir. Bununla birlikte, bu gibi hallerde baskın kolaylık bakımından kazandığını etkinlik bakımından kaybeder; daha güç gerçekleştirilen baskınlar ise genellikle daha etkili olur. Küçük çaptaki bu baskınların, bir muharebenin kazanılması veya önemli bir cephaneliğin ele geçirilmesi gibi, büyük işlerin bir hareket noktası olabileceğini sanmak kuşkusuz olmayacak bir şeye inanmak değilse de, tarihin doğruladığı bir şey de değildir. Çünkü, bu gibi baskınlardan büyük sonuçlar alındığı hallere pek ender raslanır. Bundan da baskının özü itibariyle güç bir şey olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Tabii bu noktada tarihten ders almak isteyen kimse, tarihi eleştirinin safsatalarına, karakuşi hükümlerine ve laf kalabalığına kulak asmamalı, olayları dikkatle izlemelidir. Örneğin, 1761 yılındaki Silezya seferinde, bu bakımdan tarihe geçmiş bir gün vardır. 22 Temmuz günü, Büyük Frederik,
Neisse yakınındaki
Mossen'e Avusturyalı Mareşal Laudon'dan önce varmış, ve güya bu sayede Avusturya ve Rusya ordularının Yukarı Silezya'da birleşmeleri engellenmiş ve bu da Krala dört haftalık bir zaman kazandırmıştır. Ne var ki, bu olayın cereyan tarzını başlıca tarihçilerin eserlerinden dikkatle okuduğumuz ve önyargısız incelediğimiz takdirde, 22 Temmuz günü yapılan bu yürüyüşün hiç de o kadar büyük bir önem taşımadığını görürüz. Tam tersine, bu konuda söylenmesi adet haline gelmiş şeylerde pek çok çelişkiler bulunduğunu hemen anlarız. Buna karşılık, bu ünlü manevralar döneminde Laudon tarafından girişilen harekâtın tutarsız olduğu görülür. Gerçeğe susamış, doğru bir fikir edinmek isteyen bir kimse nasıl olur da böyle bir tarihi delili kabul edebilir?
Bir sefer sırasında uygulanan baskın prensibinden büyük sonuçlar bekliyorsak, bunun nedeni, baskını
(sayfa 238) düşününce zihnimizde hemen yoğun faaliyetler, süratli kararlar, cebri yürüyüşler ile bir çağrışım yapmamızdır. Ancak bu faktörlerin, en yüksek derecelerde bile, her zaman beklenilen neticeyi vermediklerini, iki büyük komutanın, bu konulardaki ustalıkları ile haklı bir şöhret yapmış olan Büyük Frederik ile Bonapart'ın örnekleri bize göstermektedir. 1760 Temmuzunda, Büyük Frederik
Bautzen'den birdenbire Lascy'nin üzerine yürüyüp buradan
Dresden'e döndüğünde, bütün bu manevraların hiç bir işe yaramadığını ve arada
Glatz kalesinin düşmesi üzerine, tam tersine, durumunun sarsıldığını görmüştür.
1813'de Bonapart iki kez
Dresden'den birdenbire Blücher'in üzerine yürümüş (Yukarı
Lausitz'den Bohemya'yı istilaya kalkışmasından hiç söz etmiyoruz), ikisinde de umduğu sonucu elde edememişti. Bunlar, havada kılıç sallamak kabilinden, hiç bir işe yaramayan, aksine kendisine zaman ve kuvvet kaybına mal olan hareketlerdi ve kendisini Dresden'de güç duruma sokabilirlerdi.
Bu alanda, başarılı bir baskın, komutanın faaliyetine, enerjisine ve kararlılığına da bağlı değildir. Başka koşulların da yardımcı olması gerekir. Baskının başarılı olabileceğini inkar ediyor değiliz; ancak bunun için şartların elverişli olması gerektiği üzerinde duruyor, bunun sık sık gerçekleşmediğini ve komutanın da nadiren bu şartları yaratacak durumda olduğunu iddia ediyoruz.
Yukarda sözü geçen komutanların her ikisi bunun göze çarpan örneklerini vermişlerdir. önce Bonapart'ı ele alalım: 1814'te, Blücher'in ordusuna karşı giriştiği ünlü harekâtında, Prusyalı Mareşalin ordusu ikiye ayrılmış, bir kısmı Marne nehri boyunca aşağı doğru ilerliyordu. Düşmanı baskına uğratmak için yapılan iki günlük bir yürüyüş bundan daha iyi sonuçlar veremezdi. Üç günlük bir yürüyüş mesafesine yayılmış bulunan Blücher'in ordusu parça parça yenilmiş, kaybedilmiş bir meydan muharebesine eşit sayılabilecek büyük kayıplara uğramıştı. Bu tamamen bir baskının sonucuydu, çünkü Blücher bu kadar yakın bir saldırı ihtimalini düşünebilmiş olsaydı, yürüyüşünü
(sayfa 239) çok farklı biçimde düzenlerdi. Bu başarıyı Blücher'in hatasına mal etmek gerekir. Kuşkusuz Bonapart bu durumu bilmiyordu ve sadece mutlu bir raslantıdan yararlanmıştı.
Aynı şey 1760
Liegnitz muharebesinde de olmuştur. Büyük Frederik bu güzel muharebeyi her şeye rağmen kazanmışsa, bunu işgal ettiği bir mevzii geceleyin değiştirmiş olmasına borçludur. Laudon tam bir baskına uğramış ve bu ona 70 top ile 10.000 kişiye mal olmuştu. Her ne kadar Büyük Frederik bu dönemde, her türlü muharebeyi imkansız kılmak veya hiç değilse düşmanın planlarını bozmak için durmadan yön değiştirerek ileri geri yürümek ilkesini benimsemiş idiyse de, 14 Temmuzu 15 Temmuza bağlayan gecede mevzilerini aslında bu niyetle değil, kendisinin de sonradan bizzat söylediği gibi, 14 Temmuz günü işgal ettiği mevzii beğenmediği için değiştirmişti. Burada da tesadüf büyük bir rol oynamıştır. Saldırı, gece mevzi değiştirme ve çetin arazi şartları bir şans eseri olarak bir araya gelmemiş olsaydı, sonuç aynı olmazdı.
Stratejinin daha üst ve en yüksek düzeylerinde de bazı başarılı baskın örneklerine raslanır. Burada sadece İmparatorluk Büyük Seçicisinin
(*) (Grand- Electeur) 1757'de İsveçlilere karşı
Franken'den
Pomeranya'ya ve
Brandenburg'dan
Pregel'e kadar yaptığı parlak yürüyüşleri ve Bonapart'ın o ünlü Alpleri geçişini hatırlatmakta yetinelim. İkinci örnekte, düşman ordusu bir teslim anlaşması imzalayarak savaş alanını terk etmiş, 1757'de ise bir başka ordu sadece muharebe meydanını değil kendisini de teslim etmesine ramak kalmıştı. Nihayet, Silezya'nın Büyük Frederik tarafından istilasını hiç beklenmedik bir savaşa
(sayfa 240) örnek olarak gösterebiliriz. Bütün bu hallerde, düşmanı yıldırımla vurulmuşa döndüren parlak zaferler kazanılmıştır; ancak tarihin sunduğu bu tür örneklerin sayısı azdır. Tabii bunları, bir Devletin gayret ve enerji yetersizliği yüzünden hazırlıklarını zamanında tamamlayamadığı hallerle (1756'da Saksonya, 1812'de Rusya) karıştırmazsak...
(*) Seçiciler (électeurs, electors): Roma Germen İmparatorunu seçmekle görevli Alman prenslerine verilen ad. İçlerinde en güçlü olan Brandenburg Seçicisine Büyük Seçici denirdi. Brandenburg Seçicisi III. Frederik, sonradan I. Frederik adı altında Prusya Kralı unvanını aldı. Büyük Frederik onun oğludur. (ç.n.)
Sorunun özüne değinen bir gözlemimiz daha olacak. Baskın ancak iradesini hasmına zorla kabul ettiren taraftan gelebilir; iradesini kabul ettirebilecek durumda olan ise, doğru hareket eden taraftır. Düşmanı yanlış bir hareketle baskına uğratırsak, belki, iyi sonuçlar elde etmek söyle dursun, ağır kayıplara bile maruz kalabiliriz. Hiç değilse, düşman baskından fazla zarar görmeyecek ve hatamız yüzünden tehlikeyi savuşturmak olanağını bulmuş olacaktır. Saldırı savunmaya oranla daha çok sayıda olumlu (müspet) hareketleri içerdiği için, baskın kuşkusuz daha çok saldıran tarafın işine gelir, fakat ilerde göreceğimiz gibi bu kesin bir kural değildir. Bu itibarla, saldırı ile savunmanın karşılıklı baskınlarına da raslanabilir ve o zaman son söz bu işi en iyi başaran tarafın olur.
Normal olarak olayların bu şekilde cereyan etmesi gerekirdi; ancak gerçek hayat her zaman bu çizgiyi izlemez, bunun nedeni ise çok basittir. Baskının manevi etkileri çok kez en kötü bir durumu bile iyiye dönüştürebilir ve karşı tarafa uygun tedbirler almak zamanını bırakmaz. Burada sadece başkomutanı düşünmüyoruz; ordunun her ferdini ayrı ayrı düşünüyoruz, çünkü baskının kendine özgü etkilerinden biri de, ordu içindeki birlik ve beraberlik bağlarını geniş ölçüde gevşetmesi ve böylece daha alt kademelerdeki bütün öteki komutanların kişiliklerini ortaya çıkarmasıdır.
Burada en önemli olan şey, karşı karşıya bulunan taraflar arasındaki genel ilişkidir. Eğer bir tarafın genel manevi üstünlüğü diğerine gözdağı verebiliyor ve ağır basabiliyorsa, baskından daha başarılı bir şekilde yararlanabilir ve normal olarak kendi aleyhinde olması gereken şartlar altında bile iyi sonuçlar elde edebilir.
(sayfa 241)
BÖLÜM X
SAVAŞ KURNAZLIĞI
Savaş kurnazlığı gizli bir niyeti içerir ve dolayısıyla doğru, açık, dolambaçsız bir tutumun tam karşıtıdır: nüktenin kanıtlı yalın anlatımın karşıtı olduğu gibi. Bu itibarla savaşta kurnazlığın ikna araçları, çıkarcılık ve zorbalık ile hiç bir ortak yanı olmayıp daha ziyade gizli niyet yönünden hile ve sahteciliğe benzer. Hatta iş olup bittikten sonra savaş kurnazlığı hilenin ta kendisidir, yalnız genel anlamdaki hileden şu farkla ki, doğrudan doğuya sözünde durmamak söz konusu değildir. Kurnazlığa başvuran kimse, aldatmak istediği kimsenin kendiliğinden muhakeme hataları yapmasını ve bunların
tek bir sonuçta birleşerek birdenbire gözünün önünde eşyanın tabiatını değiştirmesini sağlar. İsterseniz şöyle de diyebiliriz: nasıl ki nükte fikir ve kavramlara el çabukluğu ile kılık değiştirtmek ise, savaş kurnazlığı veya hilesi de eylemlerle yapılan bir hokkabazlıktır.
İlk bakışta, stratejinin adını, haklı olarak, savaş hilesi demek olan 'stratagem'den
(*) aldığı sanılabilir; nitekim, savaşın Yunanlılar zamanından beri uğradığı bütün gerçek ve görünürdeki değişikliklere rağmen, bu terim savaşın gerçek niteliğine uyan kelime olarak ayakta kalmıştır.
(*) Asılları Yunanca olan strateji ve stratagem sözcükleri aynı kökten gelir: stratos (ordu) ve agein (yönetmek). (ç.n.)
Eğer asıl darbenin indirilmesine, yani dar anlamda muharebeye ilişkin konuları taktiğe bırakır, ve stratejiyi bu araçları ustalıkla kullanma sanatı olarak alırsak, o zaman, yakıcı bir hırs ve çelik bir irade gibi baskısı hiç gevşemeyen karakter kuvvetlerinin dışında, doğal niteliklerden hiç birinin stratejik faaliyetleri yönetmeye ve esinlemeye kurnazlık kadar elverişli olmadığını görürüz. Bundan önceki bölümde sözünü ettiğimiz ve çok yaygın
(sayfa 242) olan düşmanı basmak eğilimi bu sonucu doğrular; çünkü her baskın teşebbüsünün temelinde, az da olsa, kurnazlık ve hile yatar.
Fakat savaş liderlerinin sinsilik, kurnazlık ve ustalıkta birbirleriyle kıyasıya yarıştıklarını görmek arzusu insanda ne kadar kuvvetli olursa olsun, tarihte bu niteliklere seyrek raslandığını ve olayların içinden nadiren su yüzüne çıktıklarını itiraf etmek gerekir.
Bunun nedenini keşfetmek zor değildir. Bundan önceki bölümdeki açıklamalarımız bu konu için de geçerlidir.
Stratejinin tek hedefi muharebelerin tertibi ve bunlarla ilgili tedbirleri almaktır. Normal hayat ilişkilerinin aksine, sadece sözlerden oluşan faaliyetlerle, yani konuşmalar, demeçler, bildirilerle ilgilenmez. Bununla birlikte, kurnaz kimsenin savaşta dünyayı aldatmak için kendisine pahalıya mal olmadan başvurduğu araçlar bunlardır.
Savaşta buna benzeyen şeyler —sahte emir ve planlar, düşmanın kulağına gitmesi için uydurulan yalan haberler, vb.— strateji alanında genellikle o kadar etkisizdir ki, ancak kendiliğinden ortaya çıkan bazı seyrek uygulanabilirler. Bunlara, komutanın bilerek ve isteyerek başvurduğu bağımsız faaliyetler gözü ile bakılamaz.
Ancak muharebenin hazırlıklarını, bu yolda alınan tedbirleri düşmanı etkileyecek düzeye vardırmak önemli ölçüde bir zaman ve enerji tüketimini gerektirir; düşmanı ne kadar çok etkilemek istersek, bu tüketimin o kadar artacağı açıktır. Fakat insan genellikle bu fedakarlıkları yapmaya fazla istekli olmadığından, bu sözüm ona gösterilerden pek azı stratejide istenilen sonucu meydana getirir. Hatta büyük çapta kuvvetlerin uzunca bir süre gösteriş uğruna kullanılması tehlikeli bile olabilir. Çünkü her zaman için bütün bunların boşuna yapılmış olması
(sayfa 243) riski vardır; üstelik ilerde bu kuvvetlere sahiden ihtiyaç duyduğumuz zaman onları istenilen noktada hazır bulunduramamak tehlikesini de unutmamak gerekir.
Komutan bu basit gerçeği her zaman görür ve onun için bu gibi oyunlara çok iltifat etmez. Acımasız zorunluluklar ve durumun ciddiyeti doğrudan doğruya harekete geçmeyi öylesine ivedi hale getirir ki, bu oyunlara yer bırakmaz. Kısaca, satranç tahtasının taşları, savaş hilesi ve kurnazlığının unsuru olan çeviklikten yoksundurlar.
Bütün bunlardan çıkardığımız sonuç şudur ki, bir komutanın her şeyden önce gereksindiği nitelik, isabetli ve olaylara nüfuz edici bir görüştür, ve bu nitelik kurnazlıktan çok daha önemli ve çok daha yararlıdır. Tabii, bu daha önemli nitelik ve yeteneklere bir zarar vermemek şartıyla, bir komutanın bunların yanısıra ayrıca kurnaz olmasında bir sakınca yoktur. Ancak böyle bir duruma çok seyrek raslanır.
Fakat stratejinin yönetimindeki kuvvetler zayıfladıkça, strateji hile ve kurnazlığa başvurmaya daha yatın hale gelir. Öyle ki, çok zayıf, çok küçük kalan taraf için, akıl ve tedbirden artık hiç bir medet ummayan, savaş sanatından hiç bir şey beklemeyen taraf için, hile ve kurnazlık başvurulacak son çare olarak kalır. Durumu ne kadar umutsuz ise, bu son çareye başvurmak onun için o kadar zorunlu hale gelir, ve o zaman kurnazlık adeta atılganlıkla, cüretle özdeşleşir.
Her türlü hesaptan, her türlü gelecek endişesinden kurtulmuş bir kurnazlık ve atılganlık birbirini destekleyerek küçücük bir ümit ışığını bir noktada toplarlar ve bunun hâlâ bir alev halini alabileceğine güvenirler.
(sayfa 244)
BÖLÜM XI
KUVVETLERİN MEKAN İÇİNDE TOPLANMASI
En iyi strateji
her zaman çok kuvvetli olmaktır: önce genel olarak, sonra kaderi tayin edecek noktada. Orduların yaratılmasına ilişkin çabaların dışında —ki bu her zaman komutanın elinde olan bir şey değildir— stratejinin en büyük ve en basit yasası
kuvvetleri bir noktaya yığmaktır. Zorlayıcı bir neden bulunmadıkça, asıl ordunun en küçük bir parçası bile ayrılmamalıdır. Güvenilir bir kılavuz saydığımız bu ilkeye sımsıkı sarılıyoruz. Kuvvetleri parçalara ayırmanın makul nedenlerinin neler olabileceğini sırası gelince göstermeye çalışacağız. O zaman bu ilkenin her zaman aynı sonuçları meydana getirmeyebileceğini, bunların amaç ve araçlara göre değişebileceğini göreceğiz.
İnanılmaz bir şey gibi görünürse de, silahlı kuvvetler nedeni doğru dürüst bilinmeyen eski ve karanlık bir gelenek uyarınca yüzlerce kez bölünmüş ve ayrılmışlardır.
Bütün silahlı kuvvetlerin bir yerde toplanmasını bir kural, her türlü ayrılma ve bölünmeyi ise bir gerekçeye dayanması gereken bir sapma olarak kabul edecek olursak, sadece bu çılgınlıktan kaçınmış olmakla kalmayız, birliklerin parçalanmasına yol açan bir çok asılsız nedenleri de etkisiz kılmış oluruz.
BÖLÜM XII
KUVVETLERİN ZAMAN İÇİN DE TOPLANMASI
Burada, gerçek hayatta somutlaştığı zaman bir çok hayallere yol açan bir kavram üzerinde duracağız. Onun için
(sayfa 245) bu konudaki düşüncelerimizi tanımlayıp geliştirmenin yararlı olacağını düşünüyor ve kısa bir tahlil yapmamızın hoş görüleceğini umuyoruz.
Savaş karşıt kuvvetlerin çarpışmasıdır; bundan çıkan sonuç şudur ki, daha kuvvetli olan doğal olarak daha zayıf olanı imha etmekle kalmayıp atılımlarında onu peşinden sürükler. Bu aslında kuvvetlerin peşpeşe kademeli olarak harekete geçirilmesine engel olur; bütün kuvvetlerin tek bir çarpışmayı hedef alarak kullanılması savaşın temel kuralıdır.
Bu gerçekte de böyledir, ama yalnız savaşın pratikte de mekanik bir çarpışmaya benzediği ölçüde; yoksa savaş, birbirini karşılıklı olarak tahrip eden kuvvetlerin sürekli bir etkileşmesi oldukça, bu kuvvetlerin art arda eylemlerini tasavvur etmek mümkündür. Taktik alanda durum budur; başta, ateşli silahlar her türlü taktiğin temelini teşkil ettiği için, fakat aynı zamanda başka nedenlerle. Ateşli silahlarla yapılan bir çarpışmada, 1000 kişi 500 kişinin karşısına çıkarsa, kayıp sayısı düşman kuvvetleri ile kendi kuvvetlerimizin toplamıdır. Gerçi bin kişi 500 kişiden iki kat daha fazla ateş eder, fakat bin kişi 500 kişiden daha fazla isabet alacaktır, çünkü bunların safları her halde daha sık olacaktır. Eğer mermilerin hedefe isabetini iki misli olarak kabul edecek olursak, her iki tarafın kayıpları aynı olacaktır. Örneğin, 500 kişi arasından 200 kişi saf dışı olmuşsa, 1000 kişiden de 200'ü saf dışı kalmış olacaktır. Şimdi eğer bu 500 kişinin tamamen ateş dışında bırakılmış aynı sayıda yedek kuvveti bulunsaydı, her iki tarafın da cepheye sokacak 800 askeri olurdu; yalnız şu farkla ki, bir taraf elinde cephanesi hiç eksilmemiş 500 kişilik taze ve zinde bir kuvvet bulundurduğu halde, öbür taraf, hepsi de dağılmış, kuvvetten düşmüş, yeterli cephaneden yoksun 800 kişi ile kalmış olurdu. Gerçi 1000 kişinin sayıları iki kat olduğu için 500 kişiye oranla iki kat daha fazla kayba uğrayacakları varsayımı doğru değildir; bu itibarla, kuvvetlerinin yarısını yedekte tutmuş olan tarafın verdiği daha büyük kayıp onun
(sayfa 246) hesabına sakıncalı bir durum sayılmalıdır. Sonra şunu da hesaba katmamız gerekir ki, çoğu zaman 1000 kişi belki daha ilk anda düşmanı mevziinden atmayı ve geri çekilmeye zorlamayı başarır. Bu iki avantajın muharebeden yorgun düşmüş ve bir ölçüde çözülmüş 800 kişi ile, aşağı yukarı aynı sayıda ve üstelik 500 taze askeri olan bir düşmanın karşısına çıkmanın sakıncasını telafi edip etmeyeceği sorununa gelince, bunu tahlille kestirmek mümkün değildir. Bunun için tecrübeye başvurmak gerekir, ve savaş tecrübesi olan her subay genellikle taze kuvvetleri olan tarafa daha çok şans tanıyacaktır.
Görülüyor ki, muharebede fazla sayıda kuvvet kullanmak sakıncalı olabilir. Sayıca üstünlüğün ilk anlarda sağladığı yararlar ne kadar büyük olursa olsun, bir süre geçtikten sonra bunu pahalıya ödemek zorunda kalabiliriz.
Bununla birlikte, bu tehlike ancak
kargaşalık, çözülme ve zayıflama durumu devam ettikçe, bir kelime ile,
zaferle sonuçlanan muharebeler dahil her muharebenin özünde yatan
krize kadar sürer. Bu güçsüz durumda, nispeten taze bir kuvvetin müdahalesi kader tayin edici bir faktör olabilir.
Fakat zaferin bu çözülme yaratan etkisi geçip de, her zaferin beraberinde getirdiği manevi üstünlük hükmünü sürdürmeye başladığı noktada, taze kuvvetler uğranılan ,kayıpları karşılamaya yetmez artık, dalgalar onları sürükleyip götürür. Yenilmiş bir ordu, kuvvetli yedekleri sayesinde ertesi günü toparlanıp muzaffer çıkamaz.
İşte burada taktik ile strateji arasındaki en esaslı farklardan birinin kökeni karşısında bulunuyoruz.
Mesele şudur: taktik sonuçlar, yani muharebenin
içinde muharebe bitmeden yer alan sonuçlar,
çoğunlukla bu çözülme ve zayıflama döneminin sınırları içinde kalır; oysa, stratejik sonuçlar, yani muharebenin bir bütün olarak ele alınan sonuçları, büyük veya küçük olsun elde edilen zafer
bu dönemin dışında kalır. Stratejik sonuç, ancak kısmi muharebelerin sonuçları bağımsız bir bütün
(sayfa 247) halinde birleştirildikten sonra meydana çıkar. O zaman kriz hali de sona erer, kuvvetler başlangıçtaki durumlarını alırlar ve ancak gerçekten imha edilmiş, saf dışı bırakılmış oldukları ölçüde zayıflamış olurlar.
Bu farkın ortaya koyduğu sonuç şudur ki, taktik, kuvvetlerini birbiri arkasından kullanabilir, fakat strateji onları mutlaka aynı zamanda kullanmak zorundadır.
Eğer taktikte ilk başarı kesin değilse, ilerisi için kuşku duyuluyorsa ilk anda elde edilecek başarı için ancak yeteri kadar kuvvet kullanılmasından daha doğal bir şey olamaz; bu takdirde yedeklerimizi ateş hattının dışında tutar, göğüs göğüse çarpışmalara sokmayız, ilerde taze kuvvetlerin karşısına taze kuvvetler çıkarmayı veya bunlarla yıpranmış ve zayıflamış kuvvetleri yenmeyi amaçlarız.
Stratejide ise durum farklıdır. Bir yandan, demin gösterdiğimiz gibi, stratejinin bir keze zafer kazanıldıktan sonra talihin dönmesinden korkmasına gerek yoktur, çünkü, bu zafer krizin sonu demektir. Öte yandan, stratejik olarak kullanılan bütün kuvvetler mutlaka zayıflamış olmaz. Sadece düşmanla taktik çatışmaya geçmiş, yani kısmi bir muharebeye girmiş olan kuvvetler zayıflamış olur; onları lüzumsuz yere harcamadığımız takdirde, kayıplarımız asgari düzeyde kalır, düşmanla stratejik çatışma halindeki bütün kuvvetlerimizi etkilemez. Sayıca üstünlükleri nedeniyle ya hiç dövüşmemiş ya da az dövüşmüş olan ve sadece varlıkları ile ağır basmış bulunan birlikler sonuçtan önceki durumlarını olduğu gibi muhafaza ederler ve tamamen hareketsiz kalmışcasına yeni çarpışmalar için hazır bulunurlar. Sayıca üstünlüğümüzü oluşturan bu birliklerin son başarımıza ne ölçüde katkıda bulunabilecekleri ortadadır; hatta bunların, bizim tarafımızda taktik çatışmaya girişmiş kuvvetlerin kaybını da önemli ölçüde azaltmaya katkıda bulunabileceklerini kolayca anlayabiliriz.
Madem ki, stratejide kayıplarımız kullanılan kuvvetlerle orantılı olarak artmamaktadır, hatta tam tersine
(sayfa 248) azalmaktadır; ve madem ki, bizim için elverişli bir sonuç bu sayede daha kesin bir nitelik kazanmaktadır; o halde stratejide hiç bir zaman lüzumundan fazla kuvvet kullanmak diye bir şey söz korusu olamaz ve elimizdeki bütün kuvvetleri
aynı zamanda kullanmamız gerekir.
Bu iddiamızı başka bir alanda da savunmak zorundayız. Şimdiye kadar sadece muharebenin kendisinden söz ettik. Muharebe gerçekten savaşın asıl faaliyetidir; fakat insanları, zamanı, yeri de, bu faaliyetin, etkileri göz önünde tutulması gereken unsurları olarak ele almamazlık edemeyiz.
Muharebenin vazgeçilmez şartları olmamakla birlikte, yorgunluk, zahmetler, mahrumiyetler savaşta, muharebeye sıkı sıkıya bağlı olan tahrip unsurlarıdır. Buna girmekle beraber, taktikte de yerleri vardır, hatta bu alanda özellikle etkili olabilirler; ne var ki, taktik hareketler daha kısa süreli olduğu için, fedakarlıkların ve çabaların etkileri kendilerini daha az hissettirirler. Buna karşılık, stratejide zaman ve mekan daha önemli olduğu için, bu unsurların etkileri yalnız her an kendilerini hissettirmekle kalmayıp, çoğu zaman kaderi tayin ederler. Muzaffer bir ordunun asıl kayıplarını muharebe meydanında değil, hastalık yüzünden verdiği görülmemiş bir şey değildir.
Öyleyse stratejide bu tahribat alanını, taktikte ateş altında ve göğüs göğüse çarpışmaları incelediğimiz gibi inceleyecek olursak, bu tahribata maruz kalan her şeyin seferin ya da her hangi bir stratejik aşamanın sonunda bitkin bir hale düşeceğini ve bu takdirde taze kuvvetlerin yetişmesinin
kesin bir faktör teşkil edeceğini pekala tasavvur edebiliriz. Bundan belki şu sonucu çıkarmak isteyenler olabilir: Önceki durumda olduğu gibi, bu durumda da başlangıçta başarı kazanmak için mümkün olduğu kadar az kuvvet kullanmakla yetinmemiz gerekir: ta ki, taze kuvvetlerimizi muharebenin sonuna saklayabilelim.
Pratikte sık sık gerçekmiş gibi görünen bu kanıyı iyi
(sayfa 249) değerlendirebilmek için, çeşitli yönleri üzerinde durmamız gerekir. İlk önce, salt takviye kavramını kullanılmamış taze kuvvetler kavramı ile karıştırmamak gerekir. Sonunda yenen tarafın da yenilen tarafın da kuvvetlerini arttırabilmeyi düşünmediği, bunu hararetle arzu etmediği pek az muharebe vardır. Biz burada bunu kastetmiyoruz. Çünkü muharebenin başında yeteri kadar büyük kuvvetler kullanılmış olsaydı, bu takviyeye ihtiyaç görülmüş olmayacaktı. Ancak, muharebe meydanına yeni gelen bir ordunun bir süredir orada bulunan bir orduya oranla daha üstün bir morale sahip olacağını iddia etmek deneylere ne derece aykırı ise, aynı şekilde, taktik bir yedek kuvvetin savaşın bütün sıkıntılarını çekmiş ve büyük kayıplara uğramış bir birlikten daha değerli olacağını savunmak da deneylere o derece aykırıdır. Talihsiz bir muharebe birliklerin cesaretini ve moralini ne kadar olumsuz yönden etkilerse, talihli bir muharebe bu askeri yetenekleri o kadar olumlu yönden etkiler; öyle ki, genellikle bu etkiler birbirini telafi eder, ve geriye net kazanç olarak savaş alışkanlığını edinmiş olmak kalır. Kaldı ki, burada başarısız muharebelerden çok başarılı muharebeleri ele almamız gerekir, çünkü başarısızlık önceden daha büyük bir olasılık olarak görünüyorsa, bu her halde kuvvetlerin ta başta yeterli olmadığı anlamına gelir, ve bu takdirde bunların bir kısmını ilerde kullanılmak üzere yedekte tutmak zaten söz konusu olamaz.
Bu noktayı böylece hallettikten sonra, geriye, çaba ve mahrumiyetlerin yol açtığı kayıpların, muharebede olduğu gibi, kuvvetin büyüklüğü ile orantılı olarak artıp artmadığını tespit etmek sorunu kalıyor. Buna kesinlikle "hayır" diyebiliriz.
Yorgunluk genellikle savaşın her anında ortaya çıkan tehlikelerin sonucudur. Bir yandan harekât planını güvenle uygulamaya devam ederken bütün bu tehlikelere göğüs germek, ordunun taktik ve stratejik hizmetlerine pek çok görev ve faaliyetler yükler. Ordu zayıfladığı ölçüde, bu görevleri yerine getirmek zorlaşır. Düşmana karşı
(sayfa 250) üstünlüğü pekiştikçe, aksine kolaylaşır. Bundan kimin kuşkusu olabilir? O halde, çok daha zayıf bir düşmana karşı girişilecek bir sefer, sayıca eşit ya da üstün bir düşmana karşı girişilecek bir sefere oranla çok daha az çaba gerektirecektir.
Çaba ve yorgunluklar için söyleyeceklerimiz bu kadardır. Mahrumiyetlere gelince, durum biraz farklıdır. Bunlar başlıca iki türlüdür: yiyecek sıkıntısı ve birliklerin, ordugahlarda olsun konaklama yerlerinde olsun barınaktan yoksun olmaları. Bir noktada toplanan askerlerin sayısı ne kadar çoksa, bu güçlüklerin o nispette artacağı açıktır. Fakat öte yandan, üstün kuvvetlere sahip olmak, yayılmak ve daha çok yer bulmak, dolayısıyla yiyecek ve barınak sıkıntısını gidermek olanağı sağlamaz mı?
Napolyon 1812'de Rusya'da ilerlerken, ordusunu, o zamana kadar görülmemiş biçimde, tek bir yol üzerinde büyük yığınlar halinde toplamış ve bu suretle yine eşi görülmemiş mahrumiyetlere sebebiyet vermiş ise, bunun nedenini, her zaman savunduğu
kesin sonuç alınabilecek noktada mümkün olduğu kadar kuvvetli olmak gerektiği ilkesinde aramak gerekir.
Bu ilkenin Rusya seferinde fazla ileri götürülüp götürülmediğini tartışmanın yeri burası değildir; muhakkak olan bir şey varsa, o da şudur ki, eğer Napolyon bu kararının sonucu olan mahrumiyetlerden kaçınmak istemiş olsaydı, daha geniş bir cephe boyunca ilerlemesi yeterdi. Rusya'da yer sıkıntısı diye bir şey söz konusu değildi; esasen yer darlığına pek az hallerde raslanır. Bu itibarla, bu örnek, çok üstün kuvvetlerin aynı zamanda kullanılmasının mutlaka daha büyük bir zayıflamaya yol açacağını kanıtlamak için kullanılamaz. Ama şimdi bir de rüzgar ve hava şartlarının ve savaşın kaçınılmaz yorgunluklarının, daha sonra kullanılmak üzere bir ek kuvvet olarak yedekte tutulmuş olabilecek birlikleri de etkilediğini ve zayıflattığını farzedelim. O zaman, böyle bir yedek kuvvetin ordunun tümünün yükünü hafifletmekte oynayabileceği olumlu role rağmen, yine durumu genel bir bakış
(sayfa 251) açısından değerlendirmemiz ve kendimize şu soruyu sormamız gerekir: Kuvvetlerdeki bu azalma, sayıca üstünlüğümüzün bize bir kaç noktadan sağlayabileceği kuvvet kazancını dengelemeye yeterli sayılabilir mi?
Geriye incelemememiz gereken önemli bir nokta kalıyor. Kısmi bir muharebe söz konusu olduğu zaman, amaçladığımız büyük bir başarıyı kazanmak için gerekli kuvvetlerin miktarını yaklaşık olarak saptamak ve dolayısıyla ne kadarını muharebeye sokmaya ihtiyaç bulunmadığını tayin etmek o kadar zor bir iş değildir. Fakat stratejide bu hemen hemen imkansız gibidir, çünkü stratejik sonuç için, taktik sonucun tersine, belirli bir amaç çizilemediği gibi sınırları da o kadar dar tutulamaz. Taktikte kuvvet fazlalığı sayılabilecek bir durum stratejide, fırsat çıktığında başarıyı daha da genişletmenin bir aracı sayılmalıdır. Kuvvet kazancı başarının genişliği ile orantılı olarak artar; öyle ki, sayıca üstünlük, en titiz bir kuvvet tasarrufunun hiç bir zaman sağlayamamış olacağı bir düzeye kısa sürede varabilir.
Napolyon 1812'de ezici sayı üstünlüğü sayesinde Moskova'ya kadar ilerleyebilmiş ve bu önemli başkenti ele geçirebilmişti. Eğer bu üstünlük sayesinde ayrıca Rus ordusunu tamamen imha etmeyi başarabilmiş olsaydı, kuşkusuz belki de Moskova'da başka hiç bir şekilde sağlayamayacağı bir barışı imzalamak fırsatını bulmuş olurdu. Bu örneği sadece düşüncemize açıklık getirmek için gösteriyoruz, yoksa onu kanıtlamak için değil; tezimizi ispat etmek için uzun ve girift açıklamalarda bulunmak gerekir ki onun da yeri burası değildir.
Bütün bu mülahazalarımız, gerçek yedek kavramı ile değil, sadece kuvvetlerin birbiri ardından kullanılması fikri ile ilgilidir; gerçi bu arada sık sık yedek kuvvetlerden de söz etmek zorunda kaldık, fakat ikisi arasındaki yakın ilişkiye rağmen, yedek kuvvetler kavramı, bundan sonraki bölümde göreceğimiz gibi, daha başka fikirlerle ilintilidir.
Burada göstermek istediğimiz şey, taktik alanda askeri kuvvetin salt fiili kullanılma süresi nedeniyle zayıfladığı
(sayfa 252) ve bu itibarla zaman faktörünün, stratejide olduğundan çok daha geniş ölçüde sonucu etkilediğidir. Stratejide de söz konusu olan zamanın yıkıcı etkisi, bir dereceye kadar muharip kuvvetlerin yoğunluğu ile telafi edilir, kısmen de başka yollardan giderilir. Strateji, birlikleri art arda kullanmak suretiyle zaman faktörünü kendine başlı başına bir müttefik yapamaz.
Başlı başına diyoruz, çünkü zamanın, bizzat yarattığı fakat kendisinden farklı olan başka koşullar yüzünden, taraflardan biri için arz edebileceği, hatta mutlaka arz ettiği, önem bambaşka bir şeydir; buna elbette kayıtsız kalamayız, nitekim bu konuyu ilerde ayrıca tahlil edeceğiz.
Şu halde ortaya koymak istediğimiz kural şudur: stratejik bir amaca yönelik mevcut kuvvetlerin tümü
aynı zamanda harekâta sokulmalıdır; her şey tek bir hareket ve tek bir ana sıkıştırılabildiği ölçüde, başarımız doruk noktasına erişecektir.
Fakat stratejide de sürekli bir baskı ve sürekli etkiler vardır. Son başarıya ulaşmanın başlıca araçları oldukları için bunları ihmal etmeye hakkımız yoktur. Yani
sürekli olarak yeni kuvvetler geliştirmemiz gerekir. Bu noktayı da başka bir bölümde inceleyeceğiz; ona burada değindiysek, bu sırf okuyucunun bize söylediğimiz bir şeyi söyletmemesi içindir.
Şimdi de, daha önceki mülahazalarımızla çok yakından ilgili bir soruna eğileceğiz. Konumuzun tümüne ışık tutacak olan bu sorun
stratejik yedeklerdir.
(sayfa 253)
BÖLÜM XIII
STRATEJİK YEDEKLER
Yedek bir kuvvetin birbirinden kesinlikle ayrılan iki görevi vardır: birincisi, muharebeyi uzatmak ve yenilemektir; ikincisi, beklenmedik bir durum karşısında kullanılmaktır. Birinci görev, kuvvetlerin birbiri ardından kullanılmasının yararlılığını tazammun eder ve bu yüzden stratejide söz konusu olamaz. Bir birliğin düşmek üzere olan bir yere gönderilmesi hali açıkça ikinci kategoriye girer, çünkü bu noktada gerekli olan direnmenin önceden yeterince kestirilemediği anlamına gelir. Fakat sadece muharebeyi uzatmakla görevlendirilen ve bu amaçla gerilerde yedekte tutulan bir birlik yalnız ateş hattının dışında bırakılmış bir birliktir; yoksa harekâtı idare eden komutanının emrindedir ve bu itibarla stratejik değil, taktik bir yedektir.
Fakat beklenmedik bir durum karşısında müdahale etmeye hazır bir birliğe stratejide de ihtiyaç hissedilebilir; dolayısıyla stratejik bir yedek kuvvet de olabilir, ama sadece umulmadık durumların ortaya çıkabileceği yerde. Taktikte, düşmanın aldığı tertibat genellikle ancak gözle görülebileceğinden, her orman, her ağaçlık, engebeli bir arazinin her kıvrımı düşmanı gizlemeye yarayabileceğinden, her an beklenmedik durumlarla karşılaşmak olasılığı vardır; onun için uyanık bulunmamız, zayıf görünen noktaları ilerde takviye etmek ve kuvvetlerimizin genel düzenini düşmanınkine uydurmak için gerekli tedbirleri almamız gerekir.
Buna benzer durumlar ister istemez stratejide de meydana çıkar, çünkü stratejik hareket taktik harekete doğrudan doğruya bağlıdır. Stratejide de birçok tedbirler ya doğrudan doğruya gözle görülen durumlara, ya doğruluğu şüpheli bilgilere, her gün, hatta her saat gelen raporlara, ya da muharebenin somut sonuçlarına göre alınır.
(sayfa 254) Bu itibarla, ilerde kullanmak üzere, durumun belirsizliğinin derecesine göre, belirli bir kuvveti yedekte bırakmak stratejik komutanlığın başlıca görevlerinden biridir.
Genellikle savunma harekâtında, bilhassa ırmak, dağ, vb. gibi engebeli arazinin savunulmasında, böyle durumlar bilindiği gibi sık sık meydana gelir.
Fakat bu belirsizlik, stratejik faaliyet taktik faaliyetten uzaklaştıkça azalır ve politikanın sınırında hemen hemen tamamiyle ortadan kalkar.
Muharebeye götürülen düşman yürüyüş kollarının izledikleri yön ancak gözle görülebilir; bir ırmağı hangi noktadan geçmeyi tasarladıkları ancak son anda aldıkları tertibattan anlaşılabilir; düşmanın ülkemizi nereden istila etmeye hazırlandığı genellikle ilk kurşunun atılmasından çok önce bütün gazeteler tarafından haber verilir. Hazırlıklar ne kadar büyük çapta ise, baskına uğramak ihtimali o kadar azalır. Zaman ve yer o kadar geniş, harekâtın nedenleri o kadar bellidir ki, ya olacaklar önceden haber alınır ya da kolayca kestirilebilir.
Öte yandan, stratejinin bu alanında yedeklerin kullanılması —eğer yedeğimiz varsa— hazırlıklar ne kadar genel nitelikte olursa o kadar etkisiz kalır.
Kısmi bir muharebenin sonucunun kendi başına bir anlam taşımadığını, bütün kısmi muharebelerin sonuçlarının topyekün muharebenin sonucuna bağlı olduğunu görmüştük.
Bununla birlikte, topyekün muharebenin bu sonucu bile sadece nispi bir önem taşır ve derecesi, yenilen kuvvetin bütünün ne dereceye kadar büyük ve önemli bir parçasını teşkil ettiğine göre değişir. Bir kolordu tarafından kaybedilen bir muharebe ordunun kazanacağı bir zaferle telafi edilebilir; bir ordunun yenilgisi bile daha büyük bir ordunun zaferi ile sadece dengelenmiş olmakla kalmaz, belki mutlu bir sonuca dönüşebilir (Kulrn'deki iki gün, 29 ve 30 Ağustos 1813). Bundan hiç kimsenin kuşkusu olamaz; fakat şu da açıktır ki, her zaferin
(sayfa 255) ağırlığı (her topyekün muharebenin başarılı sonucu) kazanılan kısmın büyüklüğü ile orantılıdır, ve dolayısıyla uğranılan kaybı sonraki olaylarla telafi etme olanağı da aynı oranda azalır. Bu noktayı ilerde daha yakından inceleyeceğiz. Şimdilik bu inkar edilemez sürecin varlığına değinmekle yetiniyoruz.
Bu iki düşüncemize bir üçüncüsünü ekleyelim: taktikte kuvvetlerin birbiri ardından kullanılması nihai sonucu topyekün harekâtın sonuna kaydırmasına karşılık, stratejide bunun tersi olur, yani kuvvetlerin aynı zamanda kullanılması kuralı asıl sonucun (ki bu her zaman nihai sonuç olmayabilir) hemen hemen daima büyük harekâtın başlangıcında meydana gelmesini sağlar. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz ki, stratejik yedekler ne kadar
genel bir amaca hizmet etmek için düşünülmüşler ise, o kadar gereksiz, o kadar yararsız, o kadar tehlikelidirler.
Stratejik yedek fikrinin hangi noktadan itibaren bir tezat teşkil etmeye başladığını kestirmek zor değildir: esas karardan itibaren. Esas karara bütün kuvvetler katılmalıdır, bu karardan sonra kullanılması düşünülen bir yedek kuvvet (mevcut aktif kuvvet) fikri sağduyuya ters düşen bir saçmalıktır.
Yedek kuvvetler, taktik komutaya düşmanın beklenmedik tertiplerine karşılık vermenin yanısıra, muharebenin önceden görülemeyen başarısız sonucunu telafi etmek olanağını da sağladıkları halde, stratejik komuta, hiç değilse büyük kararla ilgili olarak, bu araçtan vazgeçmek zorundadır. Genel kural olarak, bir noktada verilen kayıpları ancak başka noktalarda elde edilen, kazançlarla giderebilir ve bunun için de kimi zaman kuvvetleri bir noktadan başka bir noktaya kaydırması gerekir. Fakat hiç bir zaman, bir kısım kuvvetleri yedekte tutmak suretiyle bu gibi kayıpları önceden önlemeyi düşünemez, düşünmemelidir.
Esas harekete katılmayacak stratejik yedek fikrinin saçma bir şey olduğunu söylemiştik; bu o kadar
(sayfa 256) aşikar bir şeydir ki, başka kavramlar altında kılık değiştirerek bir marifetmiş gibi sık sık ortaya atılmamış olsaydı, onu bu son iki bölümde yaptığımız gibi tahlil etmek zahmetine girmeyi aklımızdan bile geçirmezdik. Kimi onda stratejik feraset ve tedbirin doruğunu görürken, kimi yalnız stratejik değil, taktik ihtiyat kavramını da tümü ile reddetmektedir. Bu kavram karışıklığı gerçek hayata da yansımaktadır. Bunun en çarpıcı örneğini şu olayda görebiliriz: 1806'da, Prusya, Prens Eugène de Würtemberg' in komutasında 20.000 kişilik bir ihtiyat kuvvetini
Brandenburg'da konaklatmış, fakat bu kuvvet istenilen zamanda
Saale ırmağına ulaşamamış, öte yandan aynı Devlete ait 25.000 kişilik bir kuvvet Doğu ve Güney Prusya'da kalmıştır;
bu kuvvetin muharebeye ancak daha sonra bir ihtiyat kuvveti olarak sokulması tasarlanmıştı.
Bu örneklerden sonra, artık kimse bizi yel değirmenlerine karşı savaşmış olmakla suçlayamaz.
BÖLÜM XIV
KUVVET TASARRUFU
Daha önce de belirttiğimiz gibi, akıl yolu, salt ilkeler ve düşüncelerle matematik bir çizgiye indirgenemez. Arada daima belirli bir tolerans payı (marj) kalır. Hayatın bütün pratik (uygulamalı) sanatlarında da bu böyle değil midir? Güzelliğin hatlarının ne apsisleri ne ordinatları vardır; daireler ve elipsler cebir formüllerine göre çizilmezler. Bu itibarla, savaşı yöneten komutanın çoğu zaman sezgisine ve muhakemesine güvenmesi, doğuştan bir kavrayış yeteneği, düşünce ve eğitimin keskinleştirdiği bu bir çeşit koku alma hassası sayesinde adeta bilinç dışı bir faaliyetle doğru yolu bulabilmesi gerekir; kimi zaman
(sayfa 257) yasayı basitleştirmeli, özünü meydana getiren birkaç buyruk ve kuralını kendisine rehber edinmelidir; kimi zaman da benimsediği kuralları geleneksel yöntemlere uydurmalıdır.
Bütün kuvvetlerin sürekli bir işbirliği içinde bulunmaları, diğer bir deyişle bu kuvvetlerin hiç bir parçasının atıl bırakılmamasına dikkat etmek, kanımızca, bu basitleştirilmiş ilkelerden biri, bir zihin alışkanlığı haline getirilmesi gerekli bir kuraldır. Her kim ki, düşman varlığının gerekli kılmadığı noktalarda kuvvet bulundurur; her kim ki, düşman kuvvetleri çarpışırken kendi kuvvetlerinin bir kısmını yürüyüş halinde, yani atıl durumda bırakır, iyi bir komutan değildir, kuvvetlerini kötü kullanmaktadır. Burada bir kuvvet israfından söz edebiliriz ki, bu kuvvetlerin yersiz kullanılmasından da daha kötü bir şeydir. Harekete geçmek zorunlu hale geldiği andan itibaren, temel şart bütün kuvvetlerin harekâta sokulmasıdır, çünkü amaçsız bir faaliyet bile düşman kuvvetlerinden bir kısmını meşgul ve imha eder; halbuki tamamen atıl kalan kuvvetler hemen o anda etkisiz bir hale getirilmiş sayılır. Bu fikir son üç bölümün ilkelerine yakından bağlıdır; gerçek aynı gerçektir, fakat daha geniş bir açıdan gözden geçirilmiş ve tek bir kavrama sıkıştırılmıştır.
BÖLÜM XV
GEOMETRİK UNSUR
Geometrik unsurun, veya askeri kuvvetleri düzenleme biçiminin ne dereceye kadar hakim bir ilke haline gelebileceğini saptamak tahkimat sanatının işidir: burada, en büyüğünden en küçüğüne kadar her şeyi geometri yönetir.
(sayfa 258) Geometri taktikte de büyük bir yer tutar. En dar anlamda taktiğin, yani hareket halinde kuvvetler teorisinin temelini teşkil eder. Sahra tahkimatında olduğu gibi, mevziler ve mevzilere saldırı teorisinde de, geometrinin açıları ve doğruları birer kanun koyucu, müsabakanın sonucunu tayin edecek birer hakem gibi egemendirler. Bu alanda, birçok şeyler yanlış uygulanmış, bir çoklarına ise çocuk oyuncağı gözü ile bakılmıştır. Ne var ki, her muharebenin düşmanın kuşatılmasını hedef aldığı bugünün taktiğinde, geometrik unsur yeniden ön plana geçmiştir. Aslında uygulama biçimi çok basittir fakat sürekli olarak tekrarlanmaktadır. Bununla birlikte, her şeyin daha oynak ve kaypak olduğu, manevi güçlerin, kişisel niteliklerin ve şansın çok daha büyük bir rol oynadığı taktikte, geometrik unsur hiç bir zaman kuşatma ve tahkimat savaşındaki kadar hakim bir unsur olamaz. Stratejide etkisi daha da azdır. Kuskusuz, kıtaların tertiplenme biçimlerinin, ülkelerin ve Devletlerin coğrafi şekillerinin bu alanda da büyük bir önemi vardır; ama geometrik unsur burada tahkimat sanatında olduğu gibi kesin bir rol oynamaz ve taktikteki kadar önemli değildir. Bu etkinin kendini belli etme biçimi ancak tedrici bir şekilde meydana çıktığı ve dikkate alınması gerektiği noktalarda gösterilebilir. Şimdilik sadece taktik ile strateji arasında bu bakımdan mevcut farka dikkati çekmekle yetinelim.
Taktikte, zaman ve mekanın önemi çabucak asgariye iner. Bir kıta topluluğu yandan ve geriden düşman saldırısına uğradığında, çok geçmeden, geri çekilmenin artık mümkün olmadığı bir noktaya gelip dayanır; böyle bir durum mücadeleye devam etmenin mutlak imkansızlığına çok yakındır. Onun için ordu bu durumdan kurtulmaya çalışmalı, ya da böyle bir duruma düşmemeye bakmalıdır. Bu itibarla, bu amaca yönelik bütün tedbirler, bütün kombinezonlar daha başlangıçta büyük bir önem ve etkinlik kazanır; bunun da başlıca nedeni, sonuçlarının düşmanda yarattığı korkudur. İşte kuvvetlerin geometrik düzeninin taktik sonuç üzerinde bu kadar önemli bir rol oynaması bu yüzdendir.
(sayfa 259)
Bütün bunlar, zaman ve mekanın çok daha önemli bir rol oynadığı stratejiye çok daha zayıf olarak yansır. Bir savaş sahnesinden bir başka savaş sahnesine ateş edilemez ve tasarlanan bir stratejik kuşatma uygulanıncaya kadar çok kez haftalar, hatta aylar geçer. Ayrıca, mesafeler o kadar uzaktır ki, sonunda istenilen noktaya isabet kaydetmek olasılığı, ne kadar iyi hazırlanmış olursak olalım, çok azdır.
Stratejide bu tedbirlerin, yani, geometrik unsura dayanan kombinezonların uygulama alanı çok daha dardır; bunun için de, bir noktada geçici olarak bile kazanılan filli bir üstünlüğün değeri çok daha fazladır. Böyle bir üstünlüğün, her hangi bir karşı hareket korkusu ile hafiflemeden veya tamamen ortadan kalkmadan etkilerini göstermesi için bol bol zamanımız vardır. Bu itibarla, şu gerçeği hiç tereddütsüz kabul edebiliriz ki, stratejide, zaferle sonuçlanan muharebelerin sayısı ve azameti, bunları birbirine bağlayan büyük hatların biçiminden çok daha önemlidir.
Modern doktrinlerde revaç gören düşünce ise bizimkinin tam tersidir, çünkü böylelikle stratejiye çok daha büyük bir önem verilmek istenilmiştir. Strateji adeta aklın yüksek bir fonksiyonu gibi görülmüş, bu sayede savaşa daha bir soyluluk getirilebileceği, yeni fikirler ikamesiyle ona daha bilimsel bir nitelik verilebileceği sanılmıştır. Bize gelince, dört başı mamur bir teorinin başlıca görevlerinden birinin bu tür sapmaları teşhir etmek ve suçlamak
(sayfa 260) olduğuna inanıyoruz. Geometrik unsur bu yeni doktrinlerin temel fikrini oluşturduğundan, daha doğrusu hepsi bu fikirden çıkmış sayılabileceğinden, bu noktanın üzerinde özellikle durmak gereğini gördük.
BÖLÜM XVI
SAVAŞ EYLEMİNİN GEÇİCİ OLARAK DURDURULMASI
Savaşı karşılıklı bir yok etme eylemi olarak düşünecek olursak, iki tarafın da sürekli olarak ilerlediklerini kabul etmemiz gerekir; fakat aynı zamanda, birbirini izleyen her an için, zorunlu olarak taraflardan birinin bekleme halinde bulunduğunu ve sadece diğerinin ilerlediğini tasavvur etmemiz gerekir, çünkü şartlar hiç bir zaman her iki taraf için aynı olmayacak, hiç değilse öyle kalmayacaktır. Eninde sonunda, bir değişiklik meydana gelecek ve içinde bulunduğumuz an taraflardan biri için daha elverişli olacaktır. İki başkomutanın da bu şartları tam olarak bildiklerini farz edecek olursak, bu durum taraflardan birini harekete geçmeye iterken diğerini beklemeye sevkedecektir. Böyle olunca da, ilerlemek veya beklemek aynı zamanda iki tarafın da yararına olamaz. Taraflar arasındaki bu amaç karşıtlığı burada genel kutuplaşma ilkemizin sonucu değildir ve dolayısıyla ikinci kitabın beşinci bölümünde ileri sürdüğümüz düşünceyi yalanlamaz; bunun nedeni, aynı şeyin, yani ilerde girişilecek bir harekâtla durumlarını iyileştirme ya da ağırlaştırma ihtimalinin, iki komutan için de zorlayıcı bir etken halini almasıdır.
Şartların bu bakımdan tamamen eşit olduğunu kabul etsek bile, hatta karşılıklı durumlarını tam olarak
(sayfa 261) bilmedikleri için iki komutanın böyle bir eşitliği mevcut sayarak aldandıklarını farzetsek bile, politik amaçların karşıtlığı yine de harekâtın durdurulmasına engel olacaktır. Politik bakımdan, taraflardan biri mutlaka "saldırgan" olacaktır, çünkü iki tarafın da savunma halinde bulunduğu bir savaş tasavvur edilemez. Ancak saldırgan tarafın müspet, kendini savunan tarafın ise menfi bir amacı vardır. O halde müspet eylem saldırgan tarafa düşer, çünkü müspet bir amacı ancak bu yoldan gerçekleştirebilir. Şartların iki taraf için de tıpatıp aynı olduğu hallerde, müspet amaç saldırgan tarafı harekete iter.
Bu açıdan bakıldığında, savaş eyleminin durdurulması aslında eşyanın tabiatına, yani savaşın özüne aykırıdır; iki ordu, bağdaşmaz iki unsur gibi, hiç durmadan birbirlerini yutmak zorundadırlar: tıpkı su ile ateşin hiç bir zaman birbirlerini dengelemeyip içlerinden biri tamamen yok oluncaya kadar birbirlerini etkiledikleri gibi. Saatlerce hiç kıpırdamadan birbirlerine sarılmış vaziyette duran iki güreşçi tasavvur edilebilir mi? Savaş eyleminin, iyi kurulmuş bir saat gibi, sürekli hareket halinde bulunması gerekir. Ne var ki, savaş, tabiatı gereği ne kadar vahşi olursa olsun, beşeri zaafların damgasını taşır, ve burada saptadığımız çelişki, yani insanın bir taraftan tehlikeyi arar ve yaratırken bir taraftan da ondan korkması, kimseyi şaşırtmayacaktır.
Genel olarak askerlik tarihine bir göz atacak olursak, amaca doğru kesintisiz bir yürüyüşün gerçeklere yüzde yüz ters düştüğünü,
duraklama ve hareketsizliğin savaşta ordunun
normal durumunu teşkil ettiğini,
hareketin ise bir
istisna olduğunu görürüz. Bu durum karşısında nerede ise görüşlerimizin doğruluğundan şüpheye düşecektik. Ancak askerlik tarihi genel olarak ve olayların kabarık sayısı bakımından bu kuşkuyu yaratmakta ise de, bu olayların son dizisi tersine görüşümüzü doğrulamakta ve durumumuzu kurtarmaktadır. Fransız İhtilâlinin savaşları bunu açıkça göstermekte ve haklı olduğumuzu ortaya koymaktadır. Bu savaşlarda, ve özellikle Bonapart'ın seferlerinde, savaş,
(sayfa 262) doğal ve temel yasası saydığı yoğun bir dinamizmin doruğuna ulaşmıştır. Bu dinamizm demek ki mümkündür ve mümkün oluğuna göre zorunludur.
Nitekim, zorunlu olarak eyleme dönüşmeyecek olduktan sonra, savaş uğruna harcanan muazzam kuvvetleri mantıken nasıl haklı gösterebiliriz? Fırıncı fırınını ancak ekmeğini pişirmek için yakar; atlar arabaya ancak yola çıkılmak istenildiği için koşulur. Savaşın gerektirdiği o büyük çabaları sadece düşmanın da aynı çabaları harcaması için mi harcıyoruz?
Genel ilkeyi ispat etmek için bu kadar yeter. Şimdi de, özel durumlarla değil de, özü ile ilgili değişikliklerini gözden geçirelim.
Burada, saatin fazla hızlı veya fazla sürekli hareketini önlemeye yarayan birer iç denge ağırlığına benzetilebilen üç etken söz konusudur.
Sürekli olarak bir yavaşlatma eğilimi yaratan ve böylece bir geciktirme faktörü olan birincisi, insan zihnine özgü doğal çekingenlik ve kararsızlıktır; çekim değil iteleme gücünün, yani tehlike ve sorumluluk korkusunun doğurduğu bir çeşit manevi atalettir.
Savaşın doğal unsuru ateştir, yani sıradan insanları hantallaştıran bir unsur; bu itibarla, hareketin sürekli olabilmesi için itici güçlerin daha kuvvetli ve daha sık olması gerekir. Askerlerin uğrunda silahlandırıldıkları amaç genellikle bu ataleti yenmeye yeterli değildir; ve bu askerler, kendini savaşta, suda balık gibi, doğal ortamında hisseden savaşçı ve gözüpek bir komutanın yönetiminde bulunmuyorlarsa, ya da yukardan gelen büyük bir sorumluluğun baskısını omuzlarında duymuyorlarsa, duraklama kural, ilerleme istisna olacaktır.
İkinci etken, özellikle savaşta daha belirgin bir hal alan insan kavrayış ve muhakemesinin eksikliğidir; çünkü her an içinde bulunduğumuz durumu tam olarak bilemediğimiz gibi, düşmanınkini de ancak bir takım tahmin ve faraziyelere dayanarak saptayabiliriz. Dolayısıyla, iki taraf da çoğu kez aynı durumu kendisi için elverişli
(sayfa 263) sanabilir: oysa, gerçekte bir tarafın çıkarı ağır basmaktadır. Böylece, ikinci kitabın beşinci bölümünde söylediğimiz gibi, her iki taraf da daha uygun bir zamanı kollamakla akıllıca davrandığını sanabilir.
Üçüncü etken, bir kilit gibi, saatin çarkını durdurur ve zaman zaman harekâtı tamamen sekteye uğratır: bu savunmanın, savunma gücünün üstünlüğüdür. A kendini B'ye saldırmak için çok zayıf hissedebilir, fakat bu mutlaka B'nin A'ya saldıracak kadar güçlü olduğu anlamına gelmez. Savunmada olan taraf saldırıya geçmekle sadece üstün gücünü kaybetmekle kalmaz, ayrıca düşmanın gücünü arttırmış olur: bunu bir cebir formülü ile ifade etmek gerekirse, A+B ile A-B arasındaki fark 2B'ye eşittir. Bu itibarla, öyle durumlar olabilir ki, aynı anda kendilerini saldırıya geçmek için yeteri kadar kuvvetli hissetmeyen iki taraf sahiden saldırıya geçemeyecek kadar zayıftırlar.
Böylece savaş sanatının bünyesinde bile, akıl ve tedbir, aşırı tehlikelerden kaçınma eğilimi etkilerini hissettirirler ve savaşın ilkel şiddet ve acımazlığını hafifletirler.
Bununla birlikte, bu nedenler eski zaman savaşlarının uzun inkıta dönemlerini izah etmeye yetmez. Önemli bir nedene dayanmayan bu savaşlarda zamanın onda dokuzu durgunlukla geçerdi. Bunun başlıca nedeni, taraflardan birinin isteklerinin, diğerinin durum ve ruh haletinin savaşın yönetimi üzerindeki etkileriydi. Bu konuya, savaşın özü ve amacı ile ilgili bölümde değinmiştik.
Bütün bunlar savaşı tamamen yozlaştıracak boyutlara ulaşabilirler. Savaşlar çok zaman silahlı bir tarafsızlıktan başka bir şey değildir: ya barış müzakerelerini desteklemeye yönelik tehdit edici bir tutum takınılır; ya ılımlı çabalarla küçük avantajlar kazanılmaya çalışılır ve arkasından ne gelecek diye beklenir; ya da bir müttefike karşı nasılsa girişilmiş olan bir taahhüt zoraki olarak yerine getirilmeye çalışılır.
Bütün bu durumlarda, ya çıkarların itici gücü hafiftir, ya düşmanlık duygusu zayıftır, ya da düşmandan pek
(sayfa 264) korkulacak bir şey olmadığı gibi ona fazla zarar vermek de istenilmez. Kısaca, kendilerini silkeleyen ve kamçılayan güçlü nedenler bulunmadıkça, hükümetler tehlikenin fazlasını göze almazlar. İşte gerçek savaşın intikamcı ruhunun eksik olduğu ılımlı ve sulandırılmış savaşlar bundan ileri gelir.
Savaş böyle bir sözde savaş veya yalancı savaş haline geldikçe, teorisi de önemini yitirir ve yargıları için gereksindiği temel dayanak ve desteklerden yoksun kalır; zorunlu unsur giderek azalır, arızi unsur giderek çoğalır.
Buna rağmen, bu türlü bir savaşın da kendisine özgü bir mantığı vardır; hatta belki de oyunları daha çeşitli, daha geniş kapsamlıdır. Altın para ile oynanan kumar, kuruşlarla oynanan bir borsa oyununa dönüşmüştür. Böyle bir savaşta gösterişli hareketler, ileri karakollarda yarı şaka yarıciddi önemsiz boğuşmalar, hiç bir işe yaramayan uzun boylu manevralar, siperler ve yürüyüşler ağır basar. Sonradan bütün bunlara büyük bir ustalık gözüyle bakılır, oysa bunun tek nedeni küçücük amaçlar güttüklerinin unutulması ve sağduyunun başka ne yapacağını şaşırmasıdır. Ne gariptir ki, gerçek savaşın bir çok teorisyenleri malzemelerini bu savaşlarda bulurlar. Bu aldatmacalar, bu gösterişler, eski savaşların bu ufak tefek itiş kakış1arı onlar için bütün teorinin amacı, ruhun madde üzerindeki hakimiyetinin belirtileridir. Modern savaşlar ise bu zevatın gözünde vahşi yumruklaşmalardan başka bir şey değildir; bunlardan hiç bir şey öğrenilemez, olsa olsa barbarlığa dönüşü simgelerler. Bu görüş, konusunu oluşturan şeyler kadar küçük, soysuz bir görüştür. Büyük enerjilerin, büyük tutkuların bulunmadığı yerde, ferasetin at oynatması kolaydır. Fakat büyük güçlerin idaresi, bir geminin dalgalarla çalkalanan fırtınalı bir denizden sağ sağlim karaya ulaştırılması aklın çok daha yüksek bir faaliyetini gerektirmez mi? Bu bir çeşit eskrim, o öteki yüksek savaş yönetiminde içerilmiş değil midir? Bu, geminin üstündeki hareketlerin geminin kendi hareketine nispetini andırmaz mı? Bu tür çapsız savaş, ancak düşmanın onun
(sayfa 265) icaplarına uyması halinde mümkündür. Buna ne zamana kadar uyacağını nasıl kestirebiliriz? Fransız İhtilâli, modası geçmiş sistemimizin güvenliğini başımıza yıkıp bizi Châlons'dan Moskova'ya sürüklememiş midir? Büyük Frederik aynı şekilde Avusturyalıları gafil avlayıp, eski askeri geleneklere dayanan monarşiyi kökünden sarsmamış mıdır? Yarım yamalak tedbirler ve zamanı geçmiş askeri sistemlerle, kendi kuvvetinden başka yasa tanımayan kasırga gibi bir düşmanın karşısına çıkan hükümetlerin vay haline! En küçük bir ihmal, faaliyet ve çabaların birazcık gevşetilmesi bir anda düşmanın ağır basmasına yol açar. O zaman artık bir eskrimcinin tutumunu bırakıp bir atletin tutumuna geçmek kolay değildir, ve en küçük bir vuruş her şeyi yere sermeye yeter.
Bütün bu söylediklerimizden çıkan sonuç şudur ki, savaş eylemi sürekli ve kesintisiz bir hareket değil, aralıklı sıçramalarla ilerleyen bir harekettir; ve çeşitli kanlı olayların arasında, iki tarafın birbirini kolladığı, savunma durumuna geçtiği duraklama dönemleri vardır; ve daha yüksek bir amaç taraflardan birini saldırıya geçmeye zorlar, ilerlemeyi hedef alan genel bir tutuma sürükler ve böylelikle davranışlarını bir ölçüde değiştirir.
BÖLÜM XVII
MODERN SAVAŞIN KARAKTERİ
Modern savaşın karakterinin bütün planlar ve özellikle stratejik planlar üzerinde büyük bir etkisi vardır. Nasıl ki bütün o eski geleneksel yöntemler Bonapart'ın şansı ve cüretkarlığı karşısında yıkılmış ve birinci sınıf devletler nerede ise bir vuruşta yok olmuşlar ise, aynı şekilde İspanyollar da zorlu mücadeleleri ile, milletin
(sayfa 266) topyekün silahlanmasının ve büyük çapta ayaklanma tedbirlerinin, ayrıntıları bakımından zayıf ve belirsiz bir duruma rağmen, ne derece etkili olabileceğini göstermişlerdir. Yine aynı şekilde Rusya da, 1812 seferinde hem çok büyük boyutları olan bir İmparatorluğun fethedilemeyeceğini (ki bu zaten bilinen bir şeydir), hem de nihai zafer ihtimalinin mutlaka kaybedilen muharebeler, başkentler ve eyaletlerle orantılı olarak azalmadığını bize göstermiştir; oysa, şimdi tersi ispatlanmış olan bu ikinci varsayım o zamana dek tüm diplomatlar tarafından mutlak bir ilke olarak benimsenmiş ve böyle bir durumda, kötü şartlarla bile olsa, gerici bir barış anlaşması imzalamanın zorunlu olduğu sanılmıştı. Rusya bize bunun tersini, yani bir milletin en büyük kuvvetini çok kez kendi ülkesinin sinesinde, ve düşmanın saldırı gücü tükendikten sonra gösterdiğini ve o zamana kadar savunmada iken nasıl büyük bir güç ve enerji ile saldırıya geçebileceğini ispatlamıştır. Bunların yanısıra, Prusya da (1813), umulmadık çabaların milis kuvvetleri sayesinde bir ordunun gücünü altı misline çıkarabileceğini ve bu milis kuvvetlerinin ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da dövüşebileceklerini göstermiştir. Nihayet bütün bu olaylar şunu da göstermiştir ki, bir milletin yürek ve duygularının başaramayacağı hiç bir şey yoktur ve milletin bu manevi gücü onun siyasi ve askeri gücünün temelini teşkil eder. Hükümetler artık bütün bunları öğrenmiş olduklarına göre, bundan böyle çıkacak savaşlarda, ya kendi varlıkları tehlikede olduğu için, ya da kendilerini dolu dizgin ihtiraslarına kaptırdıkları için, bu yeni keşfedilmiş kaynaklara başvurmamaları beklenemez.
İki tarafın da tüm ulusal gücünün bütün ağırlığını koyduğu bir savaşın, her şeyin muvazzaf orduların karşılıklı ilişkilerine göre hesap edildiği savaşların yönetildiği, ilkelerle yönetilemeyeceği açıktır. Bir zamanların muvazzaf orduları donanmalara benzerlerdi; kara kuvvetleri, Devletin geri kalan kısımlarıyla ilişkileri bakımından deniz kuvvetlerini andırırlardı. Bu yüzden de karadaki savaş sanatında
(sayfa 267) deniz savaşları taktiğinden bir şeyler bulunurdu, oysa bugün bu durumdan eser kalmamıştır.
BÖLÜM XVIII
GERGİNLİK VE DİNLENME
(Savaşın dinamik kanunu)
Onaltıncı bölümde gördüğümüz gibi, seferlerin çoğunda duraklamaya ve dinlenmeye ayrılan zaman harekete ayrılan zamandan daha fazladır. Her ne kadar günümüzün savaşları, bundan önceki bölümde belirtildiği gibi, tamamen farklı bir nitelik taşımakta iseler de, bu savaşlarda da gerçek eylemin kısa veya uzun fasılalarla kesildiklerinde kuşku yoktur. Bu da bizi savaşın bu iki safhasını daha yakından incelemeye götürmektedir.
Savaş eylemi duraklama noktasına geldiği, yani taraflardan hiç biri müspet bir şey yapmak istemediği takdirde, bir sükunet ve dolayısıyla denge hali meydana gelir. Bu en geniş anlamda bir dengedir ve sadece maddi ve manevi savaş güçlerini değil, bütün ilişkileri ve çıkarları içine alır. Taraflardan biri yeni bir müspet amaç peşinde koşmaya ve bunun için hazırlık niteliğinde de olsa harekete geçmeye başlar başlamaz ve düşman buna karşı koyar koymaz, güçler arasında bir gerginlik, bir gerilim yaratılmış olur; bu gerginlik bir kararla sonuçlanıncaya, yani taraflardan biri amacından vazgeçinceye veya diğeri ona teslim oluncaya kadar devam eder.
Muharebe kombinezonlarının iki taraf için meydana getirdiği sonuçlara dayanan bu kararı daima şu veya bu yönde bir hareket izler.
Bu hareket, kendi sürtünmesi dahil olmak üzere yenilmesi gereken güçlükler içinde veya düşmanın yeni direnme
(sayfa 268) güçleri karşısında tükenince, yeni bir hareket, çoğu kez aksi yönde bir hareket meydana gelir.
Gerilim, denge ve hareket arasındaki bu kurgusal (spekülatif) ayırımın pratik hareket üzerinde ilk bakışta sanıldığından daha büyük bir önemi vardır.
İstirahat ve denge halinde, çeşitli faaliyetler, özellikle arızi sebeplerden doğan ve büyük değişiklikleri amaçlamayan faaliyetler görülebilir. Bu çeşit faaliyetler önemli çarpışmaları, hatta büyük meydan muharebelerini kapsayabilir, fakat bunların niteliği ve dolayısıyla sonuçları oldukça farklıdır.
Gerginlik halinde, karar her zaman daha etkili olur; bunun nedeni, kısmen daha büyük bir irade gücü ve şartların daha kuvvetli bir baskısı, kısmen de büyük bir harekete yönelik bütün hazırlıkların tamamlanmış olmasıdır. Böyle bir durumda verilen karar iyice bastırılıp sıkıştırılmış bir mayının etkisine benzer; oysa, belki aslında aynı derecede önemli olan fakat durgunluk safhasına raslayan bir olay açık havada patlayan bir barut kitlesine benzer.
Tabii gerginlik durumunun da değişik şiddet dereceleri vardır; giderek tam değilse bile ona yakın bir durgunluk durumuna dönüşebilir.
Bu düşüncelerden çıkaracağımız başlıca ders şu olmalıdır ki, gerginlik anında alınacak her tedbir ve karar denge durumunda alınacak bir tedbir ve karara oranla çok daha önemli, çok daha etkindir, ve gerginliğin en yüksek noktasında bu etkinlik de doruğuna varır.
Örneğin, Valmy'deki
(*) topçu ateşi (20 Eylül 1792), Hochkirch
(**) muharebesinden çok daha etkili olmuştur.
(sayfa 269)
(*) Fransa'nın kuzeyinde bir kasaba; 20 Eylül 1792 günü Dumouriez ve Kellermann komutasındaki Fransız ordusu burada Prusyalıları yenmişti. Topçu ateşi her iki taraf için sadece 200 kişllik bir zayiata yol açtığı halde, Prusyalılar saldırı planından vazgeçmiş ve geri çekilmişlerdi. (A.R.)
(**) Saksonya'da bir kasaba. Yedi Yıl Savaşlarında Avusturyalılar sayı üstünlükleri sayesinde Büyük Frederik'i yenmişlerdi. Fakat bu zafer kendilerine pahalıya mal olmuş ve Frederik'in Silezya'ya çekilmesini önleyememişti. (A.R.)
Düşmanın savunamadığı için silahlarımıza terk ettiği bir bölgede yerleşmek, daha elverişli koşullar altında bir sonuç elde edebilmek umuduyla düşmanın sadece geri çekildiği bir bölgeye yerleşmekten çok daha kolaydır. Stratejik bir saldırı planı uygulanırken, hatalı bir mevzilenme, bir tek yanlış yürüyüş aleyhimizde kesin sonuçlar doğurabilir; oysa, denge durumunda, düşmanın harekete itilmesi için bu hataların çok daha göze batıcı olması gerekir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, geçmişteki savaşların çoğu zamanın büyük bir kısmı itibariyle bu denge durumunda ya da uzun aralıklı, çok hafif ve zayıf bir gerginlik durumunda geçer, dolayısıyla meydana gelen olaylar pek seyrek olarak büyük sonuçlar doğururlardı. Bunlar çoğu zaman bir kralın doğum günü münasebetiyle yapılan bir geçit töreninden (Hochkirch), askeri şerefi korumak için yapılan bir jestten (Kunersdorf) ya da komutanın kişisel gururunu tatmin etmekten öteye gitmezdi.
Kanımızca, komutanın bu durumu çok iyi bilmesi ve davranışını buna göre ayarlayacak takta sahip olması çok önemlidir, 1806 seferi, bazı hallerde komutanın bu yeteneklerden ne derece yoksun olabileceğini bize göstermiştir. Son derece gergin bir durumda, büyük bir karar almanın zorunlu bulunduğu ve komutanın kendisini bütün varlığı ve bütün gücüyle buna adaması gereken bir durumda, Franken yönünde yapılan keşifler gibi öyle tedbirler alınmış ve uygulanmıştır ki, bunlar olsa olsa bir denge durumunda düşünülebilecek ufak tefek tedbirlerdi. Ordunun tüm faaliyetini bu karışık plan ve tedbirlere yöneltmesi yüzünden, orduyu kurtarmak için asıl alınması gerekli olan tedbirler gözden kaçmıştı.
Yaptığımız bu teorik ayırım ayrıca teorimizi geliştirmek bakımından da gereklidir. Çünkü saldırı ile
(sayfa 270) savunma arasındaki ilişkiler ve bu iki yanlı hareketin yürütülmesi konusunda bütün söyleyeceklerimiz, gerginlik ve hareket anında kuvvetlerin içinde bulunduğu kriz durumu ile ilgilidir; denge durumunda meydana gelebilecek bütün faaliyetler ise sadece birer zorunlu sonuç olarak ele alınacaktır. Zira gerçek savaş bu krizdir, denge durumu ise onun sadece bir yansımasıdır.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
MUHAREBE
(ÇATIŞMA)
Dördüncü Kitap, muharebe
ye yol açan çatışmayı incelemektedir. Muharebe, düşmana hakim olmak için doğrudan doğruya kuvvete başvurulan andır: düşmanın mücadele etme iradesini ve olanağını yok etmek lazımdır. Burada, sırasıyla, dengenin bozulması, muharebenin süresi, karar, esas muharebenin rolü, özellikle beklenilen sonuçlan, yani zaferden stratejik bakımdan yararlanma veya bir yenilgiden sonra geri çekilme durumu gibi konular işlenmiştir.
BEŞİNCİ KİTAP
ASKERİ KUVVETLER
Beşinci Kitap, güçleri ve terkipleri, çatışma dışındaki durumları ve ikmalleri ve genellikle ülke ve arazi ile olan ilişkileri
yönünden askeri kuvvetlere ayrılmıştır. Birbiri ardından şu konular incelenmiştir: ordu, savaş sahnesi ve (sayfa 271) sefer kavramları; güç ve silah ilişkisi; muharebe düzeni ve ordunun genel olarak düzenlenmesi; öncü birliklerin çeşitli biçimleri; ordugahlar, yürüyüşler ve konaklama yerleri; ikmal ve iaşe; temel kavramları daha önce Jomini tarafından ortaya konulmuş olan harekât üsleri ve muhabere hatları. Son olarak da, arazinin niteliği, özellikle hakim tepeler konusu ele alınmıştır.
ALTINCI KİTAP
SAVUNMA
Altıncı Kitap sırasıyla şu konuları incelemektedir: saldırı ve savunma, savunma kavramı, savunmanın avantajları; taktikte saldırı ile savunmanın karşılıklı ilişkileri; stratejide saldırı ile savunmanın karşılıklı ilişkileri; saldırı ve savunmanın konsantrik ve eksantrik niteliği; stratejik açıdan ve saldırı ile etkileşmeleri yönünden savunma araçlarının şümulü; dağlık arazide, nehir ve su yolları boyunca savunma; kordon (kuşak), ülke anahtarı kavramları, kanattan saldırı ve ülke içine doğru derinlemesine gerileme; halk savaşı; savaş sahnesi kavramı; halkın silahlanması.
YEDİNCİ KİTAP
SALDIRI
Yedinci Kitap saldırıya tahsis edilmiştir. Clausewitz bu konuda şöyle demektedir: "İki kavram gerçek bir mantıki çelişki meydana getirdikleri, yani her biri diğerinin tamamlayıcısı olduğu vakit, bunlardan her biri temelde (sayfa 272) diğerini içerir." Arkasından da şunu eklemektedir: "Savunmaya ilişkin ilk bölümler öngördükleri noktaların hepsinde savunmaya da yeteri kadar ışık tutmaktadır." Bunların dışında sırasıyla şu konular incelenmiştir: "saldırının doruk noktası"; saldıran tarafın içinde bulunduğu çeşitli durumlar (akarsular, dağlar, ormanlar, tahkimatlı mevziler gibi engeller önünde, vb.); şaşırtma hareketleri ve istila; son olarak da, yazarın "zaferin doruk noktası" dediği saldırının muhassalası.
(sayfa 273)