Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
Halkın Devrimci Öncüleri
GRAMSCİ ÜZERİNE


"Gramsci Üzerine", THKP-C/HDÖ tarafından 1989 yılında yayınlanmıştır.
Bu metin, Eriş Yayınları'nın 1994 tarihli baskısından alınmıştır.


Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
kurcep@gmx.net
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında: Gramsci Üzerine (1.376 KB)





BEŞİNCİ BÖLÜM
GRAMSCİ : YENİLGİ DÖNEMİNİN BİR TEORİSYENİ


      Buraya kadar Gramsci'nin teorik formasyonunu ve anlayışını irdeledik. Ve görüldüğü gibi, Gramsci, Leninizmle olan duygusal bağları ile teorik ayrılıkları onu "Marksizmin bunalımı" teorisyenleriyle birleştirecek nitelik taşımaktadır. Görüşlerinin temeline Marks ve Engels'in ilk yapıtlarını koyan Gramsci, Marksizmin gelişen yanıyla salt duygusal bir ilişki içindedir. Bunun nedenleri, onun içinde yaşadığı dönemin özelliklerinde aranmalıdır.
      Gramsci'nin içinde bulunduğu 1917-1935 dönemi, daha önce gördüğümüz gibi, dünya çapında büyük değişimlerin olduğu yıllardır. Herşeyden önce, kapitalizme karşı alternatif bir güç olarak sosyalizmin mevcudiyeti gündemdedir. Bu dönemin diğer önemli olguları III. Enternasyonal'in kurulması ve Batı-Avrupa'da görülen işçi sınıfı ayaklanmalarıdır. (Burada kendimizi Gramsci' nin önem verdiği olgularla sınırladığımızı belirtelim.)
      Gramsci için kendi ülkesi, ülkesinin tarihi ve mevcut durumu birincil dereceden önem kazanırken, bu doğrudan "genel nitelikte" bir teori oluşturmasında çıkış noktası olarak görev yapmış olmasından dolayıdır. Bir bakıma teorisinin içinden çıktığı somut pratiktir. Ama "praxis felsefesi"ne verdiği değer, onu giderek "deneyimler"in öne çıkartılmasına itmiştir. Yani önceden, şu ya da bu oranda düşünülmüş insanın pratik faaliyeti esastır. Böylece Komintern'in faaliyeti, Alman, Bulgar ve Macar ayaklanmaları, PCI' nin pratiği, kendi teorisinin dayanakları olarak -ama olumsuz anlamda- kullanılır. Diyebiliriz ki, kendi ülkesinde bir proleter devriminin gerçekleştirilmesi görevini benimsemiş olan Gramsci, teorik tahlillerinde dar ulusal pratikle kendini sınırlamamıştır. Bu nedenle, bir bütün olarak, Batı-Avrupa'yı ve buradaki proleter hareketin durumunu ele almıştır. Bir başka deyişle, o, kendini İtalya ve İtalyan Devrimi sorunlarıyla sınırlamamış, kapitalizmin genel niteliği ile İtalya'nın özel durumunu birlikte ele almıştır. Bu da onun Marksist niteliğinin bir ifadesidir.
      Bilindiği gibi, Marksizmi bir dogma haline getiren II. Enternasyonal oportünistleri, bir ülkede devrimin olabilmesi için gerekli koşulların var olup olmadığını, o ülkedeki (ulusal) üretici güçlerin gelişme düzeyine, proletaryanın kültür düzeyine vb. bakarak saptanacağını savunur. Lenin'e göre ise, proletarya devrimine o ülkenin iç gelişmesinin bir sorunu olarak bakıp, üretici güçlerin yeterli olup olmadığını araştırma artık geride kalmıştır. Emperyalist dönemde, herhangi bir ülkede devrimin koşulları, o ülkedeki üretici güçlerin gelişme seviyesine bağlı değildir. Çünkü emperyalizm, ekonomik otarşiyi yıkarak, milli ve özel ekonomileri dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları haline getirmiştir. (Kapitalizmin genel bunalım dönemi esprisi.) Lenin'e göre, sistemin bütününde devrimin nesnel koşulları mevcut olduğu için, ilk proleter devrimi kapitalizmin ve demokrasinin en gelişmiş olduğu şu ya da bu kapitalist ülkede değil, emperyalist zincirin en zayıf olduğu ülkede gerçekleşecektir.
      Bu Leninist perspektif, emperyalist dönemde, tek tek ülkelerin iç çelişkilerinin hiç önemi kalmadığı anlamına gelmez. Lenin, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişim yasasını ortaya koyarken, "kapitalizmin gelişmesi farklı ülkelerde hiç de düzenli olmayan biçimde yürümektedir. Meta üretimi sisteminde başka türlü olamaz. Buradan da reddedilemeyecek bir şekilde şu çıkıyor ki, sosyalizm, bütün ülkelerde aynı zamanda zafere ulaşamaz. Önce bir ya da birkaç ülkede zafere erişecektir, ötekiler bir süre burjuva ya da burjuva öncesi dönemde kalacaklardır" diye yazıyor. Bu yüzden her ülkenin, ayrıca, ayrıntılı bir tahlilinin yapılması zorunludur. Milli kriz tahlili bunu ifade eder. Yani sistemin bütününde devrimin nesnel koşulları mevcuttur, ama bir ülkede iktidarın -parçalanarak- fethi için, o ülkedeki devrim durumunun saptanması gerekir. Bu da, o ülkede milli krizin mevcut olup olmadığını, varsa düzeyini, olgunlaşma durumunu, gelişme ritmini vb. saptamak demektir.
      Gramsci'nin perspektifi, Leninist anlayışla belli noktalarda biçimsel benzerlikler göstermektedir. Bu benzerlik, özellikle tek bir ülke ile sınırlanmış tahlillerin olumsuzlanmasında ortaya çıkar. Ama Gramsci'nin kullandığı kavramlar ve ölçütler (yöntembilim) farklıdır. Daha önce gördüğümüz gibi, onun bir toplumsal yapı incelenirken göz önünde tuttuğu "organik hareketler" (nispeten kalıcı hareketler) ile "konjonktürel hareketler" (geçici, dolaysız ve neredeyse rastlantısal hareketler) ayrımı, Leninist milli kriz kavramı ile belli oranda örtüşür. Ancak Lenin, milli krizi, evrim ve devrim aşamalarının ayrılması ve her evrede kullanılacak araçların, amaçların belirlenmesinde kullanırken, tek bir stratejiyi temel alır. Gramsci ise, strateji ve taktiklerin belirlenmesi için kullanır ve sonuçta evrim aşaması mücadelelerini strateji düzeyinde, devrim aşaması mücadelelerini taktik düzeyde ele alarak ayrılır. Komintern'in "ikili perspektif"i ya da Lenin'in "İki Taktik"i, onda garip bir birleşim oluşturur. Böylece ortaya iki farklı yöntem çıkar.
      Lenin'de kesintisiz devrim teorisi, bir bütün olarak tek bir strateji oluşturur ve bu strateji, evrim ve devrim aşamalarının ayrımına dayanan ve milli krizi (devrim durumunu) ölçüt olarak alan ikili bir perspektif içerir. Gramsci ise, organik hareketler bağlamında "organik bunalım"ı ölçüt olarak ele alarak iki strateji öngörür ve her bir strateji de kendi içinde ikiye ayrılır. Onun anlayışında evrim aşaması ile devrim aşaması, ayrı ayrı birer stratejik çizgi gerektiren evrelerdir. Bu nedenle bu kavramları kullanmaz. "On yıllarca" sürebilecek bir "organik bunalım" yılları, (organik hareket) için ayrı bir strateji (hareket savaşını temel alan bir strateji) oluşutururken, "organik bunalım"ın olmadığı yıllarda ise (konjonktürel hareketleri içerir) ayrı bir strateji (mevzi savaşını temel alan bir strateji) oluşturur. Böylece Gramsci, Marksist-Leninist bunalımlar teorisinden farklı bir kavrayışa ulaşır. Bu kavrayışı, kapitalizmin dönemlenmesi olarak onda netliğe kavuşturulmamışsa da, yazılarından bunun 50'şer yıllık Kondratiev dönemlemesine denk düştüğünü çıkartabiliyoruz.
      Ancak Gramsci, Kondratiev'in yaklaşımına kullandığı ölçütler nedeniyle karşıdır. Rosa Luxemburg'a yönelttiği eleştirilerde, "dolaysız ekonomik öğe"nin abartılmaması gerektiğini söylerken, bu karşıtlığını da ortaya koymuş olur. [284] Yine de, Komintern'de egemen olan anlayış parelelinde uzun süreli dönemleme olabileceğini kabul eder. Gerçekte Komintern'in ele aldığı dönemleme, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının dönemlenmesidir. Ama o yıllarda bu teori, henüz oluşum halinde olduğu için, değişik anlayışlarla değişik biçimler almıştır. İşte bu karışıklık Gramsci'de de kendine özgü bir dönemleme mantığı oluşturmuştur. Ona göre ölçüt, ekonomik bunalımlar olamaz, çünkü bunlar konjonktürel hareketlerdir. Öyleyse dönemlemenin ölçütü, organik bunalımlar ve dolayısıyla hegemonya bunalımı olmalıdır, yani "sivil toplum" un durumuna ilişkindir. Sonuçta Batı ile Doğu'yu ayrı ayrı ele alır ve Batı'da 1920'lerde organik bunalımın ortadan kalktığını söyler. Bu nedenle de, proletarya her ileri atılımında büyük bir yenilgiyle karşılaştığını düşünür. Bu durumu 1848 Avrupası ile kıyaslayan Gramsci, doğal olarak 1848 devrimlerinin yenilgisi sonrasında Marks ve Engels'in ortaya koydukları taktiklerin yeniden gündeme gelmesi gerektiğini söyler. Bir başka deyişle, o dönemde Marks ve Engels'in terk ettikleri "kesintisiz devrim" teorisinin bu dönemde de terk edilmesi gerektiğini düşünür -ve bu teorinin Mart 1917 ile Mart 1921 arasında geçerli olduğunu belirtir-. 1921 sonrasında, 1917-21 yıllarında yürütüldüğünü varsaydığı hareketli savaşın yerine mevzi savaşın konulması gerektiğini söylemesinin nedeni de budur.
      Gramsci'nin "hareketli savaş" olarak tanımladığı şey, Marksist-Leninist literatürde "kesintisiz devrim" teorisine denk düşmektedir. Bu bağlamda Gramsci şöyle demektedir:

      Böylece Gramsci, kesintisiz devrim teorisinin (ona göre hareketli savaşın siyasal ifadesidir ve dolayısıyla bir çeşit faşizmle benzeşir) 1870'lerden sonra "sivil hegemonya" ile aşıldığını ileri sürer. Ona göre, bu teori, "sivil toplum"un hala gevşek ve ilkel olduğu toplumlar için bir geçerliliği vardır, ama Batı-Avrupa için aşılmıştır. [286] Gerçekte aşılan nedir ve kesintisiz devrim teorisi neyi ifade eder? Öncelikle bunların yanıtlanması gerekir, aksi halde Gramsci'nin savları anlaşılmaz olacaktır.
      Marks ve Engels'in 1850 sonralarına kadarki sürede devrim anlayışları "kesintisiz devrim"dir.       Bu anlayış, burjuvazinin kendi devrimine ihanet ettiği koşullarda proletaryanın görevlerini belirtmeye yönelikti. Ama aynı zamanda proletaryanın, mevcut hedeflerle yetinmeyip, savaşı sürekli kılarak iktidarı ele geçirmesini de kapsar. Bir başka deyişle, kesintisiz devrim teorisi, Marks ve Engels'de, salt burjuva devriminin tamamlanmasını değil, aynı zamanda sosyalist devrimin yapılmasını da içerir. Marks ve Engels, 1847 dünya ticaret, sanayi ve tarım krizine bakarak, kapitalizmin son saatinin geldiğini, büyük mücadelelerin nihayet başladığını, sosyalist devrimler çağının açıldığını zannetmişlerdir. Yani Marks ve Engels, 1847'de patlayan kapitalizmin dünya çapındaki ekonomik buhranının, genel niteliğine bakarak, sistemin sürekli ve son buhranı sanmışlardır. İşte kesintisiz devrim teorisi, bu sürekli bunalımlar teorisinin bir ürünüdür.       Marks-Engels, 1850 sonlarında kesintisiz devrim teorisini terk etmişlerdir, çünkü "bu yıllar kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği, kamçıladığı -burjuva anlamda- toplumun refah içinde bulunduğu yıllardır. (Bilindiği gibi kapitalizm sürekli bunalıma emperyalist aşamada girmiştir.) 1847 ekonomik buhranı, ne sürekli buhrandı, ne de kapitalizmin son buhranıydı. Marks ve Engels, 1850 sonbaharında yanılgılarını anladılar. Ve bu bunalımın devrevi bir bunalım olduğunu söylediler." [289] (abç)
      Kısacası, kapitalizm sürekli ve genel bunalımlar dönemine henüz girmemişti.
      Engels, yanılgılarını şöyle ifade eder:       Aynı konuyu Marks da şöyle ifade eder:       İşte bu nesnel nedenlerle, 1848-50 yıllarındaki (ve hatta 1871 Paris Komünü'nde) proletaryanın her devrimci atılımı giderek cılızlaşmakta ve sönmekteydi. Marks'ın deyişiyle "hareketin her hız kazanır gibi oluşunda, önceki yerini yeniden almaya uğraştı proletarya, fakat her defasında biraz daha zayıfladı ve her defasında elde ettiği sonuç daha cılız oldu." [292]
      Sözün özü, "üretimin sosyal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki antagonizma kazanmadan, kapitalizm üretici güçleri güçleri geliştirme imkanı yaratırken, kapitalizmin devrevi ekonomik krizleri bir devrime yol açmazlar". [293]
      Böylece terk edilen "kesintisiz devrim" teorisi, uzun yıllar unutulmuş bir teori olarak bir kenarda kaldı, ta ki kapitalizm sürekli ve genel bunalımlar dönemine, yani emperyalist aşamaya girene kadar. "Lenin 20. yüzyılın başında, kapitalizmin ekonomik ve politik planda eşit oranda gelişmeme kanunu -bu kanunun ilk ipuçları Marks'ın ekonomi politiği eleştirirken yaptığı soyutlamalarda vardır- bularak, onun en yüksek aşaması olan emperyalizm teorisini formüle ederek, kapitalizmin sürekli ve son buhranlar çağının başladığını, Marks ve Engels'in bekledikleri 'büyük mücadele anının' artık geldiğini söyleyerek, Rus proletaryasının devrim teorisinin sürekli ya da kesintisiz devrim teorisi olduğunu ilan etti." [294]       Rus Devrimi, kesintisiz devrim teorisinin uygulandığı ve muzaffer olduğu bir devrim olarak, teorinin doğruluğunu kanıtlıyordu. Yani bu teori, Gramsci'nin savladığı gibi, 1848'lere ilişkin, yani "tarihsel bir döneme ilişkin" bir teori değildir. Şüphesiz Gramsci'nin bu hatalı değerlendirmesiyle, bu teorinin 1917-21 arası için geçerli olduğunu kabul etmesi birbiriyle çelişir. Ama onun teorisinde bunlar bir iç bütünlüğe sahiptir.
      Gramsci, "kesintisiz devrim" teorisini, ya da onun kendi terminolojisi ile söylersek -askeri kavramıyla- "hareketli savaşı"nı toplumsal yapı düzeyinde ele alarak değerlendirir. Bu yönüyle kesintisiz devrim teorisini, tek bir süreçte proletaryanın ikili görevi olarak kabul eder. Yani proletarya, tek bir süreçte, burjuva demokratik devrimi tamamlayıp sosyalist devrimi yapmalıdır. Lenin, bu aşamalı devrim teorisini "İki Taktik"de ayrıntılı biçimde işler ve "Nisan Tezleri"nde geliştirir.
      Lenin'e göre, emperyalist aşamada burjuvazi devrimci niteliğini yitirmiştir ve bu yüzden kendi devrimini bile yapamaz. Bu durumda, sosyalist devrimin yapılabilmesi için, burjuva demokratik devrimi proletaryanın öncülüğünde ve işçi-köylü ittifakı temelinde yapılması zorunludur. Böylece proletarya, bu ülkelerde ikili tarihsel görevle yüzyüzedir. Ama Marks-Engels'in kesintisiz devrim teorisini formüle ettiği dönemdeki durum ile bu, farklılıklar içerir. O yıllarda burjuvazi devrimcidir ve kendi devrimini yapmak amacıyla harekete geçmektedir. Burada feodal sömürü altındaki köylülük burjuvazinin ordusunu oluşturmaktadır. Belli bir noktada burjuvazi, kendi devrimine ihanet eder ve onu engellemeye başlar. İşte Marks-Engels, bu noktada nesnel koşulların mevcut olduğunu düşünerek -yanıldıkları nokta da budur- proletaryanın devrimi sürekli kılması gerektiğini söylerler. Sürekli kılınacak devrim, burjuva devrimidir ve o ana kadar yönetici, önderi ve başlatıcısı burjuvazidir.
      Lenin'in ele alıp yeni tarihsel koşullar içinde geliştirdiği kesintisiz devrim teorisi, burjuvazinin önderliğinde başlamış bir demokratik devrimin proletarya tarafından sosyalist devrime dönüştürülmesi değil, baştan itibaren işçi-köylü ittifakı temelinde ve proletaryanın öncülüğünde başlatılan demokratik devrimin, yine proletarya tarafından (yoksul köylülükle birlikte) sosyalist devrime dönüştürülmesine dayanır. Bu devrimde proletaryanın hegemonyası esastır. Bunun nedeni, burjuvazinin, emperyalist aşamada devrimci niteliğini yitirmiş olması [*1] ve kendi devrimini yapamaz durumda bulunmasıdır.
      Lenin'in kesintisiz devrim teorisi bu boyutu ile Marks-Engels'den ayrılır. Ancak bunu kavrayamamış olanlar, aynı teorinin 1848 formülasyonundan yola çıkarak iki tür sapma içine düşmekten kaçınamazlar.
      Birinci sapma, burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmiş olması gerçeğini, ya eksik ele aldıklarından ya da hiç ele almadıklarından, demokratik devrimin gerçekleşmediği ya da tamamlanmadığı ülkelerde, proletaryanın tek görevinin sosyalist devrim olarak ilan edilmesi şeklinde görülür. Genellikle emperyalizm ile milli burjuvazi arasındaki çelişkiye önem vererek milli burjuvazinin bir devrim başlatabileceği beklentisinde olan bu anlayış, böyle bir durumda kullanılmak üzere kesintisiz devrim teorisini el altında bulundurur. Onlar, proletaryayı, ya nesnel koşulları ülke düzeyinde bulunmayan (henüz) bir devrim için bekletirler, ya da milli burjuvazinin ya da küçük-burjuvazinin başlatacağı bir hareketi sosyalist bir devrime dönüştürmek için ("devrimi" sürekli kılmak) "hazırda" bekletirler. Geri-bıraktırılmış ülke solunda görülen "sosyalist devrim stratejileri" ya da "kapitalist olmayan yol" tezleri, bu sapmanın ifadeleridir. Modern revizyonizmin geri-bıraktırılmış ülkelerdeki "ardıcılları" olan bu kesimler, ülkemizde T"K"P, TİP, TSİP ve diğer revizyonistlerce temsil edilmektedir.
      İkinci sapma ise, birincisine tepki olarak ortaya çıkan "sol" sapmadır. (Troçkizm bu sapmanın en gelişkin örneklerinden birisidir.) Bu anlayışa göre, madem proletarya burjuva devrimini de yapmak zorundadır, o halde iki sefer uğraşmaktansa, bir seferde iktidarı ele alır ve bu iktidar aracılığıyla iki devrimi birden yapar. Bunlara göre, Lenin'in formüle ettiği aşamalı teori, son tahlilde proletaryanın -köylülerle de olsa- işin başına geçmesi demek değil midir? Pratikte olması söz konusu olan böyle bir durum karşısında, proletarya ve onun partisi, niye kendini aşamalarla sınırlandrmalı ve demokratik devrim aşamasında iktidarı başkalarıyla paylaşmak zorunda kalsın? Onlara göre, görev, devrimi "sürekli" kılmaktır. Bu anlayışın demokratik devrime bakışı, doğrudan iktidarın proletaryanın ağırlıkta olduğu bir durumda bulunacağı ve bulunması gerektiği temeline dayanır. Bu nedenle anti-kapitalist uygulamalar ile anti-feodal ve anti-emperyalist uygulamaların tek bir programına (bütünsel) ulaşırlar. Son tahlilde anti-kapitalizm, feodalizme de, emperyalizme de, küçük-üreticiliğe de karşı olduğundan yola çıkan bu anlayış sahipleri, proletaryayı zaferin olanaksız olduğu bir mücadeleye sokarak pasifize etmeyi amaçlarlar. Bu çizgi, Leninist kesintisiz devrimin, tek bir süreçte, ama aşamalı olarak proletaryanın görevlerini belirlemesini reddeden anti-Leninist bir çizgidir.
      Lenin, kesintisiz devrimin aşamalarını şöyle ortaya koyar:       Leninist perspektifin ayırt edici özelliklerini şu şekilde özetliyebiliriz:       İşte 1848'lerin, Gramsci'nin deyimiyle "Jakoben deneyimlerinin bilimsel bir biçimde geliştirilmiş" ifadesi olan kesintisiz devrim teorisinin Lenin tarafından geliştirilmiş hali budur. Burada Gramsci' nin özde karşı çıktığı nokta "iktidara geçmiş Avrupa proletaryasının yardımı"nı öngören kısımdır. Ama bu yan, bizzat Lenin tarafından hatalı görülmüş ve sosyalizmin tek bir ülkede, emperyalizmin kuşatması altında da yaşayabileceği anlayışını geliştirmesine yol açmıştır. (Troçki ve troçkistlerin anlayamadıkları nokta da budur.) Gramsci 1921 sonrasında Avrupa için öngördüğü "mevzi savaş" anlayışı, bu bağlamda bir değer taşır. Ama hiçbir özgünlük içermez ve sadece Lenin ve Komintern'in görüşlerinin yinelenmesidir. Ancak onun kesintisiz devrim teorisine karşı eleştirileri, farklı bir boyut kazandırmaktadır ve üstelik bu ayrı bir bütünsellik içinde sunulmaktadır. Bu yönüyle ele alınmayıp da, onun Lenin ve Komintern görüşleriyle benzeştiği yönlerin öne çıkarılması, büyük bir yanılgı ve hatta su götürmez bir oportünizm olur.
      Evet, Gramsci yakın zamanda bir Avrupa devriminin olamayacağını görmüş ve bu amaca yönelik teorileri eleştirmiştir. Özellikle bunun askeri teorisyenleri olarak düşündüğü Frunze, Budyenny ve Tukhachevsky'e yönelik eleştirileri özel bir değere sahiptir. Ve tarihsel olarak farklı da olsa, Troçki'ye karşı tavrı da bu bağlamda açıktır. Ama Gramsci, hepsinin ardından kesintisiz devrim teorisinin -bütün olarak- yattığını varsaydığından, bu teoriye özden karşı çıkar (ve Jakobenizme karşı tutumu da bu bağlamda anlaşılmalıdır). Bu nedenle de 1848'den sonra, en çok da 1870'den sonra bu teorinin geçersiz olduğunu ilan eder. Lenin, yukarda özetlediğimiz biçimde, üçüncü nokta hariç, ilk iki noktayı demokratik devrimin tamamlandığı ülkeler için hiçbir zaman ileri sürmemiştir. Tıpkı Marks ve Engels'in de 1848'lerde kesintisiz devrim teorisini, burjuva devriminin tamamlandığı İngiltere için önermediği gibi. Gramsci, bunu anlamamış olabilir, ama "Batı" diyerek "geçersiz" kıldığı kesintisiz devrim teorisi, onun koyduğu en son tarih (1870) itibariyle bile geçerliliğini Avrupa'da sürdürdüğü görülmektedir. İngiltere ve Fransa dışındaki tüm Avrupa ülkeleri, Almanya, İtalya, Polonya, Avusturya, İspanya, Yunanistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Macaristan ve Portekiz'de (Çarlık Rusyası'nda da) burjuva devrimleri, o yıllarda ya oluşum halindeydi ya da henüz tamamlanmamıştı. Eğer Gramsci'nin yaklaşımını ve ölçütünü esas alacak olursak sivil toplumun gelişkin olmadığı bu ülkelerde kesintisiz devrim teorisi 1870'lerde de geçerliliğini korur. (Gerçekte 1870'lerde sosyalizm için nesnel koşullar mevcut olmadığı için geçersizdir, ama Gramsci'nin eleştirisi bu yönü hiç içermez.)
      Burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği emperyalist aşamada, demokratik devrimin proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilmesi ve devrimin sürekli kılınarak sosyalist devrime dönüştürülmesi olan "kesintisiz devrim" teorisinin, burjuva demokratik devrimlerin tamamlandığı ülkeler için -bir bütün olarak- geçerliliğini yitirmesi, Gramsci'de bu teorinin bir bütün olarak geçersizliğine dönüşür. Bu öylesine bir yanılgıdır ki, Lenin ve Komintern' in yaptığı değerlendirmeleri, değişik düzeylerde yeniden üretimi olarak görünür. Kullandığı "sivil toplum" temeline dayanan ölçüt, bu noktada, demokratik devrimin tamamlanmasına denk düşerken, doğal olarak tamamlanmamış olması "ilkel ve peltemsi" "sivil toplum"a denk düşmektedir. Ama kendisinin Hegelci "sivil toplum"u, alt yapı ile üst yapı arasında, ya da aile ile devlet arasında bir oluşumdur. Burjuva demokratik devrimin tamamlanmaması belli bir toplumsal örgütlenme oluşturur, ama oluşan sadece "sivil toplum" değildir. Devlet de -üst yapısal konuşursak- belli bir burjuva demokratik nitelik kazanır. Ama emperyalist aşamada, sistemin bütününde sosyalist devrimin nesnel koşullarının mevcudiyeti, aynı zamanda burjuvazinin demokrasiye kesinkes ihanet edecek durumda olması demektir. Emperyalist aşamanın getirdiği değişiklikleri ele almayan (ve hatta görmeyen) Gramsci, hâlâ serbest rekabetçi döneme özgü toplumsal olguların varlığına inanır.
      Diyebiliriz ki, Gramsci, Marksist-Leninist evrim-devrim aşamaları değerlendirmesi konusunda yaptığı hataları, bu kez de kesintisiz devrim sorununda yapar. Bu teoriye, olmadık anlamlar yükleyerek Batı-Avrupa'da (dolayısıyla İtalya için) geçersiz olduğunu kanıtlamaya çabalar. Şüphesiz amacı doğrudur, ama buna ulaşmak için izlediği yol (metodoji), kesintisiz devrim teorisinin bütün olarak mahkum edilmesine yol açtığı için özel olarak önem kazanır. Zaten amaçları yönünden ele alındığında Gramsci' nin Marksist yönü ortaya çıkar, ama araçlar ve yöntemler gündeme geldiğinde anti-Leninisttir.
      Gramsci'nin, yanlış bir yol izleyerek varmak istediği amaca ulaştığında, alternatif konusundaki yöntem yanlışlıkları, onu yanlış bir anlayışa vardırır. Kesintisiz devrimin Batı-Avrupa için, ya da daha tam deyişle burjuva demokratik devrimin tamamlandığı ülkeler için geçersizliğine ulaştığında, karşısına ("yeni" teori olarak) "sivil hegemonya"yı koyarken durumu budur.
      Gramsci'ye göre, Batı-Avrupa'da burjuvazi "sivil toplum"u ele geçirmiş durumdadır, yani sivil toplumda hegemonya sahibidir. Politik iktidarın (devlet) arkasındaki asıl güç, "top siperleri" olan bu "sivil toplum", o toplumdaki tüm insanları, özellikle de "alttakileri" içerdiğinden, bu "toplumsal grupların" (sınıfların) devrime yöneltilmeleri için en önemli engel, buradaki burjuva hegemonyasıdır. Böylece temel hedef ortaya çıkar: Erkliği feth etmek isteyen her sınıf bu hegemonyayı kırmak ve yerine kendi hegemonyasını koymak zorundadır. ("Sivil toplum"un fethi ya da "hegemonya için mücadele") Gramsci'nin erkliğin fethinin önkoşulu olarak koyduğu bu temel hedef, onun kesintisiz devrim teorisine karşı "alternatifini" oluşturur. Şüphesiz, daha önce gördüğümüz gibi, kullanılan ölçüt "sivil toplumun gelişkinliği" düzeyidir, ve bu ölçüt, "alternatif"ini de işe yaramaz hale getirir. Böylece, iktidarın fethi için büyük mücadelelere girişmiş olan Avrupa proletaryasının yenilgisiyle oluşan "istikrarlı toplum"u, "sivil toplumda burjuvazinin hegemonyası"nın ifadesi olarak düşünerek, daha önceleri, yani büyük mücadelelere girişilmeden önce, proletaryanın elindeki mevzileri ("kazanılmış mevziler") savunmak ya da "yitirilmiş mevzileri" -yenilginin bedeli olarak ortaya çıkar- ele geçirmek için bir teori geliştirmiştir.
      Gramsci, 1919-21 yılları arasında Avrupa proletaryasının ayaklanmalarının bastırılması ve yenilgisinin belli mevzileri yitirilmesine yol açtığını düşünerek, elde olanı ("kazanılmış mevziler") korumayı birincil görev olarak öne sürer. Bunlarda, "büyük kitle partileri", "büyük ekonomik sendikalar", "basın" olarak "sivil toplum" kurumlarıdır. Burjuvazinin 1920'lerde Avrupa'da, faşizm ya da başka yollarla ("sosyal-faşizm"), proletaryanın bu "mevzileri"ni yok etmeyi amaçladığından (sosyal-demokrat partilerin hükümet olmasının amacı böyle konulduğu için "sosyal-faşizm" ortaya çıkmaktadır) diye düşünür Gramsci ve bu saptamasından bir çeşit paniğe kapılır. Yenilgi sonralarına özgü bu panik tutumu ile herşeyi birbirine karıştırır. Bütün bunları özenle kurduğu "metodojik" ayrımıyla gerçekleştirir. Özellikle "organik hareket-konjonktürel hareket" ayrımı tümüyle muğlaklaşır. Organik hareketlere yüklediği "nispeten kalıcılık" özelliği ile görece uzun herşey "organik"liğe sokulabilinir hale gelirken, "konjonktürel" hareketlere verdiği "geçici, dolaysız ve neredeyse raslantısal" özellikle de, ayaklanma, milli kriz, devrim durumu gibi konuları konjonktür dalgalanmalar olarak görmeye ve bunları taktik sorun olarak ele almaya yönelir. Bütün bunlar da, Gramsci'nin tezlerinin ve bunların oluşumunda kullandığı ölçütlerin keyfi, isteğe bağlı olarak kullanılmasına zemin teşkil etmektedir. (Eğer bugün çeşitli "sol" çevrelerde oportünist amaçlarla Gramsci'nin tezleri, ölçütleri ve kavramları kullanılabiliniyorsa, nedeni budur.)
      Diyebiliriz ki, Gramsci, Marks-Engels'in 1848 devrimlerinin yenilgisiyle yanıldıklarını anlayıp -ama nesnel koşulların yetersizliği nedeniyle- terk ettikleri kesintisiz devrim teorisini, 1917-21 döneminden sonra kullanılmasını da, Avrupa proletaryasının yenilgisine dayanarak reddeder. Ve bir yenilgiler dönemi teorisyenliğine böylece ulaşır.
      Ama gerçekte olanlar ise Gramsci'nin hiç değinmediği şeylerdir. 1920'lerdeki -ve bugün için de- sorun, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ve burjuva demokraik devrimin tamamlandığı ülkelerde, "kesintisiz devrim" teorisinin bir bütün olarak geçersizliği değildir. Sorun, bu ülkeler için, evrim ve devrim aşamalarının birbirinden kesin çizgilerle ayrılması ve bu evrelerdeki mücadele hedeflerinin, biçimlerinin ve araçlarının farklılığını bilme sorunudur. Komintern'in "ikili perspektifi" de özsel olarak evrim ve devrim aşamalarındaki mücadelelere ilişkindir. Şüphesiz, Lenin'in açıkça ortaya koyduğu gibi, her devrim durumu devrime yol açmaz. Zaman zaman, 1920'lerde olduğu gibi, öznel koşulların yetersizliği nedeniyle yenilgiler ortaya çıkabilir. Doğal olarak bu yenilgiler ile 1848 devrimlerindeki nesnel koşulların yetersizliğinin yol açtığı yenilgiler farklıdır. Ve yine emperyalist aşamada, ulusal düzeyde nesnel koşulların (milli kriz) yetersizliğinden kaynaklanan yenilgiler de farklıdır. (Ayaklanma anının doğru değerlendirilmemesi gibi, ya da yeterince milli kriz derinleşmeden silahlı ayaklanmaya kalkışılması.) Aynı biçimde milli krizin olgunlaştığı koşullarda yapılmış hatalarla (pasif tutum gibi örgütsel-yönetsel hatalar) ortaya çıkan yenilgiler de farklıdır (sağ sapma). Gramsci, herşeyi "sivil toplum" ve "hegemonya" açısından ele aldığı için, bunları bir yana bırakmıştır ve sonuçta da yenilgilerin ayrı ayrı irdelenmesi yerine, hepsini tekleştirip, nedenini de, "Batı"da sivil toplumun "gürbüz yapısına" ve burjuvazinin hegemonyasına (gücüne) bağlamıştır.
      Gramsci'nin bu yanlış anlayışı karşısında denilebilir ki, onun yenilgileri yanlış değerlendirmesine rağmen, sonuçları yönünden, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ve burjuva demokratik devrimin tamamlandığı ülkelerde (Batı-Avrupa'da) evrim dönemi çalışma tarzında, güçlerin "büyük kitle partisi"nde, "büyük ekonomik sendikalar"da ve "basın" alanında yoğunlaştırılması yanlış mıdır? Evrim aşaması çalışma tarzı içinde, "oportünizme karşı amansız mücadele vermek, dışarda ise, proletaryanın sendikal hareketinden halk kitlelerinin ekonomik ve demokratik mücadelesine kadar kitlelerin günlük mücadelesini örgütlemekten, mevcut gerici yönetime karşı demokratik muhalefetin en solunda yer alarak siyasi muhalefeti yönlendirmeye kadar her çeşit eylem biçimini (silahsız)" kapsamıyor mu? Eğer proletaryanın partisi kurulmamışsa, ana görev, bu öncü müfrezeyi oluşturmak ve ona paralel diğer mücadeleye girişmek değil midir?
      Evet, evrim aşamasının çalışma tarzı bu şekilde ifade edilebilir ve bunlar da, son tahlilde, "parti", "sendikalar" ve "siyasi gazete" konularını içerir. Bu boyutu ile Gramsci, yanlış bir temelden ve yanlış bir yöntemle ("sivil toplum"un gelişkinlik düzeyini ölçüt alma yoluyla) doğru bir sonuca varmış gibi görünür. Ama böyle bir durum karşısında Gramsci'den kullanılabilecek birşey de kalmaz. Söyledikleri de -yukardaki bağlamda- Lenin ve Stalin tarafından söylenmiştir de. Ama Gramsci'nin yanlışlarının böylesine "masumane" sonuçlar doğurmadığı da açıktır ve pratikte görülmüştür.
      Gramsci'nin anlayamadığı, 1919-23 yıllarındaki başarısızlıklar ve yenilgilerden sonra "belli mevziler"i elde tutmak diye bir sorun varsa, bu da Troçki'nin "sürekli devrim" teorisi karşısnda ortaya çıkmıştır: İlk sosyalist ülkenin (Sovyetler) korunması, yani tek ülkede sosyalizmin zaferini korumak. Bu bağlamda Komintern içinde de "mevzi" koruma anlayışı mevcuttur. Oysa Batı-Avrupa ülkelerinde, özellikle de Almanya ve İtalya'da "belli mevzileri korumak" diye özel bir sorun mevcut değildir. Çünkü bu ülkelerde, burjuvazinin bir kesimi (finans-kapital) proletaryayı yenilgiye uğratarak, onu uzun süre hareketsiz tutmayı amaçlarken, burjuva demokrasisini bir bütün olarak ortadan kaldırmak durumundaydı. Faşizm, bir devlet biçimi olarak demokratik devlet ile yer değiştirmektedir ve değiştirmiştir. Bu durumda sorun, şu ya da bu "mevzi'"nin korunması değil, bir bütün olarak demokratik hakların ve özgürlüklerin korunmasıdır. Yoksa proletarya partisi, "sendikal hakları" tek başına korumak durumunda olmadığı gibi, kendisinin varlığını, yani "örgütlenme hakkı"nı, kendisi için koruyamaz (legal partiler için konulmuştur). Bu Gramsci'de öylesine bir anlayıştır ki, tüm demokratik hak ve özgürlükler yok edilirken, proletaryanın -üstelik yenilmiş bir durumdadır- kendine ilişkin demokratik hak ve özgürlükleri koruyabileceği şeklinde bir anlayışla genelleşir. Faşizmin belli demokratik hak ve özgürlükleri yok etmeye yönelik her adımında, bunun burjuvazinin "sağ"ı ile "sol"u arasındaki bir mücadele olarak değerlendirme durumunda kalmıştır Gramsci. 1924'de Matteotti'nin faşistlerce öldürülmesinden sonra "burjuva liberalleri"nin ve "sosyalist parti"nin başlattığı parlamento boykotu ve alternatif parlamento kurma çalışmasını, PCI' nin (önderliğini Gramsci yapmaktadır) ilk anda desteklemesi, ama kısa bir süre sonra "burjuva liberalizminin kuyruğuna takılma" gerekçesiyle reddetmesi ve parlamentoya -faşist parti vardır sadece- geri dönme olgusu bunun bir ifadesidir. Yani "belli mevziyi korumak" gündemdedir, ama bu faşistler için hiçbir anlam taşımamaktadır! İşte Gramsci'nin anlayışının mantıki sonuçları budur. [*2] Sözün özü, "iyiniyetli" bir yorumla Gramsci'nin teorisini, onun kurduğu mantığın, sunduğu yöntemin ve çerçevenin dışına çıkarmak öylesine kolay değildir.
      Özetle diyebiliriz ki, Gramsci, İtalya somutundaki ve Avrupa genelindeki gelişmelerde proletaryanın yenilgisini öne çıkarır. Bu durum, mevcut tüm Marksist teorik tezleri yeniden sorgulamayı gündeme getirirken, onların geçersizliğini ilan etmeye kadar da gider. Onun yenilgiler karşısındaki durumunu onu büyük ölçüde olumlayan bir yazarın ağzından dinleyelim:       İşte bu şaşkınlık onu, yanlış değerlendirmelere ve vargılara ulaştırmıştır.
      İşte Gramsci'nin teorisinin özündeki bu nitelik, 80'ler Türkiye'sinde, doğrudan ya da dolaylı olarak Gramsci'nin "piyasa"ya neden sürüldüğünü açıklar. Ülkemizde kesintisiz devrim teorisinin geçerliliği ve benimsenmişliği, hatta bunu kendi teorik görüşlerinin açıklandığı metinlere ad olarak almış THKP-C'nin gücü göz önüne alınırsa, "Gramsciciliğin" ya da "sivil toplumculuğun" ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği iyice anlaşılır.
      Bir yenilgi döneminin teorisyeni olan Gramsci, "Giriş" kısmında belirttiğimiz gibi, ülkemiz solunda, her çeşit oportünist ve pasifist tarafından "büyük bir sevinç" ile karşılanmıştır. Temelde Gramscici ve "sivil toplumcu" yaklaşımlara karşı olduğunu ilan eden pasifistler bile, uzun süre Gramsci'nin yazılarının ve anlayışlarının yaygınlaşmasına göz yumarken, Gramsci'nin yukarda belirttiğimiz niteliğini çok iyi biliyorlardı. Onların, bugün, silahlı mücadeleye ve halkın devrimci öncülerinin savaşına karşı söylediklerine (sözde "eleştirilerine") bir göz atmak yeterince bilgi verecektir.
      Ama Gramsci'nin ülkesinden kaynaklanan bir söz vardır: "Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerekir". Gramsci, bir yenilgi döneminin şokunu yaşamış ve tahlillerinde yanılmış olmakla birlikte bir Marksist ve Komintern'e bağlıdır. Onun pasifistlere hoş gelen tezleri, onun hiç düşünmediği biçimlerde ve amaçlarla kullanılabilir, ama hiçbir şey onun bir parti üyesi, örgüt adamı ve bunun sorumluluğunu taşıyan bir Marksist olduğu gerçeğini değiştirmez. İşte bu sorumluluk bilinci içinde Gramsci, faşizmin baskısının olağanüstü yoğunlaştığı dönemde bile ülkesinden ayrılmamış, yaşamı pahasına, hapishaneye düşmeyi göze alarak partisinin başında kalmasını bilmiştir. Onun neden ülkesini terk etmediğini anlatan sözlerini, yazımızın son sözü olarak alırken, yanılgı içinde olan bir Marksist ile revizyonist ve oportünistlerin farkını onun bu sözleriyle açıkça ortaya çıktığını söylüyoruz:



YAŞASIN ÖNCÜ SAVAŞI TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ-CEPHESİ
YAŞASIN HALK SAVAŞIHALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ
KURTULUŞA KADAR SAVAŞTHKP-C/HDÖ