"FABRİKA KONSEYLERİ"
VE BORDİGA-TASCA-GRAMSCİ
Gerek İtalyan komünist hareketi bütününde, gerekse PCI içinde yıllar boyu süren üç ayrı çizgi yani, Bordiga, Tasca ve Gramsci çizgileri ilk kez Fabrika Konseyleri konusundaki tartışmalarda görünür olmuştur.
Ordine Nuovo'nun "Fabrika Konseyleri" tezi 1920 ortalarına kadar tüm grubun ve dolayısıyla Tasca ve Gramsci'nin paylaştıkları bir tezdir. Buna ilk eleştiri "Il Soviet"den Bordiga'dan gelmiştir. Bordiga, bu görüşleri "gradualizm", yani sosyalizme tedrici geçişi savunan -ve çokluk II. Enternasyonal partilerinin ürünü olanbir çizgi olarak eleştirmektedir:
Bordiga, daha sonra Ordine Nuovo'nun "Konseyler"i ile Rusya'daki Sovyetler olarak konseylerin aynı şey olmadığını söyleyerek eleştirisini sürdürür:
"Bu, reformizm ya da sendikalizm olarak belirtilebilinecek bir görüştür. Bu görüş, kapitalizmin devletin denetimiyle politik gücü elinde tutarken, ekonomik ilişkiler temelinde proletaryanın kurtulabileceği yanlış görüşünü ifade eder." (Bordiga) [93] (abç)
Bordiga'nın bu eleştirileri, özellikle de burjuva toplumunda, ister Sovyetler biçiminde olsun, ister Gramsci'nin tanımladığı anlamda ekonomik konseyler olsun, işlevsiz kalacağı eleştirisi, İtalya'da kısa bir süre sonra tanıtlanmaya başlamıştır. Özellikle Mart 1920'de Turin'de madeni eşya işkolunda işverenlerin ilan ettiği bir lokavt, "fabrika konseyleri" için ilk tehlike sinyali olmuştur. İşverenler (burjuvazi) bu lokavtla fabrikalardaki ikili yönetimi sona erdirmek istiyorlardı. Nisan 1920'de işçiler lokavta karşı genel greve gittiler. 11 gün süren genel grev, şehirlerde özel silahlı birliklerin yoğunlaştırılmasıyla yenildi. Yer yer işçiler silahlı direnişe geçtilerse de, Gramsci'nin sözleriyle söylersek, "stratejik noktalarda toplar ve makineli tüfeklerle donatılmış bir polis ordusu" karşısında birşey yapamamışlardır.
"Proleter temsil sistemi, ilk kez Rusya'da ortaya çıktığı haliyle ikili karaktere sahiptir: Politik ve ekonomik. Onun politik rolü, tümüyle yok olana kadar burjuvaziyle mücadele etmektir. Ekonomik rolü ise, komünist üretimin yeni tüm mekanizmasını yaratmaktır. Devrimin yayılması ve asalak sınıfların tedrici olarak tasfiyesi gibi politik işlevler, buna uygun düşen ekonomik karşılıklarına göre çok az öneme sahiptir, ama burjuva iktidarına karşı mücadele sorunu olduğu zaman politik faaliyet birincil olmak zorundadır.
Proletaryanın kurtuluş mücadelesinin ve herşeyden önce politik iktidarın proletarya tarafından fethinin gerçek aracı komünist sınıf partisidir. Burjuva rejimi altında Komünist Partisi -devrimin makinesi- çalışan organlara gereksinmesi vardır. Bu organlar işçi konseyleridir. Bunları, partinin rolünü söylemeksizin, proletaryanın kurtuluş organları olduğunu söylemek, Bologna Kongresinde (PSI Kongresi) kabul edilmiş program kadar kabul edilemeyecek bir görüştür.
Turin'deki Ordine Nuovo'lu yoldaşlarınki gibi, burjuvazinin yıkılmasından önce bile işçi konseylerini, salt politik mücadelenin değil, ama komünist sistemdeki teknik-ekonomik eğitimin organı olarak savunmak sosyalist gradualizme bir geri dönüş olarak görülebilir." [94] (abç)
"Fabrika konseyleri, her yönüyle, ayrı bir şebeke içinde kendi rolünü, yani üretim üzerinde işçilerin denetimi rolünü oynar. Bu nedenle her işyeri için bir temsilcinin oluşturduğu fabrika konseyleri, yerel yönetimsel Sovyetteki fabrika temsilciliğini üstlenemez, çünkü Sovyetteki fabrika (işçi) temsilcisi doğrudan ve bağımsız olarak seçilmiştir. Rusya'daki fabrika konseyleri bir başka temsil sisteminin (tabii ki Sovyet politik örgütlenmesine tabi) işçilerin denetimi ve halk ekonomisi sisteminin temel birimidir. Fabrika içinde denetim, sadece merkezi iktidarın proletaryanın eline geçmesinden sonra devrimci ve komünist anlama sahiptir. Fabrika hâlâ burjuva devletince korunurken, fabrika konseyleri hiçbir şeyi denetleyemez. O, iki geleneksel pratiğin sonucu bazı işlevler yerine getirebilir: 1) parlamenter reformizm ve, 2) sendikal direniş." [95] (abç)
"Burjuva rejimi altında fabrika konseyleri (işçilerin ve köylülerin politik-yönetimsel konseylerinden ayrı olarak) politik iktidarın fethi için bir organ olarak kabul edilemez." [96] (abç)
1920 yaz başlarında Gramsci, yöneltilen eleştirilere bir yanıt niteliğinde uzun bir yazıyla "fabrika konseyleri" tezlerini yeniden ortaya koydu. Büyük ölçüde 1919'daki sözlerinin yinelenmesinden başka bir şey değildi. Ama yine de tanımlamalarda daha bir netlik göze çarpmaktadır:
Gramsci, bu yeni açıklamalarıyla, özellikle Bordiga'nın eleştirilerini hedef almakla birlikte, bunları yanıtladığı söylenemez. Üstelik bu kez çok daha karmaşık bir alana doğru konuyu sürüklemektedir. Öyle ki herşeyden önce, biri politik, öteki ekonomik nitelikte iki örgütlenmeyi, yani parti ve sendikayı tek bir bağlamda ele alıp "devrimci" ilan eder. Sonra da burjuva demokrasisinin ve özgürlüğünün ürünü olarak tanımlayıp, bu kez de "demokratik" sıfatını ekler. Böylece bir yanılgı ortaya çıkar: Genel olarak burjuva toplumundaki siyasal partiler ile komünist partilerini aynı nitelikte görmek. Gerçekte mevcut toplumdaki partiler, düzen sınırları içinde, yani "demokrasinin" içersinde faaliyet gösteren yasal kuruluşlardır ve yasal mücadele yöntemlerini kullanarak mevcut hükümetin alternatifi hükümet nüveleri olarak görünürler. Ama proletaryanın partisi, düzeni yıkma amacı ile kurulur ve bu yüzden "yasallığı" ancak geçici nitelikte olabilir. Ve bu yüzden Lenin, partinin illegal çekirdeklerden oluştuğunu söylerken önemli bir noktaya temas etmiş olmaktadır. Gramsci, legal ve illegal mücadeleler konusunda birşey söylemeden ve tek şeyin legalite olduğunu varsayarak, proletarya partisinin "düzenin onaylayıcısı ve geliştiricisi" olduğunu söylemektedir. Gerçeklikte proletaryanın tek örgütü partisi değildir, sendikalar da proletaryanın bir örgütüdür. Ancak bunlar ekonomik nitelikte olup, "burjuva demokrasisi ve özgürlüğü dünyasının" ürünüdür ve onun içinde yer alırlar. Bu yüzden sendikalar demokratik kitle örgütleri olarak tanımlanırlar.
"Proletarya devrimi, devrimci olduğunu açıklayan bir örgütün ya da kendini devrimci olarak tanımlayan bir örgütler sisteminin keyfi (iradi) eylemi değildir ... Proletarya devriminin aktüel (fiili) süreci, politik partiler ve sendikalar gibi, gönüllü ve anlaşmalı niteliğe sahip devrimci örgütlerin gelişmesi ve faaliyeti olarak nitelenemez. Bu örgütler burjuva demokrasisi ve politik özgürlükler dünyasında, bu politik özgürlüklerin onaylanması ve gelişmesi olarak ortaya çıkmışlardır. Bugüne kadar onlar, devrimci süreci yorumlayan ve devrimci sürecin gelişimini öngören (tarihsel olabilirlik sınırları içersinde) bir doktrin oluşturdular ve bunu kendi dışa vurumu olarak ve hükümetin embriyonik aygıtı olarak geniş kitlelerce kabul edildiler. Bu örgütler, devamlı olarak -ve artan oranda- devrimci süreçte tüm işçi sınıfının atılımıyla ortaya çıkan muzaffer kurtuluş eyleminin doğrudan ve sorumlu etmenidir. Ama ne olursa olsunlar, onlar bu süreci doğurmazlar; burjuva devletinin yerine geçemezler; sömürü ve baskı makinesi olarak kaçınılmaz gelişiminde kapitalizmin doğurduğu verimli devrimci güçlerin tümünü kucaklayamaz ve kucaklamazlar." (Gramsci) [97] (abç)
"Devrimci örgütler (politik partiler ve sendikalar), genelde özgürlük ve demokrasinin onaylanması ve gelişmesi olarak ve politik özgürlük ve burjuva demokrasisi dünyası içersinde ve yurttaşın yurttaşla ilişkisinin bugünkü biçiminin olduğu yerde ortaya çıkarlar. Devrimci süreç ise, üretim dünyasında, fabrikalarda, ezen ve ezilen sömüren ve sömürülen ilişkilerinin olduğu yerde, özgürlük ve demokrasinin işçiler için olmadığı yerde yer alır." [98] (abç)
"Burjuvazinin egemen olduğu, burjuva sınıf ve toplumun tarihsel evriminin liberal evresinde devletin temel birimi fabrikada, işçi sınıfını kendi kârları için ezen mülk sahipleriydi. Bu liberal evrede, mülk sahipleri girişimci ve sanayiciydi. Sanayi gücü, bu gücün kaynağı fabrikalarda odaklaşmıştı ve işçiler, mülk sahipliğinin gerekli olduğu düşüncesinden kurtulmuş değildi ... Burjuva sınıfının tarihsel evriminin emperyalist evresinde ise, sanayi gücü fabrikalardan ayrılmıştır ve bir tröst, bir tekel, bir banka ya da devlet bürokrasisi içinde yoğunlaşmıştır. Sanayi gücü daha otokratik, daha acımasız ve daha keyfi olmuştur. Fabrikada işçi sınıfı, mevcut organik sistem içinde mevcut bir 'üretim aracı' olmaktadır." [99] (abç)
Ayrıca Gramsci, devrimci sürecin niteliğinde nesnel koşulların önemini vurgularken determinist bir tutum alır ve volantirizmi (iradi eylem) hemen hemen tüm sürecin dışına iter. Bu genel olarak Marksist bir saptamaya yakındır, ama emperyalist dönemde tarihsel determinizmin ikincil plana düşmesi, yani sistemin bütününde sosyalist devrimin nesnel koşullarının olgun olması Gramsci'nin, bu yıllarda "bilmediği" (!) birşeydir. Daha ilerde göreceğimiz gibi, uzun yıllar bu görüşünü sürdürmüştür. [*2] Devrimci örgütler ile devrimci süreç arasında mutlaka varan bir ayrılık, ansekronizelik gören Gramsci'nin emperyalizmden pek bir şey anlamadığı da görülmektedir. Fabrika temelinde örgütlenmeyi savunmak için, serbest rekabetçi dönem ile tekelci dönem arasındaki farkı koyarken gerçeğe yaklaşan Gramsci, tekel kârının salt proletaryanın artı-değeri olmadığını, tüm halk kitlelerinden elde edilen bir fazlalık olduğunu görmez. Bu da anti-tekel ve genelde anti-emperyalist mücadeleyi hiç tanımamak demektir.
Bordiga'nın eleştirisinde yer alan politik-yönetimsel proletarya örgütlenmesi olarak Sovyetler (konseyler) ile ekonomik-yönetimsel proleter örgütlenmesi olarak konseyler arasındaki farka Gramsci değinmezken, politik-yönetimsel proletarya örgütlenmesi olarak partiyi ele alır ve onun proletarya devleti olamayacağı gerçeğini vurgulayarak kendi tezini "aklar". Son durumuyla doğru olan saptama, yıllar içinde Gramsci'ye özgü bir "politik örgüt" anlayışı doğurmuştur. Yıllar sonra "parti", tüm proletaryayı kapsayan ve kendi içinde bütünsel (integral) anlamda devlet olabilen nitelik olarak tanımlanır. Bu yeni "partisi", proletarya partisi, Sovyetler şeklinde -tabii bu sovyetler Gramsci'nin düşündüğü anlamdadır- oluşur.
Gramsci'nin bu yazısındaki değerlendirmeleri, Ordine Nuovo içinde de eleştiriye uğramıştır. Özellikle sendikalar konsunda getirdikleri, yani bunların burjuva nitelikte olduğu ve bu yüzden proletaryanın kurtuluş mücadelesine katkısı olamayacağı tezi, Tasca tarafından eleştirilir. Gramsci, sendikalara (ve politik partiye) alternatif olarak "fabrika konseyleri"ni önermesi, pratikte sendikalar içinde çalışılmanın reddi demekti. Tasca, sendikaların işlevlerinin işçi sınıfı için önemli olduğunu ve sendikalara komünistlerin katılması gerektiğini savunuyordu, ve bu konuda kendine dayanak olarak Komintern'in sendikalar konusundaki kararlarını alıyordu.
Tasca ile Gramsci arasında başgösteren ayrılık, giderek tüm Ordine Nuovo grubunu kapsayarak genişledi. Togliatti ve Terracini, yeni bir parti (komünist partisi) kurulması yönünde yapılan çağrılar doğrultusunda PSI'deki "maximilistler"e yakınlaşmışlardı. Temmuz 1920'de Ordine Nuovo'dan ve dolayısıya Gramsci'den ayrıldılar. Togliatti ve Terracini, "Seçim Taraftarları Komünist Grubu"nu kurarken; tek başına kalan Gramsci, Turin'de "Komünist Eğitim Grubu"nu kurar. Bu grupla Gramsci, Turin fabrikalarında işçi eğitimine yönelir. İşte tam bu sırada fabrika işgalleri başlamıştır.
Eylül 1920'de işverenlerin lokavt tehdidi karşısında, işçiler fabrikaları işgal ettiler. İşgal hızla ülkenin her yanına yayıldı. Pek çok fabrikada işgal sırasında işçiler üretimi sürdürüyorlardı. [*3] Üstelik işçiler, devletin müdahale edeceğini hesaba katarak fabrikaları silahlandırdılar. Savaş sonrası dönemin en büyük hareketi olarak bu işgaller, aynı zamanda ülkede önemli bir bunalımın başlamasına yol açmıştır. Bu durumda, hükümet, PSI ve CGL (Genel İşçi Sendikası), birlikte bir uzlaşma yolu aramaya başlamışlardır. İlk anda işçilerin hükümetin önerilerini reddetmeleri silahlı çatışmaların başlamasına neden olmak üzereyken, PSI uzlaşmadan yana ağırlığını koydu. Bordiga grubu (en etkin ve güçlü komünist grup olarak) her türlü uzlaşmaya karşı tavır aldılar. Herşeye karşın fabrika işgalleri Eylül sonunda, devletin asker ve polis gücüyle müdahalesiyle, zorla bastırıldı. Bu olaylar, aynı zamanda "fabrika konseylerin"nin sonu oldu. Bu dönemde Gramsci tümüyle güçsüz ve etkisiz durumdaydı. Sonuçta, bu olaylar, özel olarak Gramsci' nin "fabrika konseyleri"ne yöneltilen eleştiriyi kabul etmesine, ve genel olarak da kapitalistlerin faşist milis örgütlenmeleri finanse etmelerine yol açtı.
Gramsci'nin "fabrika konseyleri" konusundaki tezlerine karşı yöneltilmiş eleştirileri kabul etmesinde Komintern'in aldığı kararların rolünü de yadsımamak gerekir. Belki de İtalyan pratiğinden çok, Komintern kararları bunda etkili olmuştur denilebilir. 5 Ağustos 1920'de Komintern II. Dünya Kongresinde "Sovyetler" üzerine belirlediği ana ilkelerde ifadeler çok nettir:
PCI'NİN KURULUŞU VE ROMA-LYON KONGRELERİ
Ocak 1921 ortalarında PSI'nin ulusal kongresi Livorna'da toplandığında ("Livorna Kongresi"), o güne kadar PSI içinde yer alan "maximilistler" ile bağımsız komünist gruplar 15 Ocak 1921'de bir bildiri yayınladılar. Bildiri, asıl olarak PSI'nin politik çizgisine ve yönetiminin pasifizmine yöneltilmiş eleştirileri içeriyordu. Bu bildiriyi, başta Bordiga olmak üzere, Gramsci, Terracini gibi komünist grupların önde gelenleri imzalamıştı. Livorna Kongresi'nde komünist delegeler 58.000, PSI-Merkezciler 98.000 ve reformistler 15.000 oy gücü ile temsil ediliyordu. Toplantı başladığında komünist grup adına söz alan konuşmacının çağrısıyla komünist delegeler "Enternasyonal"i söyleyerek Kongreyi terk ettiler. Bir başka binada toplanan komünistler PCI'nin kurulduğunu ilan ettiler. PCI'nin I. Kongresi olarak kabul edilen bu toplantıda partinin ilk merkez komitesi seçildi. Bu komitede Bordigo grubundan 6 kişi, Ordine Nuova'dan iki kişi (Gramsci ve Tasca) ve maximilistlerden 7 kişi yer alıyordu. Bordiga, tartışmasız lider konumundaydı.
Gerek 15 Ocak 1921 tarihli bildiride, gerekse PCI'nin ilk açıklamalarında Gramsci'nin savunduğu ve üzerinde önemle durduğu hiçbir konu ("fabrika konseyleri" gibi) yer almamıştır. Bu dönemde Gramsci'nin tümüyle Bordiga'nın görüşlerini kabul ettiğini söylemek pek yanlış olmayacaktır, ancak bu kabul ediş özsel değildir.
PCI'nin kurulduğu dönemde Mussolini'nin önderliğinde faşist parti oldukça önemli gelişmeler sağlamıştı. 1920 yazından itibaren, yani kapitalistlerin işçileri lokavtla tehdit ettiği ve fabrika işgalleri öncesinde faşist milis güçler eylemlerini yoğunlaştırmıştı. Kırsal bölgelerde katolik kuruluşlara ve köylü birliklerine saldırırken, kentlerde PSI milletvekilerine, sol basın kuruluşlarına saldırıyorlardı. Giderek kitlelere yönelen bu faşist saldırılar, yerel düzeyde karşı bir hareket doğurmakta gecikmedi. Faşistlere karşı silahlı mücadeleye girişen bu yerel ve kendiliğinden oluşan örgütlenme "Arditi del Popolo" ("Halkın Cesurları") olarak adlandırılıyordu.
Arditi del Popolo hareketi, tümüyle sosyalist ve komünistlerden oluşuyordu, ama hiçbir biçimde parti örgütleriyle bağlantıları yoktu. Bir bakıma faşist saldırılara karşı, halkın en ileri unsurlarının kendiliğinden tavır alışıydı. Bu hareketin ana gücünü bizzat işçiler teşkil ediyordu. Özellikle fabrika işgalleri sırasında aktif olarak faaliyet göstermiş ve sonrasında işlerinden atılmış işçiler ağırlıktaydı.
İlk günlerde "Artidi del Popolo" hareketi karşısında kayıtsız kalan PSI, bir süre sonra faşist parti ile "uzlaşma paktı" imzalamasıyla birlikte, bu harekete tavır aldı. PSI, bundan böyle parti üyelerinin "Arditi del Popolo"ya katılmalarını yasakladı. PSI'nin bu tavrının altında, hareketin başlangıcında faşist saldırıların kendilerine yönelmesinden duydukları korku yatmaktadır. Bu korku nedeniyle ilk günlerde harekete karşı kayıtsızlık içindeydiler ve daha sonra faşistlerden saldırmama güvencesi almalarıyla birlikte, yani faşistlerin kendilerine saldırma olasılığının "ortadan kalkması" ile karşı tavır almaları söz konusu olmuştur. PSI'nin bu tutmu, sosyalistlerin "Arditi del Popolo"dan ayrılmaları yanında, faşistlerin belli bir meşruiyet kazanmalarını da sağlamıştı.
PCI ise, uzun bir süre bu harekete karşı tavır belirlemekten uzak durmuştur. Bordiga yönetiminde PCI, zaten bir parti çizgisi olarak, sadece komünist partisi üyelerinden oluşacak ve partinin denetimi altında bir silahlı savunma birlikleri kurmak istiyordu. Bu nedenle "Arditi del Popolo"ya karşı özgün bir tavır geliştirdi. Gramsci'nin, "Biz Arditi del Popoloya karşı mıyız? Kesinlikle hayır! Biz, Arditi'yi, proletaryayı silahlandırmayı, burjuvaziyi yenecek güçte silahlı bir güç yaratmayı istiyoruz." [101] sözleri bu tavrı ifade etmektedir. Ancak aynı dönemde Komintern, Alman Komünist Partisi ile birlikte PCI'yi "sol" ólarak şiddetle eleştiriyordu. Lenin'in "Sol" Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı bu eleştirilerin bir ifadesiydi. Komintern'in eleştirileri arasında PCI'nin "Arditi del Popolo"yu destekleme tavrı da yer alıyordu. Bunlar, sonuçta PCI'nin "Arditi del Popolo"ya verdiği desteğin ve bizzat bu hareketin sonu oldu. Ancak bu gelişme PCI ile Komintern arasındaki çelişkinin çözümlenmesine hizmet etmemişti. Giderek artan bir ayrılık gündemdeydi. Bu "sol sapma" eleştirisi, PCI ile birlikte KPD'yi ve Macar komünistlerini de kapsıyordu.
1921 Mart'ında Almanya'da KPD (Almanya Komünist Partisi) orta bölgelerde bir ayaklanma başlattı. ("Mart Eylemi" olarak bilinen ayaklanma) Bu ayaklanma, Bela Kun'un formüle ettiği "saldırı teorisi" ile bağlantılı, bilinçli ve planlı bir ayaklanmaydı. Komintern III. Dünya Kongresi, KPD ve PCI'nin çizgilerini "sol komünizm" olarak mahkum etti. (Haziran 1921) Lenin, Zinovyev, Troçki, Radek ve diğer Komintern yöneticileri, 1921 yılında devrimci temponun alçalmaya başladığını ve komünist partilerin büyük ölçüde kitleleri kazanamadığını tespit ederek, "saldırı" yerine "kitlelere" sloganını önerdiler ve bu öneri Dünya Kongresi'nde kabul edildi. Yine de PCI ile olan anlaşmazlık sona ermedi.
Mart 1922'de PCI'nin II. Kongresi Roma'da toplandı. "Roma Kongresi"nde Bordiga ve Terracini taktikler üzerine bir rapor sundular. [*4] "Roma Tezleri" olarak bilinen bu raporda, "ana tehlike, İtalyan devletinin içinde bulunduğu bunalımın sosyal-demokrat bir hükümetle çözme girişimi" olarak belirtiliyordu. Faşizm ise, "burjuva parlamenter rejimin organik bir gelişme"siydi. [102] Bu tezler, o yıl Komintern IV. Dünya Kongresi'ne sunulmak üzere hazırlanan ve Komintern Genişletilmiş Yürütme Komitesi'nde formüle edilmiş olan "birleşik cephe" ve "işçiler hükümeti" saptamasıyla çelişiyordu. Diğer taraftan Komintern, PCI-PSI birleşmesini savunurken, PCI bunu kabul etmiyordu ve PSI'yi işçi sınıfının bir partisi olarak değil, köylülüğün çıkarlarını savunan bir "köylü partisi" olanak kabul ediyordu. Roma Kongresi'nde, Tasca, hemen her konuda Komintern'in görüşlerini savunuyordu. Yine de Kongre, Bordiga'nın tezlerini kabul etti. "Sağ-kanat" lideri olarak tanımlanan Tasca, Merkez Komitenin dışında bırakıldı. Gramsci ise, Komintern Yürütme Komitesi'ne PCI temsilcisi olarak atandı ve Moskova'ya gönderildi.
1922 sonlarına doğru, başta Lenin olmak üzere, tüm Komintern yöneticilerinin yoğun baskısı sonucu PCI ile PSI'nin birleştirilmesi yönünde karar alındı ve Moskova'da bulunan temsilciler arasında bir birleşme (füzyon) komitesi kuruldu. Bu komitede PCI'den Gramsci, Tasca ve Scoccimarro yer alıyordu. Bordiga, bu komiteyi tanımadığını açıkladı. Zaten komite de birkaç aydan fazla yaşamadı. Bunun nedeni, PCI'nin tutumu değil, PSI'deki gelişmelerdi. Birleşmeye karşı çıkan Nenni'nin PSI yönetimini ele geçirmesiyle komite dağıtıldı.
Aynı günlerde -Ekim 1922- Mussolini "Roma yürüyüşü"ne başlamış ve başbakan olmuştu. Birkaç ayda PCI'nin 5.000 kadar üyesi tutuklandı. Bunlar arasında Bordiga da bulunuyordu. Böylece PCI içinde önemli bir yönetim sorunu ortaya çıktı. 1924'e kadar süren bir yönetim boşluğu, PCI içinde Tasca'nın başını çektiği "sağ" kanat için uygun bir zemin oluşturuyordu. Yine de 1923 boyunca Bordiga'nın etkisi kırılamadı. Gramsci ve daha sonraki -1924 sonrası- Merkez Komite üyeleri, bu yıllarda "sağ kanat tehlikesi"ne, "tasfiyecilik"e karşı Bordiga'yı destekliyorlardı. Yine de gelişen olaylar yavaş yavaş Bordiga'nın yıpranmasına ve etkisinin azalmasına neden oldu.
PCI içindeki iki yıllık yönetim boşluğu, aynı zamanda ilginç olaylara sahne olmuştur. PCI Merkez Komitesi'nde Bordiga'yı destekleyenler Terracini, Repossi, Fortichiari, Scoccimoro ve Grieco'ydu. Bordiga ve Grieco tutuklanmışlardı. Bu durumda partinin illegal örgütlerinin sorumluluğunu Fortichiari üstlenmişti. Fortichiari, bir süre sonra faşist rejime karşı direnişin nasıl örgütleneceğini görüşmak üzere Moskova'ya gitti. Bunun üzerine partinin fiili yöneticisi Terracini oldu. Ama çok kısa bir süre sonra Terracini, Komintern'in isteğiyle Togliatti ve Scoccimorro ile birlikte "Geçici Yönetim Komitesi" oluşturdu ve Tasca Merkez Komiteye alındı. 1923 Nisan'ında Terracini Moskova'ya çağrıldı ve Scoccimorro'da Berlin'e gönderildi. Böylece fiili liderlik Togliatti'ye kalıyordu. Bu sırada Gramsci Moskova'da Komintern Yürütme Komitesi üyesi olarak görev yapıyordu.
1923 Haziran'ında Komintern Genişletilmiş Yürütme Komitesi İtalya sorununu gündemine aldı. Sonuçta Komintern, PCI için "karma" bir yönetimin oluşturulmasına karar verdi. Buna göre, eski "çoğunluktan" Fortichiari, Scoccimorro ve Togliatti; "azınlıktan" Tasca ve Vota ile beş kişilik bir Yürütme Komitesi atandı. Bordiga'nın bu atamaya karşı tepkisi oldukça katı oldu, ve 1921 öncesinde PSI'ye karşı takınılan tavrın aynısını uygulamaya karar verdi. Buna göre, "azınlık" tek başına bırakılacak ve tüm eylemlerin sorumlusu haline getirilecekti. Böylece "azınlığın" niteliği açıkça görülecekti. Bu şekilde tavır alan Bordiga, bir çağrı yayınlayarak tavrını uygulamaya sokmaya yöneldi Böyle bir çağrının pratik anlamı, Tasca ve Vota dışındakilerin komiteden ayrılması demekti. Bordiga'nın çağrısına Fortichiari uydu ve komiteden ayrıldı. Scoccimorro ve Togliatti ilk anda ayrılma eğilimi gösterdilerse de, Gramsci'nin yoğun çabası sonucu, Bordiga'nın çağrısını reddettiler. Böylece PCI'nin ilk Merkez Komitesi'nden Bordiga, Fortichiari, Grieco ve Repossi tasfiye edilmiş oluyordu.
Ocak 1924'de faşist mahkeme Bordiga'yı beraat ettirmek zorunda kalınca, Bordiga hapishaneden çıktı, ancak partide hiçbir görev almayacağını açıkladı.
Bu günlerde, hâlâ yurtdışında bulunan Gramsci, IV. Dünya Kongresi'nde (Aralık 1922) Komintern Yürütme Komitesi'ne seçilmiş ve bu görevi yürütüyordu. Ve 1923 sonlarından itibaren PCI yöneticilerine yazdığı mektuplarla Bordiga'sız bir yönetim oluşturulması gerektiğini anlatıyordu.
Gramsci'nin bu mektuplarından 9 Şubat 1924 tarihli olanı, Bordiga'ya bakış açısını ifade etmesi bakımından oldukça ilginçtir. Burada Gramsci şunları yazıyor:
Gramsci, Mart 1924'de PCI için dört hedef önerir mektuplarında:
"Amadeo (Bordiga) ... Enternasyonal'in taktiğinin Rus durumunu yansıttığını, yani geri ve ilkel bir kapitalist uygarlığın bulunduğu bir yerde olduğunu düşünüyor. Ona göre, bu taktik aşırı ölçüde volantirist ve yapaydır, çünkü istemin aşırı bir çabasıyla, tarihsel koşulların belirlemediği bir devrimci faaliyeti Rus kitlelerinden sağlamak mümkündür. Onun düşüncesine göre, Orta ve Batı-Avrupa'nın daha çok gelişmiş ülkeleri için bu taktik yetersiz ve hatta kullanışsızdır. Bu ülkelerde tarihsel mekanizma, Marksizmin öngördüğü şemaya tümüyle uygun olarak çalışır. Buralarda, Rusya'da eksik olan tarihsel determinizm mevcuttur ve bu yüzden temel görev partiyi örgütlemektir.
Bana göre ise, durum tümüyle farklıdır. Birinci olarak, Rus komünistlerinin politik kavrayışı ulusal planda değil, uluslararası planda oluşmuştur. İkinci olarak, Orta ve Batı-Avrupa ülkelerinde kapitalizmin gelişiminin, salt geniş proleter tabakaların oluşumuyla değil, aynı zamanda sendika bürokrasisi ve sosyal-demokratların katkısıyla işçi aristokrasisi yaratılmasıyla belirlenmiştir. Rusya'da kitleleri devrimci bir ayaklanma için sokaklara döken ve yöneten determinizm, Orta ve Batı-Avrupa'da tüm politik üst-yapıyla karmaşıklaşmıştır, kapitalizmin büyük gelişmesiyle yaratılmıştır. Bu kitle eylemini daha yavaş ve daha hesaplı hale sokmaktadır ve bu yüzden devrimci partinin gereksinmesi, Bolşeviklerin Mart-Ekim 1917'de gereksinme duydukları strateji ve taktiklerden çok daha kompleks ve uzun dönemli bir strateji ve taktiklerdir." [103] (abç)
1) "İşçi ve Köylü Hükümeti" sloganı etrafında yoğun propaganda;
/table>2) İşçi aristokrasisine karşı, yeni reformizme karşı, Kuzey İtalya'nın işçileriyle birlikte Güney İtalya'nın köylü kitleleri arasında bir ittifak oluşturmayı amaçlayan bir mücadele yürütmek, Güney'de özel komiteler oluşturmak ve buralarda silahlı bir ayaklanma için örgütlenmeye çalışmak;
3) Parti içinde yoğun bir politik eğitim programını yürütmek ve yönetim organını genişletmek;
4) Yurtdışındaki göçmen İtalyan işçileri arasında komünist çalışmayı yoğunlaştırmak.
Bu önerilen dört ana konu, özel olarak 1919-20 arasında Ordine Nuovo'da savunulan görüşlerle büyük ölçüde çakışmaktadır. Nitekim ele alınıp tartışılan diğer konular da, büyük ölçüde Gramsci'nin damgasını taşımaktadır. Örneğin Güney'de "federal" bir çözüm olasılığının olduğu, gelecekteki fabrika konseylerinin çekirdeğinin oluşması için gerekli hazırlıkların yapılması gibi.
Sonuçta, Mayıs 1924'de Como'da bir Parti Konferansı toplanmasına karar verildi. Bu Konferans, üçlü PCI yönetimini uyumlu bir bütün haline getirmeyi amaçlıyordu. Como'da, "sol", Bordiga, Grieco, Fortichiari ve Repossi'den oluşuyordu. "Sağ", Tasca, Vota ve Berti ile temsil edilirken, "merkez", Gennari, Leonetti, Ravera, Scoccimorro ve Togliatti'den oluşuyordu. (Gramsci, Komintern Yürütme Komitesi'nde bulunduğu için Como Konferansı'na katılmamıştır.)
Konferans'ta, "sağ", PCI'nin Livorna'dan sonraki tüm tutumunun yanlış olduğunu ve yeni "merkez"in de bunda sorumluluğunun bulunduğunu ileri sürüyordu. "Merkez"in görüşlerini ise Togliatti hazırlamıştı. Buna göre, Bordiga yönetimi, parti içinde "azınlığa" (menşevikler) karşı mücadelede haklıydı, ama Komintern IV. Dünya Kongresi'nin kararlarına karşı çıkmakla yanlış yola sapmıştı. Ayrıca "Roma Tezleri" reddedilerek, sosyal-demokrasi, "faşizmin sol kanadı" olarak tanımlanıyordu. "Merkez"in görüşüne göre, "faşizm, kapitalist burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin bir fraksiyonunun silahlı diktatörlüğüdür." Bu da, "sürekli silahlı diktatörlük rejiminin mevcudiyeti, İtalya için bir 'sürekli devrim' dönemi açtığı" demekti. [104]
Como Konferası'nda Togliatti tarafından formüle edilen bu faşizm tahlili, son tahlilde, faşizmin mevcudiyetinin burjuvazinin zora, şiddete, silaha başvurması olarak ele almaktadır. Bu ise, doğal ve kaçınılmaz olarak silahlı eylemin nesnel koşullarının mevcudiyeti demektir. Bu andan itibaren temel sorun, öznel koşulları bu nesnellik içinde sağlamaktadır. Bir başka deyişle, faşizmin iktidarı altında, devrim için gerekli öznel koşulların nasıl yaratılacağı temel sorundur. (Nitekim Fortichiari'nin Moskova'ya gidişinin asıl nedeni de budur.) Böylece sorun, temel mücadele biçiminin seçimi haline dönüşür.
PCI, bu tahlil sonucunda legal mücadeleden illegal mücadeleye geçmek zorundaydı ve partinin illegal yapısı sağlamlaştırılmalı ve nesnel koşulların dayattığı mücadele biçimlerine (silahlı) uygun olarak biçimlendirilmeliydi. Como Konferansı'nda Togliatti, sorunu bu şekilde ele almasına rağmen, PCI, pratikte hiçbir adım atmamıştır. Gramsci ise, böyle bir yaklaşımı tümden yadsıyarak, kendi özgü çizgisini savunur. Ona göre, bu dönemde belli mevziler tehlikededir (örneğin fabrika konseyleri gibi), ve temel görev bu "mevzileri" elde tutmaktır. (Mevzii savaş yöntemleriyle) Gramsci, daha ilerki yıllarda netleştireceği gibi, faşizmin iktidara gelmesini, bir "organik bunalım" sonucu olarak değil, "konjonktürel" bunalım sonucu olarak değerlendirir.
Como Konferansı'yla PCI yönetimi tamamen "merkez"in eline geçmiş oluyordu. Mayıs 1924'den 1926'ya kadar parti, yine de tam bir homojenliğe ulaşamamıştır.
PCI'nin III. Kongresi, Ocak 1926'da Lyon'da toplandı. Bu Kongre'deki delegelerin % 90'nı "merkez"in görüşlerini benimsiyordu. Ancak Lyon Kongresi'nden önce Gramsci ile Tasca arasında, kökeni 1920'deki Ordine Nuovo tartışmalarında yatan bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştı. Gramsci'nin çizdiği PCI stratejisi, iki özel konuyu içeriyordu. Birincisi, özerk fabrika komitelerini örgütlemekti. Bu görev, Haziran 1924'deki Komintern V. Dünya Kongresi'nin kararı olan Komünist Partilerinin "Bolşevikleştirilmesi" ve "fabrika hücreleri yaratma" görevlerinden ayrı olarak konuluyordu. Bir başka deyişle, 1919-20'deki Ordine Nuova'da Gramsci'nin formüle ettiği fabrika konseyleri yeniden gündeme getiriliyordu. İkincisi ise, faşist yönetimin, kapitalistlerle anlaşarak, fabrikalarda "tek tip sendika" olarak "işçi korporasyonları" kurmaya gitmesi ve bunun tek işçi kuruluşu olarak yasallaştırılmasıyla birlikte CGL'in tasfiye edilmesi durumuna ilişkindi. Gramsci'nin önerisi doğrultusunda PCI, bu koşullar altında CGL'nin bağımsızlığının savunulması gerektiğini karar altına aldı. Böylece Komintern tarafından da savunulan, sendikaların (burada CGL) komünist partileriyle (PCI) işbirliği yapmaları ve "kızıl sendikalar" yaratılması tezine karşı, PCI sendikaların "bağımsızlığını" savunuyordu. İşte Tasca'nın muhalefetinin ikincisi bu konu üzerineydi. Ve tabii sonuç "merkez"in önerdiklerinin kabul edilmesi şeklinde oldu.
PCI'nin Lyon Kongresi, Gramsci'nin partinin Genel Sekreterliğine seçilmesi ve tezlerinin genel olarak kabul edilmesiyle bir döneme son veriyordu.
Lyon Kongresi'nde Gramsci'nin üzerinde durduğu ana konu "Güney Sorunu"ydu. [*5] O güne kadar "İşçi ve Köylü Konseyleri (Sovyetleri) Cumhuriyeti" olarak formüle edilen ve temelinde işçi-köylü ittifakının kurulması yatan genel saptama, Gramsci'nin tüm dikkatini yoğunlaştırdığı konu haline gelmiştir. Ona göre, "İtalya' da bir devrimci durum Kuzey proletaryası güçlü olduğu zaman ortaya çıkar. Eğer Kuzey'in proletaryası zayıfsa, köylüler küçük-burjuvazinin peşine takılacaklardır. Ayrıca Güney İtalya köylüleri, Kuzey İtalya proletaryası için devrimci bir dürtü ve güç unsuru oluşturur. Kuzey işçileri ile Güney köylüleri iki temel devrimci güçtür. Eğer Güney köylülerini örgütlemeyi başarırsak, devrimi yapabiliriz. Belirli bir momentte Kuzey proletaryası ile ittifak içinde olan Güney köylülerinin ayaklanması, burjuvazinin silahlı güçlerini Kuzey'den Güney'e kaydıracaktır. Ve bu Kuzey proletaryası için büyük bir eylem olanağı yaratır. [*6] Bu yüzden bizim genel görevimiz, Kuzey proletaryası ile Güney köylülerini örgütlemek ve bunlar arasında devrimci bir ittifak kurmaktır." [105] (abç)
İşte Gramsci'nin tutuklanmadan önce yoğun olarak üzerinde çalıştığı "Güney Sorunu"nun gerekçesi bunlardır.
İŞÇİ-KÖYLÜ İTTİFAKI VE "GÜNEY SORUNU"
Bilindiği gibi Lenin, işçi-köylü ittifakını iki biçimde ele alır. Birinci olarak, burjuva demokratik devriminin tamamlanmadığı ülkelerde, emperyalist dönemde burjuvazinin devrimci misyonunu yitirmesi yüzünden, bu görevin proletarya tarafından yerine getirilmesi durumundaki işçi-köylü ittifakıdır. Bu durumda, proletarya, kesintisiz devrim esprisi içinde, feodalizme karşı tüm köylülükle birlikte mücadele eder. Bu amaçla oluşturulan işçi-köylü ittifakı, mevcut politik iktidarı ele geçirerek "işçi ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü" kurarlar. Ancak proletarya, devrimi sürekli kılabilmesi için, devrimde kendi hegemonyasını kurmak zorundadır. Bir başka deyişle, devrimin öncü gücü, ideolojik öncüsü proletarya olmalıdır. Aksi halde devrim süreci kesintiye uğrar ve geriye döner. İkinci biçim ise, sosyalist devrime ilişkin işçi-köylü ittifakıdır.
Lenin'in ilk kez 1905 Rus Devrimi sırasında ortaya koyduğu demokratik halk devriminin temel güç birliği işçi-köylü ittifakını, kırsal bölgeleri tahlil ederek şöyle koyar:
"Burjuvazi ile proletarya arasındaki savaş bütün Avrupa'da gündemdedir. Bu savaş çoktan Rusya'ya ulaştı. Çağdaş Rusya'da devrime muhtevasını veren, savaş halindeki bu iki güç değildir, fakat heterojen ve farklı iki toplumsal savaştır. Birinci savaş, bugünkü otokratik düzenin bağrında verilmelidir ve köleliğe dayanır. Öteki, gözlerimiz önünde doğan geleceğin burjuva demokratik düzenin içinde yer alan savaştır. Biri özgürlük için (burjuva toplumunun özgürlüğü için), demokrasi için, yani halkın mutlak egemenliği için bütün halkın verdiği savaştır. Öteki, toplumun sosyalist örgütlenmesi için, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf mücadelesidir. Şu halde karakteriyle, amaçlarıyla ve kavgada kesin tavır takınmaya yetenekli sosyal güçlerin bileşimi bakımından tamamen farklı iki savaşı aynı zamanda yürütmek gibi zor ve ağır bir görev sosyalistlere düşüyor." [106] (abç)
Lenin'e göre, işçi-köylü ittifakı, parti içinde ve parti dışında olmak üzere ikilidir. Parti içinde, şehir ve kır işçi sınıfı ile yarı-proleter ve yoksul köylüler ittifakı söz konusudur. Orta ve zengin köylüler ile ittifak ise (köy burjuvazisi ve köy küçük-burjuvazisi de buna dahildir) parti dışında ve ayrı sınıf tabanları üzerinde olacaktır. Bir başka deyişle, bu ittifak, her iki tarafın partileri arasında olabilir. Yine de proletaryanın hegemonyası esastır. Bu ittifakla oluşturulacak yeni iktidar "işçilerin ve köylülerin demokratik-devrimci diktatörlüğü"dür. Bu evreden sonra devrim, proletarya tarafından sürekli kılınarak sosyalist devrime dönüştürülür. (Proletarya diktatörlüğü)
"Gerçekte, yakın ve uzak amaçlarıyla üç ayrı sosyal sınıf vardır: Büyük toprak sahipleri, varlıklı (zengin) köylüler ve kısmen orta-köylüler, ve nihayet işçi sınıfı. Böyle bir durumda işçi sınıfının görevinin iki yön taşıması zorunludur. Köy burjuvazisi ile her türlü kölelik zihniyetine karşı, tarım feodallerine karşı; kent işçi sınıfı ile birlikte köy burjuvazisine ve burjuva unsurlara karşı ... İşte köy işçi sınıfının ve onun sosyal-demokrat ideologunun izleyeceği siyasi çizgi budur." [107]
Leninist işçi-köylü ittifakı, kesintisiz devrim perspektifi içinde öz olarak böyledir. Bu önbilgilerin ışığında yeniden Gramsci'ye geri dönelim:
Gramsci, İtalya'da devrimin önündeki engeli, yani devrimin hedefi sınıf güçlerini "egemen sınıf bloku" olarak ifade eder. Bu sınıf bloku, Kuzey İtalya'nın sanayici ve bankacıları ile Güney İtalya'nın büyük toprak sahiplerinden oluşur. Bu "egemen sınıf bloku"na karşı yürütülecek mücadele, kaçınılmaz olarak Kuzey'in proletaryası ile Güney'in köylülerinin ittifakı ile olacaktır. Daha önce gördüğümüz gibi, Gramsci, Güney'de meydana gelebilecek bir silahlı ayaklanmanın proletaryaya büyük bir "eylem" olanağını yaratacağını söylemekte, politik iktidarın ilkin kentlerde ele geçirileceğini savunmaktadır. Şüphesiz Güney köylülerinin ayaklanması ile Kuzey'de yoğunlaşmış olan devletin zor güçleri Güney'e yönelecek ve böylece Kuzey kentlerinin proletarya tarafından ele geçirilmesi daha kolay mümkün olacaktır. (Zaten "egemen sınıf bloku"nun silahlı güçleri -ordu- köylülükten oluşmaktadır.) Ama, Güney'de yoğunlaşan "burjuvazinin silahlı güçleri" karşısında köylüler ne yapacaktır? Kuzey'de kentleri ele geçiren proletaryanın Güney köylülerinin yardımına koşabilecek kadar hızla sonuca gitmesi mümkün olabilecek midir? Bu ve benzeri bir dizi soru, sonuçta, Güneydeki ayaklanmanın, bir ölçüde kendi yazgısına bırakıldığını göstermektedir. Zaten kentlerde iktidarı ele geçiren proletarya, her şeyden önce iktidarını kentlerde sağlamlaştırma gibi bir görevle de yüz yüzedir.
Görüldüğü gibi, Gramsci, daha sorunun başında -çıkış noktasında- yetersiz ve yanıtlanması olanaksız ve de ethik pek çok soru ve sorunla yüzyüzedir. Ne yazık ki, "Güney Sorunu" üzerine çalışırken, bu soruları yanıtlayacak pek az şey söyleyebilmektedir. (İlerki yıllarda bu sorunlardan kurtulmak için "sivil toplum" un gücünü öne çıkartmak zorunda kalmıştır.)
Egemen sınıf blokuna karşı -yukarda gördüğümüz nedenle- temel gücün işçi-köyü ittifakı olacağını söyleyen Gramsci, genel bir devrimci görevi yineler ve bu görevi PCI'nin temel (ve de genel) görevi olarak belirler. Bu noktadan sonra Gramsci, Güneyi incelemeye başlar. Bu irdelemesi onu Güneyde bir başka blokun, "tarımsal blok"un olduğu sonucuna ulaştırır.
Güney'de bu "tarımsal blok"un mevcudiyeti, proletaryanın köylülükle ittifakı önünde engeldir. Proletarya bu bloku parçaladığı, dağıttığı oranda ittifakı kurabilir.
"Güney toplumu ... kişiliksiz ve dağınık büyük köylü yığınları, kırsal küçük ve orta burjuvazi aydınları, büyük toprak sahipleri ve büyük aydınlar gibi üç toplumsal katmandan oluşmuş büyük bir tarımsal bloktur." [108] (abç)
Böylece Gramsci'nin tahlilinde iki önemli nokta ortaya çıkmaktadır.
"Proletarya, Güneydeki tarımsal bloku, yoksul köylüler yığınını kendi partisi arasından, durmadan daha önemli özerk ve bağımsız örgütler içinde örgütleme başarısını gösterdiği ölçüde yıkacaktır; ama o, eğer tarımsal blokun bükülgen ancak çok dayanıklı temeli olan entellektüel bloku dağıtma yeteneğine sahipse, az çok başarı gösterecektir." [109] (abç)
Birincisi, yoksul köylülüğün "özerk ve bağımsız örgütler içinde" örgütlenmesi; ikincisi, "entellektüel blok"tur. Gramsci' nin yoksul köylülüğü "özerk ve bağımsız örgütler" içinde örgütleme düşüncesi, Kuzey proletaryası için önerdiği -Ordine Nuova'da- "fabrika konseyleri"nin eşdeğeridir. (Köylü Konseyleri)
"Entellektüel blok" saptaması ise, belki Gramsci'nin tüm teorik değerlendirmelerinin geleceğini belirleyecek niteliktedir. Bu blok, neredeyse "Güney sorunu"nun odak noktasını oluşturmaktadır. Öte yandan Güney köylülerinin örgütlenmesi sorunu ya da proletarya ile ittifakı, devrimin temel ve birincil sorunu olarak konulduğuna göre, doğal olarak Güneydeki "entellektüel blok" devrim sorununun odak noktası haline gelmektedir. Öyle ki, Güneyde köylü konseylerinin oluşması ya da oluşturulması bile, genel olarak "tarımsal blok"un, özel olarak da bu blokun "temeli" olan "entellektüel blok"un dağıtılmasına bağlıdır. Proletarya ve onun partisi, bu "entellektüel bloku" nasıl dağıtabilir? Gramsci'nin bu soruya verdiği yanıt, proletarya ve partisinin kendisi bir entellektüel güç ve blok olması gereğidir.
Proletaryanın, burjuvazinin entellektüel yönetimini ve kültür tekelini, ancak politik iktidarı ele geçirdikten sonra dağıtabileceğini kabul eden Gramsci, böyle bir durumun pratik yararını da görmemektedir. Öyle ya, eğer Güneydeki "tarımsal blok"un temeli "entellektüel blok", proletaryanın entellektüel gücü ile kırılamazsa, yapılacak şey oturup beklemek olmayacak mıdır? Ama sorun Gramsci tarafından kolayca çözülür: Madem proletarya, kendi entellektüel gücünü -ki bu kendi aydınlarını yetiştirmekle sağlanır- devlet iktidarının fethinden sonra yaratılabilecekse, bu durumda tek seçenek, mevcut aydınları kazanmaktır. Ancak öyle "bir ya da birkaç aydın" değil, bir entellektüel güç oluşturacak boyutta ve sayıda aydın proletarya saflarına kazanılmalıdır. Bu da, mevcut "entellektüel blok"un içinde "organik" bir kopma olması demektir.
"Proletarya bakımından bir ya da birkaç aydının, bilimsel olarak programını ve öğretisini benimsemesi, proletarya içinde erimesi, proletaryanın tamamlayıcı parçası haline gelmesi ve kendini öyle görmesi elbette önemli ve yararlıdır. Ama proletarya, sınıf olarak örgütleyici öğeler bakımından yoksundur, kendi öz aydınlar katmanına sahip değildir, ve bu katmanı kendine ancak çok yavaş, çok güç ve ancak devlet iktidarını eline geçirdikten sonra oluşturabilir." [110] (abç)
Gramsci'nin "Hapishane Defterleri"nde özel bir yere sahip olan ve kimi yazarlarca Gramsci'nin "en önemli saptaması" ve hatta Marksizme "katkısı" olarak ifade ettikleri "aydınlar" konusu böylece ortaya çıkmaktadır. Cezaevine girmeden önce geldiği noktayı daha iyi anlamak için aydınlar konusundaki yaklaşımını "Güney Sorunu" adlı yazısında nasıl koyduğunu görelim:
"... aydın yığını içinde, tarihsel olarak belirginleşmiş, organik nitelikte bir kopmanın gerçekleşmesi, yani yığınsal topluluk olarak, terimin modern anlamında, yani devrimci proletaryaya yönelik bir sol eğilimin oluşması da aynı derecede önemli ve yararlıdır. Proletarya ile köylü yığınlarının ittifakı bu oluşmayı gerektirir." [111] (abç)
İşte Gramsci'nin hapishaneye girmeden önce ve hapishanede kendine özgü bir terminolojiyle geliştireceği görüşlerinin başlangıç noktası budur. Burada Gramsci, tam olarak netliğe ulaşmış değildir. Sorular soruları takip etmektedir. Basit bir indirgemeci mantıkla sorunun özünün aydınlar olduğuna inanmış bir hali varsa da, proletaryanın mevcut düzen içinde kendi aydınlarını (yetişmiş personel) yaratamayacağını kabul etmektedir. Böyle bir durumun, proletaryanın "ancak devlet iktidarını ele geçirdikten sonra" mümkün olabileceğini kabul eder. Bu boyutu ile II. Enternasyonal oportünizminin kadrolar politikasından (aydınların yetiştirilmesi) ayrılarak, Leninist bir tutum içinde kalır. Ama daha ilerde göreceğimiz gibi, bu onun belki de son Leninist anlayışıdır.
"Her ülkede, aydınlar katmanı kapitalizmin gelişmesiyle kökten dönüştürülmüştür. Eski tip aydın, özsel olarak köylü ve zanaatçı tabanlı bir toplumun örgütleyici öğesiydi; devleti örgütlemek için, ticareti örgütlemek için, egemen sınıf özel bir aydın tipi geliştirdi: teknik kadro, uygulamalı bilim uzmanı. Ekonomik güçlerini, ulusal etkinliğin büyük bir bölümünü soğuracak derecede kapitalist bir yönde gelişmiş bulunan toplumlarda, bütün entellektüel düzen ve disiplin özellikleriyle birlikte, işte bu ikinci tip aydın baskın çıktı. Tersine, tarımın hâlâ önemli ya da büsbütün üstün bir rol oynadığı ülkelerde, devlet personelinin en büyük bölümünü sağlayan, ve hatta, yerel olarak, köyde ve kırsal kasabada, köylü ile genel olarak yönetim arasında aracılık işlevini gören eski tip baskın kalmıştır. Güney İtalya'da bu tip egemendir." [112] (abç)
Şimdi Gramsci'nin bütünsel ve olgunlaşmış haliyle teorik görüşlerini ele alabiliriz.