TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ-CEPHESİ
HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ
(THKP-C/HDÖ)





19   N O'L U   B İ L D İ R İ




      İŞÇİLER!
      KÖYLÜLER!
      İLERİCİ, YURTSEVER VE DEMOKRAT
      TÜM HALKIMIZA!


      Ülkemizde yıllardır süren yoksulluklar, haksızlıklar, yolsuzluklar, siyasi baskılar, işkenceler, kitle katliamları ve birbirini izleyen askeri darbeler süreci son bir yıldır yeni bir döneme girmiş bulunmaktadır. Bu yeni dönemi, sınırlı ve yasaklı bir siyasal yönetimin "sivil" görünüm altında, halka karşı yeni baskılar ve düşmanlıklar dönemi olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Sömürücü sınıfların yüzyıllar boyu süregelen egemenliğinin bu yönetimi, bugün, halk kitlelerinden "fedakârlıklar" istemektedir. "Demokrasi"nin "yavaş yavaş" geliştirileceği demagojisi ile her türlü baskıya, işkenceye, haksızlığa ve katliamlara "sessiz" kalınması istenmektedir. 12 Eylül faşist yönetimine "sivil" görünüm kazandırılması ve bu "sivil" yönetimin her türlü propaganda ve pasifikasyon araçlarını kullanarak, kendisini "tek alternatif" olarak sunmasıyla başlayan süreç "SS Kararnamesi" ile gerçek yüzünü açıkça ortaya koymuştur. Ve son Kuveyt sorunu karşısındaki işbirlikçi politikalarla ABD'nin uşaklığı ve köpekliği yapılırken, ülke içinde emekçi halk üzerindeki baskı ve şiddet doruğa çıkartılmıştır. Ama bu noktada da duramayacağı açıktır. Orta-Doğu'da "barışı korumak" paravanası altında ABD emperyalizminin bölgedeki jandarmalığına soyunan ve "stratejik işbirliği" öneren oligarşik yönetim varabileceği en son noktaya doğru gitmektedir.
      Bizler, THKP-C/HDÖ olarak, bir kez daha bazı gerçekleri ortaya koymak istiyoruz.
      Yıllardır ülkemiz emperyalizmin, özellikle Amerikan emperyalizminin sömürüsü altındadır. Bu emperyalist sömürü, bir avuç yerli işbirlikçinin oluşturduğu oligarşi tarafından sürdürülmektedir. Sizler gün be gün bu sömürünün sonuçlarını yaşadınız ve yaşamaya devam ediyorsunuz. Sadece 12 Eylül askeri darbesinden günümüze kadar geçen süreyi kısaca bir düşününüz.
      Eğer işçiyseniz, sendikal haklarınızın ellerinizden nasıl alındığını anımsayınız. Devrimci örgütlerin faaliyetlerini sürdürdükleri ve mücadele edildiği koşullarda nelerin elde edilebildiğini anımsayınız. İşçi sendikaları kapatılmış ya da faaliyetleri sınırlandırılmıştır. İşçiler ve işçi sendikalarını politikadan uzak tutabilmek için yasa üzerine yasa çıkarılmıştır.
      Kendi çıkarlarını savunan ve kendilerinin yönetiminde sınıf sendikası kurmaları olanaksız hale getirilmiştir. Buna karşı yapılacak girişimlerin ise, devletin zor güçleriyle, yani polisi, ordusuyla bastırılacağı her fırsattan yararlanılarak ilan edilmiştir. İşçilerden istenen tek şey "sessiz kalmaları"dır, baskılar karşısında "kaderlerine" küsüp oturmalarıdır. Yeni bir toplum kurmaya yetenekli devrimci sınıf olarak işçi sınıfının devlet zoruyla toplumsal ve siyasal sorunlardan uzak tutulması, emperyalizmin ve oligarşinin baskı düzenini sürdürebilmesinin en önemli koşuludur.
      İşte bu sömürücü sınıflar ve onların siyasal yöneticileri, geçen yılın Mart ayında Kürt ulusal sorununu bahane ederek çıkarttıkları "SS Kararnamesi" ile işçilerin bir kez daha "vatanperver" olmalarını, her türlü baskı ve zulme "gözlerini kapamalarını" istemişlerdir. Buna dayanarak ve baskıları yoğunlaştırarak, derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal krizin bedelini bir kez daha işçilere ödetmekten kaçınmamışlardır. "SS Kararnamesi" yayınlanır yayınlanmaz, grevlerin "milli güvenlik" gerekçesiyle yasaklanması, ardından Zonguldak maden işçilerinin haklı direnişlerinin, oligarşinin polisi ve ordusu tarafından kurulan barikatlarla kırılması ve pasifize edilmesi ve yüzbinlerce işçinin işinden atılması, son örneklerden bazılarıdır. Bu dönemde "savaşa hayır" diyenler kurşunlanmış, gözaltına alınmış, tutuklanmış, işkenceye maruz bırakılmış ve ülkenin her yerinde oligarşi baskı ve terörünü yoğunlaştırmış, son aylarda onlarca devrimci, demokrat ve yurtsever işkencehanelerde hunharca katledilmiştir.
      İlk bakışta Kürt ulusal sorunu ile işçilerin ücret artışları için mücadeleleri arasında doğrudan bir ilişki yokmuş gibi görünmektedir. Ama oligarşik yönetim bunlar arasındaki ilişkiyi çok iyi bilmektedir. Onların istediği başkalarının sorunlarıyla ilgilenmeyen, kendi halinde insanların bulunduğu "sessiz" bir toplum yaratmaktır. Bunu gerçekleştirebildikleri sürece, birbirlerinden kopmuş, birbirlerinin sorunlarıyla ilgilenmeyen insanları kolayca baskı altına alabileceklerini çok iyi bilmektedirler. Aynı devlet baskısı altında ve aynı toplum içindeki insanların birbirleriyle ilgilenmez hale getirilmeleri "böl ve yönet" politikasının amacıdır da.
      Her türlü ulusal baskı altında, anadillerini bile konuşmalarına, yazmalarına olanak tanınmayan Kürt halkının, verimsiz topraklar üzerinde, feodal baskılar altında, yoksulluk sınırları içersinde yaşamlarını sürdürmek durumundaki Kürt köylülerinin, "SS Kararnamesi" ile topraklarından nasıl kopartılıp sürülmeye çalışıldığı ortadadır. Onların yoksulluğu ve açlığı, aynı zamanda, işçilerin her an isten atılma tehditleriyle birlikte varedilmektedir. Böylece işçilere, bir yandan az bir ücretle yetinmeleri "öğüt"lenirken, diğer yandan Kürt halkına yönelik baskılara kayıtsız kalmaları sağlanmak istenmektedir. Aynı şekilde, toprağından, köyünden, mezrasından sürülmüş Kürt köylülerinin büyük kentlerdeki işsizliği ve sefaleti, çalışan işçilere karşı kullanılmak istenmektedir. Aynı durum ülkenin her yanındaki köylüler için de geçerlidir.
      24 Ocak kararları ile sistemli olarak yoksullaştırılan köylüler, topraklarını terke zorlanmaktadır. İster Batıda olsun, ister Doğuda olsun aynı yoksulluk içinde tutulmaktadırlar. Ellerinden yok pahasına alınan ürünleri, ülke dışında yok pahasına satılarak elde edilen dövizlerle işbirlikçi burjuvazinin daha da zenginleştirilmesi sağlanmaktadır.
      İlericiler, yurtseverler ve demokratlar ise, aynı safsatalarla sessizliğe itilmek istenmektedir. Onlar, "anarşi ve terör" demagojisiyle, ülkemizde hiç bir zaman varolmamış "demokrasi"nin "koruyucuları" olmaya çağrılmaktadırlar.
      Bugüne kadar "anarşi ve terör" demagojisiyle, "silaha silahla karşılık vermek" paravanası altında silahlı devrimci örgütler etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Oysa halka karşı silaha, zora, şiddete başvuranlar bizzat kendileri olmuştur. Onar yıllık aralarla askeri darbeler düzenleyerek işkenceleri ve baskıları yoğunlaştıranlar kendileri olmuştur. Yüzlerce silahsız ve sivil insanı sokak ortasında öldürtenlerin kendileri olduğunu gizlemeye çalışmaktadırlar. Zorunlu askerlik yasasıyla silah altına alınmış gençleri, bir avuç profesyonel subay yönetiminde halka karşı kullandıkları unutulmamıştır.
      Son olarak ise, Saddam rejiminin Kuveyt'i işgal etmesi karşısında başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, çeşitli emperyalist ülkelerin yürüttükleri savaş kampanyasına Türkiye oligarşisi gönüllü olarak katılmıştır. Uluslararası geleneksel ve hukuki ilişkileri pervasızca çiğneyen Saddam rejiminin Kuveyt'i işgalini kullanan Amerikan emperyalizmi Orta-Doğuda eski gücünü yeniden kazanmak peşindedir. Bu amaçla, diğer emperyalist güçlerle birlikte, Irak'ın kentlerine onbinlerce ton bomba yağdırarak onbinlerce sivil insanı vahşice katletmekten çekinmemişlerdir. Türkiye oligarşisi ve onun politik yöneticileri (başta T. Özal ve ANAP hükümeti) ise, emperyalizmin "en güvenilir" işbirlikçisi olduklarını göstermek için harekete geçerek, değişik yöntemlerle çözümlenebilecek bir sorunu kuvvet gösterisine çeviren emperyalizmin tüm isteklerini kabul etmişlerdir. Kendilerine bir miktar para verilmesi için, Türkiye topraklarını ABD'ye peşkeş çekerek, ülkeyi ABD'nin silah deposuna çevirmişlerdir. Para karşılığında Türkiye halkının, gerekirse paylaşmacı ve yayılmacı bir savaşa sokulabileceği gösterilmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını paravan yapan Türkiye oligarşisi ve onun politik yöneticileri, bir kaç milyar dolar için binlerce insanı öldürtmekten çekinmeyeceklerini göstermişler ve emperyalistlerin yayılmacı ve paylaşımcı emellerine hizmet etmek için, yurdumuzun tüm topraklarını bir saldırı üssü haline getirerek Irak'ta gerçekleştirilen kitlesel katliamların sorumluluğuna ortak olmuşlardır.
      Böyle bir toplumda, geleceğe umutla bakabilmenin tek güvencesi silahlı devrimci örgütlerdir. Milyonlarca emekçiyi, çalışanı hiçe sayarak, kendi çıkarları için herşeyi yapmayı göze alan bu işbirlikçiler iyi bilinmelidir.
      Bunlar kimlerdir?
      Onları çok iyi tanıyorsunuz.
      Onlar, hergün televizyona çıkıp şaklabanlık yaparak sizlerin gözüne girmek isteyenlerdir.
      Onlar, işçilerin, köylülerin ve diğer çalışanların daha fazla ekonomik istekte bulunmalarını engellemek için "aile planlaması" seferberliği ilan edenlerdir.
      Onlar, bir avuç generalin uşaklığında her türlü demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesini sağlayabileceklerini sananlardır.
      Onlar, hukukun üstünlüğünü, demokratik hakları sadece kendileri için kabul eden, gerektiğinde kendi parlamentolarını kapatan, gerektiğinde onu işlemez hale getiren iki yüzlülerdir.
      Onlar, daha dün MESS içinde kendilerine uşaklık eden Özal'ı piyasaya sürenlerdir.
      Onlar, halkı yanıltmak için bir dizi parti kurdurtanlar ve onları paralarıyla besleyenlerdir.
      Onlar, TÜSİAD, MESS, TİSK gibi kuruluşlarla kendilerini gizlemeye çalışanlardır.
      Onlar, kendilerine uşaklık edenler aracılığıyla ülkemizin zenginliklerini babalarının malıymışcasına yabancılara satanlardır.
      Onlar, Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşıları, Berkerler, Garihler, Kamhiler, Enka, Profilo, Tekfen gibi holdinglerdir.
      Onların arkasında Amerikan dolarları, Japon yenleri, Alman markları, İngiliz sterlinleri, Fransız frankları vardır. Eğer bunlar yeterli olmazsa, NATO'suyla, IMF'siyle, Dünya Bankası'yla hazır ve nazırdırlar.
      İşte ülkemizdeki tüm baskıların, yoksullukların, zulmün, haksızlıkların, eşitsizliklerin asıl sorumlusu bunlardır. Bunların görünüşte silahları yoktur. Ama beş yıldızlı generalleriyle herşeyi yapabileceklerini sanmaktadırlar. Türkiye halkını bölenler de, Kürt halkı üzerindeki baskıyı sürdürenler de onlardır.
      Batıda Kürt gençlerini ordu üniformasıyla halka karşı kullanan, doğuda Türk gençlerini aynı şekilde halka karşı kullananlar da onlardır. Onlar, parayla satın alınmış uşaklarıyla, silahlarıyla, askerleriyle, polisiyle vardırlar. Onların en büyük korkusu, silahlanmış ve örgütlenmiş halktır. Bunu engellemek için her yola başvurmaktadırlar.
      Egemen sınıflar, bugün, "sivil" görünüm altında baskılarını meşrulaştırmak istemektedirler. Böyle bir meşruiyete "provokasyon" teorileriyle zemin hazırlamak asla kabul edilemez. Hele ki "SS Kararnamesi" ile, ülke çapında ve Kürt halkı üzerinde gerçekleştirilen baskı ve katliamlara "yasal" görünüm verilmek istendiği bir dönemde, suskunluk, bunlarla suç ortaklığı yapmakla eşdeğerdir. Ve böyle bir dönemde, suskun kalanların devlet zoru kendilerine yöneldiğinde yapacakları hiçbir şeyleri kalmayacaktır.
      Bizler, gerçek bir demokrasinin kurulmasının koşullarının, oligarşinin silahlı güçlerinin dağıtılması, işkence ve katliamların sorumlularının, savaş kışkırtıcılarının cezalandırılması ve her türlü anti-demokratik yasa ve kurumların tasfiye edilmesinden geçtiğini söylüyoruz. Bunun tek yolu halkın silahlı örgütlenmesine dayanan bir mücadeleyle gerçekleştirilecek demokratik halk devrimidir.
      Bizler, THKP-C/HDÖ olarak, emperyalizmden bağımsız ve gerçek bir demokrasinin kurulmasına kadar silahlı mücadeleyi sürdüreceğimizi açıkça ilan ediyoruz. Bağımsız, demokratik ve ulusal eşitliğe dayalı bir ülke yaratma mücadelesinde, elimizdeki tüm olanakları sonuna kadar kullanacağımız bilinmelidir. Bağımsız, demokratik ve ulusal eşitliğe dayalı bir ülke yaratma yönündeki mücadelede yasal ya da yasa-dışı, silahlı ya da silahsız her türlü mücadelenin gerekliliğini vurgulayarak, bu mücadeleye katılan her kesimin isteklerine gerekli duyarlılığı göstereceğimizi söylüyoruz.
      Ancak hiç kimse bizlerden "sivil" görünüm altında da olsa, baskıların yoğunlaştırılması karşısında sessiz kalmamızı istememelidir ve beklememelidir. Bizler, THKP-C/HDÖ olarak, egemen sınıfların yıllardır sürdürdükleri zoruna, şiddetine ve silahına silahla karşı konulmasının şart olduğunu söylüyor ve bu amaçla savaşıyoruz. Onların her türlü demagojisine, gözdağına ve yaygarasına bakılmaksızın, baskılara karşı çıkmak, direnmek, mücadele etmek ve savaşmak, her ilerici, devrimci, yurtsever ve demokrat yurttaşın hakkı ve görevidir.
      Bu hak sıradan bir yasal olanağın kullanılması gerekçesiyle, ya da birkaç yasal yayın çıkartmak pahasına bir yana bırakılamaz. Tüm toplumun geleceği tehlikedeyken, tek tek kişilerin geleceklerinden söz etmek anlamsızdır.
      Kamuoyunda "Acilciler" olarak bilinen örgütümüz, bu amaçla savaşını kurtuluşa kadar sürdürecektir. (Son yıllarda kendilerini "Acilciler" olarak tanıtan bazı unsurlar ortaya çıkmıştır. Bunların örgütümüzle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. 1975 yılından beri fiilen savaş içinde bulunan örgütümüzün adını taşımayan hiçbir açıklama, bildiri, yayın ve faaliyetin bizlerle ilgisi olmadığını bir kez daha belirtelim.)
      Bu amaçlarla ve bu hedeflere yönelik olarak Kızıldere'de şehit düşen THKP-C ve THKO savaşçılarının anılarına atfen "30 Mart Kızıldere Harekâtı" düzenlenmiştir. Bu harekâta ilişkin silahlı eylemler ekte açıklanmıştır.
     




YAŞASIN ÖNCÜ SAVAŞITÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ-CEPHESİ
YAŞASIN HALK SAVAŞIHALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ
KURTULUŞA KADAR SAVAŞTHKP-C/HDÖ
3 Nisan 1991


EK:
"30 Mart Kızıldere Harekâtı"



Sayfa başına gidiş