Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
Halkın Devrimci Öncüleri
THKP-C/HDÖ VE 15 YIL


"THKP-C/HDÖ ve 15 Yıl", Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Halkın Devrimc Öncüleri'nin 1972-1987 yılları arasındaki faaliyetlerini, ülkemizin tarihsel koşullarıyla birlikte bir bütün olarak ele alan bir değerlendirme yazısıdır. Yazı, ilk kez 1987 yılında yayınlanmıştır.
Eriş Yayınları-1995 (Birinci Baskı-Eylül 1989)

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
kurcep@gmx.net
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında: THKP-C/HDÖ ve 15 Yıl (1.128 KB)



GİRİŞ

      İşte bu örgüt, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi'dir. Mahir Çayan yoldaşın 1 Mart 1971' de söylediği bu sözlerin üzerinden 16 yıl geçti ve bu yıllar içinde savaş, iniş-çıkışlarıyla, kayıplarıyla, kazanımlarıyla sürdü. 30 Mart 1972 yılında Kızıldere'de THKP-C'nin önder ve yönetici kadrolarının, oligarşinin zor güçlerince imha edilmesinden sonra dağılan örgütsel yapının içinden, onun ideolojik-politik çizgisini sürdürmek amacıyla yeni bir oluşum ortaya çıkıyordu. İşte bu yazı, bu oluşumun ve bir süre sonra THKP-C/HDÖ adını alacak olan örgütün tarihsel gelişimini anlatmaktadır.
      Bu tarihsel gelişim, mümkün olduğu kadar açık, nesnel ve ayrıntılı olarak ortaya konulurken yenilgilerin ve hataların nedenleri üzerine gidilmiş, başarılar üzerinde fazlaca durulmamıştır. Özellikle ideolojik, politik çizginin yetkinleşmesi-derinleşmesi ile bu çizgiden meydana gelen sapmalar ayrıntılı biçimde ele alınırken, amaç hiçbir biçimde hataları, yanılgıları, eksiklikleri haklı göstermek olmamıştır. Örgütsel hatalar ve zaaflar ortaya konulurken, oportünistlerin ve pasifistlerin bunları nasıl tahrif edebileceği ya da kullanacağı gibi, bir kaygı içine girilmemiştir. Onlar, her zaman ve her yerde devrimci mücadeleye zarar vermek için hazır ve nazırdırlar. Onların sinsi emellerine, hiçbir biçimde devrimcilerin gerçeği bulma yönündeki faaliyetlerine engel olmasına izin verilemez.
      Bu yazı, devrimci bir örgütün, silahlı propagandayı temel alan bir savaş örgütünün karşılaştığı zorlukları sergilemektedir. Bu içsel zorluklara ve oligarşinin sayısız darbelerine rağmen varlığını sürdüren bir örgütün, gerektiğinde kendi hatalarına karşı ne kadar acımasız olması gerektiği, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde bu yazıda ortaya konulmuştur. Ancak tüm yazı boyunca Mahir yoldaşın şu sözleri hiç unutulmamalıdır:


BİRİNCİ BÖLÜM
KIZILDERE'DEN BEYLERDERESİ'NE


      Yıl: 1972, Yer: Kızıldere. Günler 30 Mart'ı gösteriyordu. THKP-C'nin yönetici ve önder kadroları, yanlarında THKO'lu iki militanla birlikte savaşarak ölüyorlardı. İşte o gün, ülkenin tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştu. 50 yıllık bir geçmişe sahip olan proleter devrimci hareket, ilk kez gerçekleştirdikleriyle "1965 sonrası" olarak düşünülmeye, işte bu dönüm noktasıyla başlanılmıştır. 50 yıllık geçmişin aşıldığı 1965-72 dönemi, bu kısa 7 yıllık mücadele, herşeye karşın geçmişin zaaflarını da içinde barındırmaktaydı. Ama 1972, bunların giderilmesinin koşullarının nasıl olgunlaştığını da gösteriyordu.
      Artık Türkiye devrimci mücadelesinin politikleşmiş bir askeri savaş olması gerektiği ve olduğu başka hiçbir mücadele biçiminin onsuz bir şeye yaramayacağı kesinleşmişti. Artık oportünistlerin, pasifistlerin aldatmacaları, tahrifatları, o güne dek kullandıkları biçimleriyle kitleleri ve ileri unsurları etkileyememekteydi. Artık düzen içinde, düzenin koyduğu kurallarla, yani tek boyutlu legal mücadeleyle, ekonomik-demokratik kitle örgütleri aracılığıyla devrimci mücadelenin yürütülemeyeceği ve muzaffer olamayacağı açığa çıkmıştı. Artık Marksist-Leninist teoriyi tekellerinde tutarak "herşeyi biz biliriz" diyenlerin anti-proleter niteliği herkesçe biliniyordu.


I.
DAĞINIKLIK ve İLK OLUŞUM DÖNEMİ


      Ama 1972 Nisan ayında, genç ve samimi unsurların tek bir strateji etrafında ve bunun partisinde toplanmaları için nesnel koşullar olgun olmasına rağmen, bunu gerçekleştirecek öncüler, örgütleyiciler mevcut değildi. THKP-C'nin yönetici ve önder kadrolarının yitirilmesi tam bir örgütsüzlük ve dağınıklık ortamına yol açmıştı. Herkes birbirine "ne yapmalı?", "nasıl yapmalı?" sorularını soruyordu. Az da olsa örgüt ve mücadele deneyimine ve teorik birikime sahip kadrolar tümüyle enterne edilmişti. Elde sadece 7 yıllık mücadelenin teorik birikimi vardı. İlk kez ülke somutundan çıkartılan, pratikte sınanan bir devrim teorisi, bir devrim stratejisi mevcuttu. O güne kadar Marksizm-Leninizmin teorik bilgisinden uzak kalmış ve yeni yeni bu teoriyle tanışan genç ve samimi unsurlar için bu teorik birikim yaşamsal değerdeydi. Ve yapılacak ilk iş bu birikime sahip çıkmak, onu anlamak, kavramak ve kavratmaktı. Ama bu nasıl yapılacaktı?
      Özellikle 1971-72 yıllarında yapılanların tarihsel bir değere sahip olduğu bilinmeliydi. Bu ise, eldeki teorik birikimin ve Marksizm-Leninizmin ustalarının tahlillerinin kavranılmasıyla mümkündü. Ama bu değerlendirmenin kitlelerden kopuk ve toplumun en ileri unsurlarının dışında yapılması, entellektüel ve akademik bir çabadan öte bir değeri olmayacağı da açıktı. Öyle ise yapılması gereken, bir yandan teorik birikimin ve deneyimin kavranılması öte yandan kitlelerle ilişkiyi sürdürerek en ileri unsurların örgütlenmesiyle politikleşmiş askeri savaşı sürdürmekti.
      Böyle bir çözümleme, mevcut teorik birikimle yetinilmemesi, yani onun pratiğe geçirilmesi için atılmış önemli bir adım olmakla beraber, pek az pratik değere sahipti. Bir parti yapılanmasının gerçekleştirilmesi ve bu yapının politikleşmiş askeri savaşla birleştirilmesi için gerekli örgütsel pratik deneyim mevcut değildi. Daha tam deyişle, geçmiş deneyimler yeni unsurlar tarafından hiç bilinmiyordu. Ve elde sadece bir tüzük vardı. Bu durumda atılacak pratik adımların en az hatalı ve en çok deneyim kazandırıcı olması gerekliydi. Ama bu da yeterli değildi. Ayrıca atılacak her adım, stratejik çizgiye uygun olmak zorundaydı.
      Geçmişin zaafları, oportünizmin ve revizyonizmin ideolojik etkisinin büyüklüğü, oligarşinin yoğun baskısı ve Kızıldere'nin getirdiği dağınıklık ortamında yapılabilinecekler sınırlıydı. Ama iki yol netleşmişti: Ya 50 yıllık geçmişin oluşturduğu ve 12 Mart'ın güç verdiği pasifist ve revizyonist çalışma tarzı izlenecekti, ya da özsel olarak 1971-72'nin proleter devrimci hareketinin oluşturduğu -ama yetkinleşememiş- çalışma tarzı izlenecekti. Birincinin yerleşmiş özellikleri, ikincinin konjonktürel durumunun önemli sapmalara yol açacağı da görülebiliniyordu.
      Dağınıklığın, örgütsüzlüğün ve heterojenliğin başat unsur olduğu bir ortamda, alışılagelen ve kendiliğindenci çalışma tarzının yaygınlık kazanması kaçınılmaz bir olguydu. Yöneticilerini ve kadrolarını hemen hemen hiç yitirmemiş olan oportünizm ve revizyonizmin, böyle bir ortamda, yitirdikleri prestiji yeniden kazanmamaları olanaksızdı. Doğru devrimci çizgiyi benimsemiş olanların bile, kendiliğindenciliğe kaymaları ve bunu devrimci çizgiyle birleştirmeye kalkışmaları işte bu ortamın sonucuydu. Bu dönemde atılacak her farklı adım, herhangi bir nüans ayrılığı, tüm geleceği belirleyebilecekti.
      Oportünizm ve revizyonizm, 1971-72 döneminde kayıp vermemiş olmasının -teslimiyetçiliğinin- ürünlerini almakta gecikmedi. Oligarşi için uzun dönemde teslimiyetçiliği kesinleşmiş ve kısa dönemde devrimci hareketin toparlanmasının önünde engel oluşturacak unsurların legal olanaklardan yararlanmaları kaçınılmazdı. İlk günlerde 1971'den beri koalisyon oluşturmuş olan revizyonistler, bu durumlarına uygun olarak sanat-edebiyat dergileri ve günlük ya da haftalık haber yayınları etrafında toplanmışlardı. 1973 Ekim'inde Genel Seçim'in yapılmasıyla bir adım öteye geçerek politik yayın organları çıkarma olanağına sahip oldular. O güne dek her ilerici, demokrat ya da "sol" kişiye ve yayına, oligarşinin gösterdiği tepkiye karşılık olarak devrimci unsurların bir dayanışma göstermesi ve bu nedenle de yayınlara ilgi duyması, revizyonistler tarafından ideolojik etki için kullanılmaya başlanıyordu. Oportünizm ve revizyonizm için, kitlelerin ve en ileri unsurların silahlı devrimci mücadeleye sempati ve güven duymaları hiç de önemli değildi. Onun bütün amacı sağlanmış olan devrimci potansiyeli dağıtmak ve etkisizleştirmekti. Bu amaca ulaşmak için tüm araçlar kullanılabilirdi. Ve bu amaçlarını gizlemek için dergilerinin ilk sayılarında silahlı devrimci mücadele hakkında söz söylememeye özen gösterdiler.
      Öte yandan politikleşmiş askeri savaşın sürdürülmesini düşünenler, ilkin dağınıklığın giderilmesi ve az da olsa bir örgütlülüğün oluşması gerektiğinin bilincindeydiler. Bu ise en ileri unsurların örgütlenmesi, daha tam deyişle kadrolaştırılması demekti. Bu unsurların bulunması, bunlar üzerindeki kendiliğindenciliğin etkisinin kırılması ve politikleşmiş askeri savaşa uygun olarak eğitilmesi o günün temel göreviydi. Bu görev kaçınılmaz olarak bu unsurların kendiliğinden toplaştığı mekanlara girilmesini gerektiriyordu. Pratik faaliyetin doğru ya da yanlışlığının tek ölçütü ise, Mahir Çayan yoldaşın yazıları, özellikle de son yazısı olan "Kesintisiz Devrim II-III"dü. İlişkileri belirleyen kurallar da THKP-C Tüzüğü'nde mevcuttu.
      Kendiliğindenciliğin aşılması, bilinçli bir sürecin içine girilmesi, en ileri unsurların yaşamlarında topyekün bir değişiklik yaratacaktı. Bu ise onlara bir yandan doğru devrimci çizgiyi anlatıp, onun etrafında toplanmaları çağrısı yapmayı, öte yandan pratikte kendiliğindenci çalışmanın yanlışlığını göstermeyi gerektiriyordu. Ayrıca kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadele ve örgütlenmesi için kılavuzluk yapmak, revizyonizmin etkisizleştirilmesi için gerekliydi de. 1971-72 mücadelesiyle yaratılmış potansiyelin yitirilmemesinin ve etkin biçimde örgütlenip harekete geçirilmesinin temel yolu da politikleşmiş askeri savaştı.
      Böylece bir ikilem ortaya çıktı: Silahlı devrimci mücadelenin sürdürülmesi zorunluluğu ve bunun sürdürülmesi için gerekli bir gücün bulunmayışı. Bu ikilemden, herşeyi, mümkün olan en kısa sürede, temel mücadele biçimini yürütecek gerekli gücün (asgari örgütlenme) yaratılmasına yönelterek çıkılabilineceği saptandı. Ancak, teorik olarak sorun çözümlenmekle birlikte, bunun pratiğe geçirilmesi sanıldığı kadar kolay ve kısa sürede olmamıştır. Sorun, pratikte çözümlenmesi gereken bir dizi yeni sorun yaratıyordu.
      1974 başlarında soldaki durum ise şöyleydi: Bir yanda legal yayın organları etrafında toplanmış ve illegal mücadele ile silahlı mücadeleye karşı yoğun bir ideolojik kampanya yürüten oportünist ve revizyonist koalisyon, öte yanda 1969-71 dönemine benzer bir yol izleme eğilimleri taşıyan öğrenci hareketi ve doğru devrimci çizgi etrafında 1971'in sempatisiyle en ileri unsurları örgütlemeye çalışan devrimci unsurlar.
      İllegal örgütlenme konusunda hiçbir deneyime ve geleneğe sahip olmayan ve öğrenci hareketinde yoğunlaşan samimi unsurların, devrimci bir öncüye sahip olmadıkları bir ortamda legaliteye ağırlık vermeleri ve kendiliğindenciliğe kaymaları kaçınılmazdı. "İlkellik" ve "amatörlük" diyerek Lenin tarafından uzun uzadıya eleştirilmiş kendiliğinden-gelmecilik, 1974 Türkiye'sinde geçmişin (1969-71'in) aynen ve yeniden yaşanması biçiminde ortaya çıkmıştı. Yine de bu duruma düşülmesinde samimi unsurların ne yapacaklarını bilmemeleri etkin olduğunda, giderek belirleyici olan revizyonizmin ideolojik ve pratik tutumu olmuştur. Birbiri peşi sıra dernekler kurmaya ve kurdurmaya başlayan revizyonistler, böylece samimi unsurların biraraya gelebileceği, "ne" ve "nasıl" sorularını tartışacakları bir mekan sağlamış oluyorlardı. Özellikle öğrenci dernekleri "İlke-Kitle" dergileri etrafında toplanmış olan revizyonistler tarafından birbiri peşi sıra kuruldu. Kurulduktan sonra -basit bir yasal süreç- buralara mümkün olduğu kadar çok devrim sempatizanı ve devrimci unsurları toplamak gerekiyordu. Bunun sağlanmasına paralel tekil ve şehirsel derneklerin tek bir çatı altında (federasyon) toplanmasına geçilecekti. Böylece dinamik unsurlara sahip olan öğrenci hareketi denetime alınacaktı. Bu oluşumun tarihsel örneği "Dev-Genç"ti. Ama revizyonist koalisyonun amacı yeni bir "Dev-Genç" yaratmak değil; kendiliğinden oluşarak kendilerine karşı bir gelişmeyi engellemekti. Bu nedenle silahlı mücadeleye sempati duyan ya da silahlı mücadeleyi benimsemiş unsurların kendi kurdukları derneklere gelmelerine göz yumdular. Yönetim ellerinde olduktan sonra, bu kişiler sorun olmayacak ve üstelik bu unsurların başka alanlara yönelmeleri (illegal alana) önlenmiş olacaktı. TÖB-DER, öğretmen kitlesinin durumuna uygun olarak büyük ölçüde revizyonistlerin elindeydi. İşçi sınıfının ekonomik örgütü olan DİSK ise yıllardır revizyonistlerin denetimi altında bulunuyordu. Geriye dinamik unsurlara sahip öğrenci kesimi kalıyordu.
      Öğrenci kesiminde silahlı devrimci mücadelenin prestiji çok yüksekti. Ama öte yandan bu kesimde teorik düzey düşüktü ve legal yayınlarla teorik bilgi edinebiliyorlardı. Legal bir parti kurma hazırlıkları yapan revizyonistler, bu durumda ilkin, militan bir öğrenci hareketinin bağımsız olamayacağı düşüncesini yaymaya giriştiler. Bu amaçla birbiri peşi sıra Dimitrov'un -ama özellikle de gençlik üzerine yazılmış- kitapları piyasaya sürüldü. Buna paralel olarak öğrenci hareketinin "bağlanacağı" odak oluşturma çalışmaları yoğunlaştırıldı. "Sosyalist Parti" kuruluş çalışmaları ve tartışmaları ile öğrenci hareketi için "federasyon" kurma çalışmaları ve tartışmaları eş zamanlı olarak gelişecekti. Ama yaşam bir kez daha kendi yolunu izledi.
      "Sol sapma", "maceracılık" diyerek silahlı devrimci mücadeleye saldırmanın zamanı geldiğini düşünen revizyonist koalisyon, "İlke-Kitle"de birbiri peşi sıra yazılar yayınlamaya başladılar. Özellikle öğrenci kesiminde bulunan en ileri unsurlara dönük bu faaliyet, duygusal nedenlerle de olsa bir tepki yarattı. Bu tepki, revizyonist koalisyonun kurduğu öğrenci derneklerinden uzak durulması şeklinde kendini dışa vurdu.
      Revizyonistlerin hiç istemedikleri bu tutum, öğretim yılının yarısına gelinmiş olmasıyla birleşince, eş zamanlı düşündükleri sürecin bozulmasına ve böylece de planlarının işlemez hale gelmesine yol açtı. Öte yandan ise, 1972'den beri özellikle teorik olarak yetkinleşmiş ve Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni benimsemiş devrimciler, kitlenin içinde ve en ileri unsurlarla temas halindeydi. Bu unsurlar, sonuçta etkin bir konuma gelmiş revizyonist planın bozulmasının getirdiği boşluğu doldurmuşlardı. Ve yasal olarak yapılması gereken ilk dernek kongrelerinde fiili yönetimi elinde tutanların yasal yönetimi ele geçirmeleri mümkün oldu. (Ankara'da ADYÖD bazı özgün durum içeriyorsa da, son tahlilde İstanbul'daki İYÖKD'ünkü kadar kesin sonuçluydu.)
      Yıllar boyu, Marksizm-Leninizmi tekellerinde tutmaya alışmış oportünist ve revizyonistler, 1965-71 döneminde yetişmiş devrimcilerin yitirilmesiyle gene eski günlere kavuşmanın sevinci ve rehaveti içindeyken karşılaştıkları bu durumla şoka girdiler. Politik olarak toy, teorik olarak zayıf olduklarını düşündükleri devrimcilerden gördükleri karşılık, üç yıldır varlığını koruyan revizyonist koalisyonun parçalanmasına yol açtı. Ülkede herşeyi kendilerinin bildiğini sananların devrimci potansiyelin kendilerine kanalize olmadığını görmeleriyle birbirine düşmeleri çok doğaldır. Revizyonist koalisyonun parçalanmasıyla, her parça kurulacak "Sosyalist Partiönin yönetimini eline geçirmek -ya da tek başlarına kurmak- için öğrenci hareketinin desteğine daha çok gereksinme duyuyordu. Bu da, daha düne kadar "sol sapma", "maceracı", "anarşist" olarak suçladıkları proleter devrimcilere "saygı" yarışı halini aldı. Mihri Belli, kıyısından girdiği koalisyonu en hızlı terk eden olarak "reel politiker" niteliğini yitirmediğini ve buna layık olduğunu kanıtladı. "Kıvılcımcılar" ise, geleneksel olarak hep ayrı bulunma (tabi T"K"P'de toplaşanlardan) tavrını, önüne çıkan ilk bahaneyi kullanarak sürdürdü. T"K"P'li revizyonistler ise, 50 yıllık alışkanlık ve deneyimle, "gizliliklerini" koruyarak, TSİP'in doğumunda yer aldılar. (TSİP'in kuruluşuna yönelttikleri eleştiri ve suçlamaları bu bağlamda ele alınmalıdır.) Behice Borancı TİP'liler ise, Af'ı beklediklerinden, son ana kadar koalisyonu sürdürme yanlısıydılar, ama TSİP aftan önce kurulunca hızla koalisyonu terk ettiler.
      1974 yazına girildiğinde, büyük ölçüde öğrenci çevrelerinde bulunan, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni savunanların (o günkü yaygın deyişiyle "Cepheciler"in) durumu şöyleydi: Bir yandan teorik çalışma ile ideolojik düzey yükseltilmeye çalışılıyor, öte yandan ise, özellikle öğrenci kesiminde yer alan yeni ve samimi unsurlarla bağlantı kuruluyordu. Bağlantı ve örgütlenme çalışmaları, mümkün olduğu kadar düzenli ve dar biçimde, gizlilik kurallarına bağlı olarak yürütülüyordu. Revizyonist ve oportünist saldırı ve tahrifatlara karşı takınılacak tutum bu arada gelişmeye ve olgunlaşmaya başlamıştı. Bir süredir bireysel planda sürdürülen çabalar da böylece kollektif ve sistematik hale getirilebilecekti. Yine de bağımsız bir yapılanmaya, yani kendi kendini "Cepheci" ilan edenlerden ayrı bir yapılanmaya yönelmek düşünülmüyordu. Birer militan, bir sıra neferi olmak onlara yetiyordu. THKP-C yönetici ve önder kadrolarını yitirmiş olmasına rağmen, belli bir pratikten geçmiş kadrolarının bir kısmı cezaevinde bulunuyordu. Bunların bir kısmına karşı geçmiş mücadelelerinden gelen önemli bir saygı duyuluyordu. Özellikle THKP-C Genel Komitesi'nde yer almış olanların, örgütün merkezi yapılanmasını yeniden sağlayacaklarına olan umut sürmekteydi. Bunların THKP-C'nin stratejik çizgisine nasıl baktıkları hiç düşünülmediği gibi, stratejiyi (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) aynen benimsedikleri var sayılıyordu. İşte bu hava içinde, dışarda bulunan THKP-C'liler içerdekilerin çıkmasını bekleyen ve o güne kadar da dışarıda bir şeyleri var etmeye çabalayan kişiler durumundaydılar. Büyük ölçüde ODTÜ kökenli olanlar, çalışmalarını 1972'den beri koordineli olarak sürdürmeleri nedeniyle mevcut tek oluşumdu. THKP-C'nin yaşayan Genel Komite üyelerine duydukları saygı ve güven, onların 1971-72'deki gibi, THKP-C ODTÜ birimi olarak çalışmalarını sürdürmelerine neden oluyordu. Bu çalışmalar kadro niteliğinde ve profesyonel olarak çalışmaya hazır önemli sayıda unsurun ortaya çıkmasını sağlamıştı.
      Yaza girilmesiyle, hemen hemen pek çok politik faaliyetin kesintiye uğraması ülkemizin bir geleneğiydi ve 1974 yazında da öyle oldu. Gerek Af'ın çıkması, gerekse de öğrenci hareketinin o günkü politik faaliyetin odağı olması 1974 yazında da geleneğin sürmesine yol açtı. Bu yaz dönemi, herkesin kesin bir "muhasebe" yapmaları için de gerekli bir ortam yaratmıştı. İçeriden çıkanlar ne yapacaklarına karar vermekle uğraşırken, o güne dek çalışmalarını "Kesintisiz Devrim II-III" temelinde sürdürenler nasıl yapacaklarını düşünüyorlardı. Artık beklenen af çıkmış, kuruldu kuruluyor denen parti "TSİP" olarak sahneye çıkmıştı. Kısaca geleceğe ilişkin düşüncelerin açıkça ifade edilmesinin koşulları mevcuttu artık.
      1972'den beri kendi çaplarında çalışan THKP-C'li unsurlar için sorunlar şu şekilde görünüyordu:       1974 yazında oldukça ("cehenneme" götürecek kadar) iyi niyetle ele alınan bu sorunların çözümünde THKP-C'nin merkezi yapısının kurulup işler hale getirilmesi temel halka olarak düşünülüyordu. Ama 1974 Ekim'inde üniversitelerin açılmasıyla başlayan yeni dönem, umulanın ötesinde bir tablo oluşturuyordu.
      Üç yıldır süren revizyonist koalisyonun dağıtılması, öğrenci hareketi önündeki engelin yapay olduğunu gösterdi. Öğrenci hareketi büyük ölçüde "Cepheciler"in denetimi ve yönetimi altına girmişti. Ancak Af'ın getirdiği bazı gelişmeler de ortaya çıkmakta gecikmedi. 1971 öncesinde ve 1971 yılında kısmen özerk yapılar oluşturmuş bazı çevreler Af sonrasında öğrenci kesimine geri dönerek, eski tutumlarını sürdürmek istediler. Ama bunların eklektik görüşleri kısa sürede açığa çıkarıldı. Öte yandan o güne dek şu ya da bu nedenle revizyonizmin etkisinde kalmış ve pratik tüm devrimci çalışmalardan uzak durarak salt entellektüel faaliyetlere yönelen pek çok ileri unsur geleceğin "Cepheci"likte olduğunu görmeye başlamışlardı. Özellikle teorik sorunlarda "Cepheci"lerin yetkinleşmiş durumu bu kesimi etkilemişti. Ve daha üniversitelerin açılmasından kısa bir süre sonra MHP'li faşist milislerin saldırıya geçmeleri öğrenci kesimini bir araya toplamaya zorladığı gibi, mücadelenin şiddete dayanmaksızın, silahsız olarak sürdürülmesinin olanaksız olduğunu da kanıtladı. Bu da öğrenci hareketine büyük bir ivme sağlamış ve bu harekete umulanın üzerinde hız kazandırmıştı.
      Özellikle kırsal kökenli öğrencilerin yoğunluğu ve bunların kırsal alanlarda örgütlenmek için gereken potansiyeli taşımaları, uzun bir süre kentlerde öğrenci hareketi içinde kalmayı ve örgütlenme çalışmasını (temel olarak 1971'in yarattığı etkiyi örgütlemek) bu kesimle sınırlandırmayı gereksizleştiriyordu. Bir başka deyişle, 1971'in yarattığı etkiyi, şehirlerde hızla örgütleyebilmenin ve kırsal alanlarda sürdürmenin nesnel koşulları olgunlaştırıldı. Bu da uzun dönemli eylem programının hazırlanmasını ve buna uygun olarak mevzilenmeyi gündeme getiriyordu. O gün için belli bir plana göre en ileri unsurları profesyonel kadrolar haline getirmek ve bunları temel olarak kırsal alanlara yollamak acil sorun olarak ortaya çıkmıştı. Bunun önündeki tek engel THKP-C'nin dağınık durumuydu. Bunun giderilmesi ve merkezi bir yapıya ulaşılması pratik faaliyeti belirliyordu. Engel kaldırılmadığı sürece, sistemli ve bütünsel bir çalışmanın yürütülmesi olanaksızdı.
      İşte bu nedenle, ilkin içerden çıkmış "eski" THKP-C'lilerle temas kurarak yapılması gerekenleri saptamaya yönelindi. 1974 sonralarında 8 sayfalık bir yazı ile "sosyal emperyalizm"i bulmuş olan İstanbul kökenli bazı unsurların THKP-C ile hiçbir ilgilerinin olamayacağı açıkça görüldü. Yine aynı şehirdeki bazı "eski"ler de salt entellektüel bir faaliyete yönelmişlerdi. Bunlara göre 1971-72'nin en önemli dersi, devrimcilerin geri kültüre sahip olduklarıydı. Entellektüel faaliyet onları bu gerilikten (!) kurtaracaktı. Bu gelişme İstanbul'daki öğrenci hareketinde yer alan "Cepheciler" için önemli bir avantaj sağlıyordu, ama bu pratik faaliyette göreli rahatlıktan öteye bir değere sahip değildi. Ve gözler bir kez daha Ankara'ya çevrildi. Artık THKP-C'nin geleceği bu kentte çizilecekti.
      Ankara'da içerden çıkmış eski Dev-Genç'liler ile THKP-C'liler bireysel olarak ayrı olmalarına karşın davranış ve düşünce olarak iki bölüme ayrılmıştı. Bir kısmı günlerini teoriyi öğrenme çalışmalarıyla geçirirken, eskinin (yani Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) tümüyle yanlış olduğunu ileri sürüyorlardı. Onlara göre, özellikle Öncü Savaşı yanlıştı, bu yolla Halk Savaşı başlatılamazdı. Ama buna karşıt "doğru" henüz ufukta görünmüyordu. Bu "doğru" kendi teorik çalışmaları belli bir düzeye geldiğinde, nasıl olsa bulunacaktı. Diğer kesim ise, "Kesintisiz Devrim II-III"de ortaya konulmuş olan THKP-C'nin çizgisini kabul ettiklerini söylüyorlardı. Ama günümüzdeki temel ve acil görevin öğrenci hareketinin denetime alınması ve merkezi bir yapıya (federasyon) kavuşturulmasıydı. Bu, yeni bir "Dev-Genç" olacak ve "Dev-Genç" sürecini başlatacaktı. Nasıl ki, 1965-71 dönemi bu yolla THKP-C'yi oluşturduysa, bu yeni süreç de, THKP-C'nin merkezi yeni yapısını yaratacaktı. Öncü Savaşı için gerekli kadrolar bu süreçte ortaya çıkacak ve "pişecekölerdi.
      Bu iki tutum arasında 72'den beri çalışmalarını hep Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre yürüten grubun tavrı, THKP-C'nin geçmişine duyulan saygı ve insanlara duyulan güvenle bağlantılıydı. Açıkça Öncü Savaşını reddedenlerle ortak hiç bir yan olmadığı belirtilirken, diğer anlayışta olanların sağ bir hata içinde oldukları, ama bunun stratejik değil, taktik düzeyde olduğu söylendi. Öyle ki son tahlilde temel-tali ilişkisine göre yapılması gereken bazı şeyler ayrışmıştı. Tali olarak düşünülen ve ele alınan bazı görevler ve alanlar, bu sağ anlayışın yöneldiği çalışmayı kapsıyordu. Madem ki stratejik olarak aynı olduğu söyleniyordu, öyle ise böyle bir fark olsa olsa bir "işbölümü" bağlamında ele alınabilirdi. Onlar öğrenci hareketi ve bunun sorunları ile uğraşırken, kendileri de Öncü Savaşının hazırlığına ve kırlara ağırlık verebilirlerdi. Böylece öğrenci hareketinin doğal evrimi nedeniyle şehirlerde kalan pekçok kadro kolaylıkla kırsal çalışmaya aktarılabilinecekti. Uzun dönemde aynı stratejinin (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) ve aynı örgütün (THKP-C) parçaları olunduğu savlandığına göre, doğal bir iş bölümü niçin mümkün olmasındı. Bu iyi niyetli yaklaşım, yolların er ya da geç birleşeceği sanısıyla, öğrenci hareketinin genel ve merkezi yönetimini diğer unsurlara bırakarak, kendi rotasında (1972'den beri izlenen bir rotaydı) çalışmaya tüm gücün seferber edilmesini sağladı. Artık tüm çabalar en kısa sürede Öncü Savaşının başlatılmasına yönelik olacaktı. Bu ise en ileri unsurların politik ve ideolojik eğitimlerinin yapılması, örgütlenmesi ve mevzilendirilmesi demektir. İşte "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" bu ortamda ele alındı ve yayımlandı. Broşür, o günkü koşullarda ülkemizde öne çıkmış ve devrimci hareketin kendi önüne koyduğu acil sorunlara yanıt olarak hazırlanmıştır. Broşürün giriş bölümünde bu acil sorunların iki bölümde ele alınacağı ifade edilmişti: İlk bölüm, ülkemiz solunda öne çıkmış sorunların genel düzeyde ele alınışını kapsarken, ikinci bölüm; ülkemiz somutunda Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin yürütülmesine ilişkin konuları içerecekti. Ve ilk bölüm 1975 yazında yayınlandı ve sadece 300 adet basıldı.
      1975 yılı politik deneyimsizliğin, örgütlenme pratiği eksikliğinin, devrimci teoriye olan sarsılmaz güven, azami fedakârlık ve iyi niyetle aşılmaya çalışıldığı bir yıldı. Ve bu yıl içinde her alanda yoğun bir deneyim kazanıldı. O güne kadar THKP-C'nin 1971-72'deki Genel Komitesi'nden arta kalanlara olan beklentilerle gerçek bir merkezi yapılanmaya ve çalışmaya girişilmemiş olması nedeniyle kazanılamamış deneyim yavaş yavaş elde ediliyordu. Özellikle kişilerin hiçbir kayıt altına alınmamış ve gelecekte inkâr edilebilecek beyanlarına, sözlerine verilen değerin anlamsızlığı kısa sürede kendini göstermede gecikmedi.
      Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşenmiş olduğunu ve oportünizmin salt revizyonistlere özgü olmadığını öğrenmek fazla uzun sürmedi. Ayrıca bugün için küçük görünen ve nüansa ilişkin olduğu düşünülen farklılıkların, zaman içinde nasıl büyük farklılıklara yol açabileceği, yine yaşanarak öğrenildi. Teori ile pratik arasında, çok doğal ve masum görünen bir kopuşun, zaman içinde "yeni" teorilerin ortaya çıkmasını nasıl kaçınılmaz kıldığı görüldü.
      Öte yandan 1975'in başlarından itibaren faşist milis saldırıları yaygınlaşmış ve yoğunlaşmıştı. Temel amacı kitle pasifikasyonu olan bu saldırılar, İstanbul'da Kerim Yaman'ın öldürülmesiyle başlayıp TÖB-DER toplantılarına yapılan baskınlar, Erzincan, Malatya olaylarıyla gelişip, I. MC'nin kuruluşuyla bütünleşmişti. Bu gelişme, doğru devrimci çizginin pratiğe geçirilmesinin acilliğini daha da artırmıştı. Solda ise, revizyonist koalisyon tamamen parçalanmış ve kısa dönemde yeniden kurulamayacak halde atomlaşmıştı. Mayıs ayında B. Boran'ın TİP'i, Aybar'ın SP'si, M. Belli'nin TEP'i oluşturmasıyla "solöda dört legal parti ortaya çıkmıştı.
      T"K"P ise legal yayınlarla kendine özgü faaliyet yürütürken, örgütlenmede elinde tuttuğu DİSK yönetiminden yararlanıyordu. "Sovyet sosyal emperyalizmi" teorisi ise, tarihinin en parlak günlerini yaşıyordu. Öğrenci hareketi ise yaz başlarında tümüyle "Cephecileröin denetimine ve yönetimine girmişti. Diğer yandan ideolojik, politik eğitimleri tamamlanmış ve profesyonel olarak çalışmaya hazır pek çok unsur kırsal alanlarda örgütlenmek ve Öncü Savaşının buralarda hazırlığını yürütmek için çalışmaya başlamıştı. Denilebilir ki 1975 yazına girildiğinde, öğrenci hareketinin doğal evrimine tabi olarak pratikte (lafta ne derse desinler) THKP-C'nin stratejik rotasına aykırı hareket edenler bir yana bırakılırsa, 1972'den beri faaliyetlerini sürdüren ODTÜ kaynaklı hareket dışında Öncü Savaşını savunan ve onu başlatmayı hedefleyen hiç kimse yok gibiydi. "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I", ideolojik, homojenlik ve politik eğitim yönünden önemli gelişme sağlamıştı. Merkezi bir liderliğe geçilmişti, ama askeri bilgi, eğitim, donatım ve deneyim eksikliği varlığını sürdürüyordu.
      1975 yazında ülkenin her yanına dağılan yeni kadrolar gittikleri yörenin ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve askeri özelliklerini değerlendirirken, gelecekte silahlı propaganda için gerekli alt-yapıyı oluşturmaya çalışıyorlardı. Profesyonel çalışmanın gerektirdiği maddi olanakların sınırlılığına rağmen, büyük bir özveriyle yürütülen bu çalışmalar, Öncü Savaşına yeniden başlama yönünde önemli bir itici güç oluşturuyordu.
      1971'in yarattığı etkiye ek olarak, gittikçe yaygınlaşan faşist milis saldırılar, silahlı devrimci mücadeleye yönelik büyük bir hareketlilik oluşturuyordu. Ülkenin hemen hemen her yerinde politikleşmiş askeri savaşa katılma yönünde büyük bir potansiyel mevcutken, katılımın niteliği ve kadroların niceliği önemli bir yetersizliğe yol açıyordu. Artan oranda unsurun Öncü Savaşına katılımı, ancak kır gerilla savaşının başlatılmasıyla mümkün olabilecekken, kır gerilla savaşının başlatılabilmesi için de atılması gereken adımlar vardı. Profesyonel örgütçü kadroların, yoğun olarak şehir gerilla savaşının gerekli teknik ve alt-yapısal hazırlıklarına yönelmesi, potansiyelin daha çok örgütlenmesinin önünde engel oluşturuyordu.
      Teorik olarak sorun, mevcut potansiyelin durumu ve ülkedeki gelişmelerin ışığında, kitlelerin politik-askeri bir mücadele için büyük birimler halinde (sovyetler) örgütlenmesini, bunu koruyacak silahlı güç bulunmadığından gerçekleştirilememesi (ki bu Halk Savaşı evresinde mümkün olacaktır) ile kitlelerin, ekonomik ve kendiliğindenci bir mücadele içinde pasifize olmaları olasılığı şeklinde ortaya çıkıyordu. Şehir gerilla savaşına bir an önce başlanılması, bu nedenle de kaçınılmaz hale geliyordu. 71'in silahlı eylemlerinin yarattığı potansiyelin yitirilmemesinin ve harekete geçirilmesinin tek yolu, Öncü Savaşına şehir gerillasıyla başlamaktı. Kır gerilla savaşıyla işe başlanılması ve şehir gerilla savaşıyla birlikte yürütülmesi doğru çözüm olmakla birlikte, kadroların politikş askeri ve örgütsel deneyime sahip olmamaları, kısa dönemde hareketin sürekliliğini sağlama konusunda önemli bir pratik engel oluşturuyordu. Bir yandan deneyimsizliğin getireceği dezavantajları giderici önlemler alınırken, öte yanda hızla savaş içinde deneyim kazanılması gerekiyordu.
      Tüm bunlar, "Kesintisiz Devrim II-III"de formüle edilmiş ve "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" ile genel bağlantıları ayrıntılaştırılmış Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin somut planlamasına yönelik gelişmelerdi. Yine de deneyim eksikliği kendini gösteriyordu. Bu, pratik faaliyetlerin planlanmasında teoriden yeterince yararlanamamak, yani teorinin kılavuzluğunu sağlayamamak şeklinde ortaya çıkıyordu. Öyle ki, atılan adımların kısa ve uzun vadeli sonuçlarını önceden saptamakta oldukça yetersiz kalınıyordu. Tıpkı kendilerinin farklılığını "taktik" olarak ortaya koyanların durumu konusundaki nesnellikten uzak (iyi niyetli) değerlendirme yapılması gibi. Kısacası, oportünizmin değişik biçimlerine karşı mücadelede ortaya çıkan öznellik, örgütlenme ve çalışma tarzında da sürmekteydi.


II.
THKP-C'NİN BİRLİĞİ İÇİN GİRİŞİMLER
ve
BAĞIMSIZ ÖRGÜT YAPILANIŞININ KURULMASI


      "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"in yayınlanmasıyla bağımsız bir örgüt yapılanmasına geçiş, belli oranda mümkün olmuştu, ama yine de "Cepheciler" bir bütün olarak kabul ediliyordu. Ve dolayısıyla bu anlamda bağımsızlık söz konusu değildi. Öyle ki, bağımsız yapı belli oranda ortaya çıkmış olmasına rağmen farklılığı belirten "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" dışında farklılığın simgesi olabilecek bir örgüt adı kullanmaktan uzak duruluyordu. Kitle açısından pratik değere sahip isim konusu, THKP-C'nin birliği ve onun saygın mücadelesine layık bir dizi harekâtın başarısına bağlı olarak ele alındığından, zamana bırakılmıştı. Bu da oportünizm tarafından kendi çıkarlarına ve karalama amaçlarına uygun olarak çeşitli sıfatların yakıştırılmasına yol açtı. "184'lükler" gibisinden ifadeler yanında "risaleciler" biçiminde dini-feodal kışkırtmacılığa atıf yapan tanımlar oportünistler tarafından piyasaya sürüldü. "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" yaygınlaşmasına paralel olarak da "Acilciler", "184'lükler" sıfatı aynı çevrelerce türetildi. Devrimci bir ahlâk sorunu olarak ortaya çıkan THKP-C adının bir süre için kullanılmaması, hiçbir ilkeye bağlı olmayan oportünistlerin hiç anlayamayacağı bir şeydi.
      1975 yaz sonlarına doğru yapılan değerlendirmeler, Öncü Savaşına başlamak için gerekli asgari örgütlenmenin tamamlanmak üzere olduğunu gösteriyordu. Özellikle askeri alandaki eksikliğin tamamlanmasına paralel harekete geçilebileceği ortaya çıkmıştı. Görece olarak güçlü bir kır örgütlenmesinin mevcudiyeti, Öncü Savaşına salt şehir gerillası ile başlanmasının aşılmasına olanak sağlıyordu. Kır ve şehirde, ama ağırlıkla kırlarda, askeri eylemlerin gerçekleştirilmesi kadrolara ve örgüte savaş deneyimi kazandıracak ve buna paralel olarak, kır gerilla savaşına geçilecekti. Böylece 1971-72'de karşılaşılan sorunlar çözümlenecek, kır-şehir diyalektik bütünlüğü kurulacaktı. Bu saptamayla büyük kentlere özgü şehir gerillası (metropol gerillası) anlayışı aşılıyordu. Şehir gerillası, artık salt büyük kentleri kapsamıyor, bu savaşa uygun tüm şehirler hesaba katılıyordu. Yine bu saptamayla tek boyutlu kır gerilla savaşı aşılıyor ve kapsamı genişletiliyordu. Bu genişleyen kapsamıyla kır gerilla savaşı, hareketli gerilla birliği temelinde, tüm kırsal alanları kapsayan savaş haline dönüştürülüyordu. Bu boyutuyla kırsal örgütlenme, salt hareketli gerilla birliğine ilişkin olmamakta; bunun yerine, hareketli gerilla birliği temelinde, bölgesel ve yerel planda, tüm kırsal alanda, silahlı eylemler gerçekleştirebilecek bir yapıya ulaşmaktaydı. Bu saptamaların ışığında somut olarak 1976 baharında harekete geçirilmesi planlanan kır gerillası (hareketli gerilla birliği), o güne kadar gerçekleştirilecek kır ve şehir silahlı eylemlerinin getirdiği deney ve yeni katılımlarla güçlendirilmiş olacaktı. Ülke somutu göz önünde tutularak ve uluslararası gerilla savaşı deneyimlerinin ışığında yapılan bu saptamalar, gene de pratik deneyim eksikliği nedeniyle tam olarak geliştirilememişti. Bu nedenle kendi içinde bazı eksiklikleri taşıyordu. Ama bunlar pratikte aşılabilecekti.
      1975 yaz sonlarında, Öncü Savaşına 3-4 ay içinde başlamayı planlayan örgüt, bunun teknik ve örgütsel hazırlıklarına yöneldiği sırada iki gelişme ortaya çıktı.
      Birincisi, 1972'den bu yana sürdürülen çalışma ile oluşan yapıda, teorik faaliyetin ağır basması yüzünden, bazı bireylerin pratik-örgütsel faaliyetlerden uzak kalmasıydı. Bir başka deyişle, Merkez Yönetim'de bazı bireyler teorik konularda uzmanlaşırken, diğerleri pratik-örgütsel faaliyette bulunuyordu. Bu, giderek politik yönetim ile pratik ve askeri yönetim ayrışmasına yol açmak durumundaydı. Salt teorik konularla uğraşan bireyler, hem teori ile pratik arasındaki uyumsuzluğun artmasına yol açıyor, hem de politik ve askeri liderliğin birliği ilkesinin yaşama geçirilmesini engelliyordu. Özellikle silahlı eylem kararlarının (isterse teknik eylemler olsun) alınmasında "teorisyenlik" tavrına girilmesi, çözülmesi gereken bir sorun yaratmıştı. İdeoljik ve politik düzey yönünden önemli sayılabilecek hiç bir farklılık yokken, salt akademik bazı çalışmaları olan bireylerin "teorisyen" olarak kendilerini görmeleri, pratik faaliyeti engellemesiyle sorun haline geldi. Yapılan eleştiriler karşısında doğruyu kabul etmekten başka yolu kalmayan bu bireylerin, Öncü Savaşına başlama kararının alındığı bir ortamda "manevra" olanakları pek yoktu. Sonuçta bazıları özeleştiri yaparak tutumun yanlış olduğunu açıkça kabul ederken, diğerleri iflâh olmayacaklarını sergilediklerinden örgütten ihraç edildiler. Bu ihraçlara paralel olarak, bundan böyle örgüt içinde, gerekli teorik metinlerin hazırlanması ve yazılmasında, 1972'den beri izlenen yolun özsel niteliği korunarak, hiçbir biçimde bireysel işbölümü yapılmayacağı karara bağlandı. Örgüt, yayınlanmış ve yayınlanacak tüm broşürlerin örgütün kollektif çabasının ürünü ve kollektif iradesinin sonucu olduğunu ve olacağını, bir kez daha vurguladı. Örgütün stratejik ve taktik görüşlerini içeren broşürlerin yayınlanmasında izlenecek rota şöyle tanımlanıyordu: Genel olarak dünyanın, özel olarak ülkemizin somutunda ve pratiğimize ilişkin olarak gereksinme duyulan bir ya da birkaç konu en geniş biçimde örgüt içinde ele alınacak ve bu süreçte ortaya çıkan genel değerlendirme bir taslak metin haline getirilecektir. Bu taslak metin, ilkin, Merkez Yönetim'de ele alınarak değerlendirilecek (varsa düzeltmeler, çıkartmalar vb. yapılarak) ve buna paralel örgüt içinde geniş bir katılımla tartışılacaktır. Bu tartışmalar ve değerlendirmeler ışığında, metin gerekirse yeniden kaleme alınacak ya da değiştirilmiş haliyle Merkez Yönetim tarafından son kez ele alınıp -oy birliğiyle- yayınlanacaktır. Eğer taslak metnin tümüyle değiştirilmesi söz konusu olursa, süreç gene aynı olacaktır. Böyle bir yolun izlenmesi (kimi durumlarda uzun bir zamanı gerektirir), hiçbir biçimde "zaman" gerekçe gösterilerek değiştirilemez.
      İkinci gelişme ise, o güne kadar kişiler olarak bilinen, ama faaliyet içinde olduğu hiç bilinmeyen bir grubun varlığının ortaya çıkmasıdır. 1971'den kalma unsurların oluşturduğu "Yurt-Dışı" adı verilen grubun bulunması THKP-C'nin birliğinin tamamlanması yönünde "umut" yaratıyordu. Çünkü o gün için, Öncü Savaşının başlatılması yönünde hazırlık yapanlar ile öğrenci hareketini "taktik" nedenlerle (!) öne çıkardıklarını söyleyenler THKP-C'yi temsil ediyorlardı. Ama gelecekte doğru olmadığı açığa çıkmış olsa da, o gün için temel mücadele biçimi konusunda -genel olarak da strateji- tam birlik (lafta) mevcuttu, ama temel mücadele biçiminin yürütülmesinde böyle bir birlik yoktu ve olması gerekiyordu. Yeni grubun varlığı ile THKP-C'nin gerçek bir birliğine ulaşmak, 1972'den sonra dağılmış parçaların bir araya getirilmesini sağlamak, olanaklı hale gelebilecekti. (1975 yaz sonlarında, "Militan Gençlik" olarak bilinen, gelecekte "Halkın Yolu" haline dönüşen ve sonuçta da PDA oportünistlerine katılan 1971'in İstanbul kökenli bazı unsurları ile Öncü Savaşını yanlış bulan ve doğruyu zaman içinde bulacaklarını söyleyen geleceğin "KSDölileri gerçek anlamda THKP-C'nin dışındaki oluşumlardı. Belli bir dönemde bir örgüt içinde yer alarak, o örgütün görüşlerini kabul eden unsurların, zaman içinde görüş değiştirmeleri doğal bir şeydir. Ama bu unsurların örgüt adını, değişen durumda bile, kullanmaları bazı ön koşullar gerektirir. THKP-C, ülkede yeni bir dönemin yaratıcısı olarak, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'yle ve bu stratejinin ortaya konulduğu "Kesintisiz Devrim II-III"le özdeştir. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni reddederek örgüt adına sahip çıkar görünmek sıradan bir oportünizmdir. Ama yine de bunu engelleyecek pek birşey yoktur. Sorunun tarihsel ve etik özelliği oportünizm için bir şey ifade etmez.)
      Yeni grubun, dışsal bir gözlemle, gizli çalışma ve askeri alanda oldukça fazla deneyime sahip oldukları görülüyordu. Ayrıca "Yurt-Dışı" grubu, kurulan temaslar sonucunda, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni bütünsel ve uluslararası devrimci mücadelelerle bağlantılı olarak ele alan ve ideolojik homojenliğe yönelen "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"i hemen hemen tümüyle benimsiyorlardı. Yönelttikleri tek eleştiri "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"de emperyalist-kapitalist ülkelerdeki proletaryanın mücadelesi üzerine fazla vurgu yapılmadığıydı. Bu eleştiri, yazının içeriği ve hacmiyle bağlantılı olarak ele alındığında ortadan kalkmış oldu. Bu durumda, iki yapının nicelik ve niteliğine bakılmaksızın THKP-C adı altında birleşmeleri devrimci bir sorumluluk gereğiydi ve görevdi. Örgütsel oportünizmi önemsememe tutumu (öznellik) bir kez daha nesnelliği geride bırakıyordu. Değişik yönleriyle örgütsel oportünizmi ve "bir insan hakkındaki fikrimizin, onun kendi hakkında düşündüklerine" dayanmaması gerektiğini, yaşayarak öğrenmek kaçınılmaz hale geldi.
      İlkin, öğrenci hareketinde yer alan bazı "Cepheciler"in niyetleri ve gerçek düşünceleri açığa çıktı. O güne kadar Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni kabul ettiklerini, ama mevcut durumda taktiklerde anlaşamadıklarını söyleyenler, alabildiğine açık bir dedikodu kampanyasına giriştiler. ("Risaleciler" ya da "Acilciler" adları da bu kampanyanın ürünüdür.) Özellikle öğrenci kesimindeki en ileri unsurlar arasında ve gizli çalışmaya ve illegal mücadeleye karşı bir kışkırtma faaliyeti başlattılar. Bu unsurları, mesleki bir yayının paketleme hizmetlerinde kullanırken, öte yandan bu unsurlara özellikle kırsal alanlarda çalışan kadroların kendilerini küçük gördükleri yalanını yayıyorlardı. Gerçekte tam bir "tasfiyecilik" anlayışının ürünü olan bu demagoji küçük-burjuva unsurlar arasında etkili olacaktı. Hiçbir ideolojik-politik gerekçe ya da düşünce ortaya konulmaksızın yürütülen bu kampanya onlara karşı takınılan iyi niyetli tavrın subjektif olduğunu anlamaya hizmet etti. Böylece, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin yaşama geçirilmesinde, bu unsurların olası yararları hesap dışı tutuldu. Bir başka deyişle, gerçek anlamda bağımsız merkezi bir yapılanma yönünde bir ileri adım daha atıldı. (Bu gelişmenin yanında ülke çapında ulaşılamayan yörelerde Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi temelinde küçük toplaşmalar da ortaya çıkmıştı.)
      İkinci olarak "Yurt-Dışı" grubunun sanılanın tersine, hiç de politik, askeri, örgütsel alanlarda, az da olsa, deneyim sahibi olmadıkları ve savaşçı unsurlardan oluşmadığı pratikte görüldü. Birleşme kararı alındıktan sonra, hiçbir kayıt ve şart ileri sürülmeksizin "Kesintisiz Devrim II-III" ve "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" temelinde (bir bütün olarak Marksist-Leninist evrensel tezler üzerinde) çalışmalar birleştirildi ve merkezi yönetim oluşturuldu. "Genel Komite" olarak adlandırılan bu yönetim, birleşme sonrası oluşan yapının tüm faaliyetlerinden sorumlu oluyordu. "Genel Komite"nin oluşturulmasında bireylerin geldikleri grup esası değil, bir bütün olarak oluşan yeni yapı içindeki deneyim (bir bakıma "kıdem") ölçüt olarak alınmıştı. Bu ilk "Genel Komite" gelecekte -illegalite koşullarına bağlı olarak- toplanacak THKP ve THKC Kongrelerine kadar görevini sürdürecekti (geçici özelliği). Böylece oluşan Genel Komite'de, sayısal olarak, "Yurt-Dışı" grubundan gelen unsurlar salt çoğunluğa sahiptiler. Bunun bazı sakıncalarını dengelemek için, pratik faaliyetin izlenmesi ve yönlendirilmesi için oluşturulan komitede sayısal dağılım aksi biçimde yapıldı. (Bir çeşit koordinasyon komitesi)
      "Yurt-Dışı"lı unsurların ideolojik ve politik düzeyleri zayıf, pratik-örgütlenme deneyimleri yetersiz ve ellerindeki askeri olanaklar, söylenen ve umulanın -üstelik birleşme öncesi yapının düzeyinin- altında olduğu kısa sürede görüldü. Ama bunlar aşılabilecek engellerdi ve bu nedenle daha önce alınmış karara uygun olarak çalışmalar kesintisiz sürdürüldü. Ama örgütlenme anlayışı farklılığı, çalışma tarzı farklılığıyla birlikte kısa sürede pratik faaliyeti aksatmaya başlamıştı. Marksist-Leninist bir örgüt ile küçük-burjuva radikal örgütlenmesi arasında hiçbir fark görmeyen "Yurt-Dışı" unsurlarının pratik faaliyeti uyumsuzluk yaratarak aksatması kaçınılmazdı. (Bu da, 1975 yaz başında alınan karara uygun olarak yürütülen çalışmanın aksaması ve dolayısıyla da Öncü Savaşına planlandığı boyutta ve biçimde başlanılmasının mümkün olmaması demekti.)
      Öncelikle büyük şehirler (metropoller olarak ifade edilebilir) dışında ve kırsal alanlarda faaliyette bulunan kadrolar ile yeni katılan unsurlar ("Yurt-Dışı"lı) arasında ayrılık belirginleşti. "Yurt-Dışı" grubundan gelen unsurlar büyük ölçüde radikal küçük-burjuva örgütlenme ve çalışma tarzına (özellikle Cezayir ve Filistin'de görülen) göre yetiştirilmiş olduklarından "fedai" zihniyetine sahip bulunuyorlardı. Bu zihniyet pratikte gizli bir merkezden gelecek direktiflere göre hareket etme ve direktif gelene kadar da düzen içinde tam anlamıyla erime şeklinde belirginleşiyordu. Böyle bir anlayışın kadroları salt askeri nitelikte olması gerekiyordu ve örgüte körce bir bağlılık içinde olacak bu askeri kadroların, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi çalışmalarıyla uğraşmaları, doğrudan bağ kurmaları yasaklanıyordu. Silahlı eylem "timleri" olarak belli yerlerde 2-3 kişilik gruplar halinde merkezden gelecek emirleri beklemek bu kadroların yaptığı tek işti. Yıllar "büyük eylemler" için gelecek emirlerin beklenilmesiyle geçiyor ve sözcüğün tam anlamıyla illegalitenin çarkları pasifizm adına dönüyordu. Sürekli bekleyiş halinde bulunan unsurlar yalıtık ortamlarında, kendi iç dünyalarında, kendi bireysellikleriyle başbaşa yaşamak durumundaydılar.
      "Yurt-Dışı" grubunun bu örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzının, açık işgal koşullarında bulunan ve tüm ulusun bu işgale karşı olduğu ve de tepkilerini -şu ya da bu biçimde- açıkça ortaya koydukları bir ülkede yürütülen ulusal savaş anlayışına, yani ulusal askeri bir mücadeleye denk düştüğünü söylemek pek yanlış olmayacaktır. Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nın, özellikle de Filistin mücadelesinin 1965'den sonraki durumuna denk düşen bu anlayış, işgalci ve yayılmacı bir güce karşı yürütülen küçük çaplı askeri operasyonlara özgüdür.
      Özellikle küçük-burjuva Filistin örgütlerinin silahlı eylemleri bir dönem bu biçimdeydi. Ancak açık ve kitle içindeş yani kamplarda bulunan Filistin örgütleriş gönüllü askerlik sistemiyle zorunlu askerlik görevinin özgün bir bileşimi yoluyla kitle içinden sürekli "kadro" temin ettiğinden, "kadro yetiştirme" sorunu salt askeri eğitimle sınırlıdır. Siyonizme karşı geniş kitleleri (Filistin halkını) bilinçlendirme sorunu ya hiç yoktur ya da hemen hemen yoktur. Var olan ise kitlelerin bilinçlendirilerek kazandırılması değil -bu mevcuttur- var olan anti-siyonist bilinci ve "Filistinli" olma bilincini ayakta tutmakla sınırlıdır. Pek çok ülke tarafından resmi olarak kabul edilmiş düzenli bir orduya sahip olan bir halkın mücadelesinin kendine özgü niteliklere sahip olması kaçınılmazdır. [
1]
      Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin ortaya koyduğu gibi, temel mücadele biçimi silahlı propagandadır. Ve silahlı propaganda tek başına silahlı eylem demek değildir. Mahir Çayan yoldaşın deyişiyle, "Silahlı propaganda askeri değil, politik mücadeledir; ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır." Bir başka biçimde söylersek, silahlı propaganda, silahlı (gerilla) eylemleri üzerinde yükselen bilinçlendirme, siyasi eğitim, propaganda ve örgütlenme faaliyetini içerir. Bu nedenle, kadrolar, hem askeri, hem politik kadrolardır; hem savaşçı, hem örgütçü olmak zorundadırlar. Temel mücadele biçiminin bu şekilde ele alınışı diğer politik, ekonomik ve demokratik mücadele biçimlerinin ihmal edileceği demek değildir. Ancak bu mücadele biçimlerinin kullanılması, kadroların belirtilen niteliğini değiştirmez, çünkü bu mücadele biçimleri temel mücadele biçimine tabidir ve ona göre biçimlenir.
      1972'den beri Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre çalışmış kadroların, her şeyi askeri düzeyde ele alan ve örgütü salt silahlı operasyonları gerçekleştirmeye yönelik bir oluşum olarak görenlerle ters düşmesi doğaldı. Bir yanda ülkenin her yerinde ve her alanda örgütlenme çalışmasını yürüten ve Öncü Savaşına başlama hazırlığı içinde bulunan bir örgüt, öte yanda "merkez"den gelecek silahlı eylem direktifini bekleyen bir grup bulunuyordu. Böyle bir durumda "Yurt-Dışı" grubundan gelme unsurların yeniden eğitime tabi tutulmaları zorunluydu. Ancak Genel Komite'de yer alan "Yurt-Dışı"lı unsurlar, mevcut farklılaşmanın bir "işbölümü" bağlamında ele alınabileceğini ve böylece sorunun aşılabilineceğini düşünüyorlardı. Yani askeri kadro-politik kadro ayrımı resmileştirilmeliydi. Oysa ki, son tahlilde ya askeri yan politik yana tabi olacak ya da militarist bir sapmaya düşülecekti. Bundan başka bir üçüncü yol yoktu.
      Örgüt içi bu sorun, giderek Öncü Savaşının hazırlıklarının tamamlanması yönündeki faaliyetin önünde engel oluşturarak, kesintilere yol açıyordu. Öte yandan ise, ülkedeki gelişmeler, alınan kararların yaşama geçirilmesini gün be gün kaçınılmaz kılıyordu. MC'nin oluşturulması ve aynı zamanda faşist milis saldırıların yoğunlaşması karşısında kitlelere öncülük edecek ve oligarşiye karşı gerçek bir siyasi alternatif (devrimci) olarak silahlı devrimci mücadeleyi yürütecek savaşçı bir örgütün varlığını duyurmak ve savaşmak, 1975 sonlarında acil sorun olarak varlığını yoğun biçimde ortaya koyuyordu. Özellikle, faşist milis saldırıların halk kitlelerini, özel olarak da işçi sınıfını politik faaliyetten uzak tutma (pasifikasyon) ve yıldırma amaçlarını genişleterek, kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadele ve örgütlenmelerini engellemeyi de kapsaması; kendiliğinden-gelme çalışmaların da önünde engel oluşturmaya başlamıştı. Böylece başlatılacak Öncü Savaşı, kısa dönemde de oldukça önemli görevleri yerine getirmek zorundaydı.
      Legal solda, tam anlamıyla bir iç mücadelelerin getirdiği kargaşa, keşmeke, ve gövde gösterileri ortalığı toza dumana boğuyordu. Üniversitelerin açılmasıyla birlikte öğrenci hareketini ele geçirme mücadelesi başlamıştı. "Gençliği elinde tutan geleceği de elinde tutar" mantığıyla hemen hemen herkes buralarda toplanmıştı. Birbiri peşi sıra gençlik dergileri çıkartılmaya başlanıldı. İlk sayılarda gençlik üzerine yapılan değerlendirmeler -özde hiçbir farkı olmayan değerlendirmelerdir-, giderek her konuda fikir beyan etmeye yöneliyordu. Böyle bir ortamda hiç kimsenin halk kitlelerini düşünmeye zamanı olmayacağı doğaldı. "Kitlelere" gittiklerini sananlar ise, öğrenci derneklerindeki tartışmaları mahallelere taşımaktan öte bir iş yapmıyorlardı.
      İşte böyle bir ortamda, örgüt içindeki sorunun yarattığı olumsuzluğa ve "Yurt-Dışı" grubunun Genel Komite'de Öncü Savaşına başlanılması konusunda takındığı engelleyici ve karşı çıkıcı tutumuna rağmen, sınırlı amaçlı bir harekâta girişilmesine karar verildi. Karar oybirliğiyle alınmıştı, ama çoğunluk tamamıyla ikircikliydi. Sınırlandırılmamış bir harekât, kesintisiz olarak sürdürülmesi gereken bir Öncü Savaşı demekti, ama öte yandan sınırlandırılmış da olsa gerçekleştirilecek harekât Öncü Savaşına başlamak zorunda bırakabilirdi. Her iki durumda da, başlatılacak ya da başlamak zorunda kalınacak Öncü Savaşı için hazırlıkların yeterliliği konusunda şüpheler vardı. Asgari bir örgütlenme gerekliydi, ama asgarinin ölçüsü neydi? Asgari örgütlenmenin gerçekleştirilip gerçekleştirilemediği sorusundaki tutum, doğrudan Öncü Savaşından, dolayısıyla Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nden ne anlaşıldığına bağlıdır. Oysa bunlar "Kesintisiz Devrim II-III" ve "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"de net biçimde ortaya konulmuştu. Farklılık bu durumda özsel nitelikte görünüyordu. Böylesine özsel farklılıkların ortaya konulup tartışılması ise, yıllar önce yapılmış (ve aşılmış) olanların yinelenmesi demekti. Genel Komite çoğunluğu, sorunu bu gerçek boyutu ile ortaya koymaktan uzak durdu; aksi bir tutum, bu örgütte ne işleri olduğu sorusunun sorulmasına yol açacaktı.
      Öncü Savaşına başlama konusundaki bu ikircikli tutum, her yönüyle yapılacak olan harekâtın planlanmasına yansıdığı için, özel bir öneme sahipti.
      Herşeyden önce bu ikirciklik ve çekingenlik, THKP-C'nin birleşik yapısının ikili durumuna denk düşüyordu. Ve onun dışa vurumuydu. Politikleşmiş askeri savaşın ne olduğunu hiç düşünmemiş "Yurt-Dışı" grubunun sorumlularının böyle bir savaşın başlatılmasıyla karşılaşacakları sorunları bireysel düzeyde ele almaları, pek çok şeyin ortaya çıkması demekti. Herşeyden önce bu unsurlar, mücadelenin olası gelişmesiyle birlikte, ortaya çıkacak zorluklara göğüs geremeyecek nitelikte olduklarını gösterdiler. Gerek bu unsurların, gerekse 1972'den beri süren hazırlık aşamasında, şu ya da bu nedenle örgüt saflarına katılmış bazı unsurların, silahlı devrimci mücadelenin sert, acımasız ve pek çok özveri isteyen niteliğini kavramamış ve her şeyin, her zaman hazırlık aşamasında olduğu gibi kalacağını sandıklarından, Öncü Savaşına başlamanın gündeme gelmesiyle tam bir paniğe kapıldıkları görüldü. Artık mücadele üst bir evreye geçecekti ve bu topyekün bir değişim, eski alışkanlıkların ve yetersizliklerin aşılması da demekti. Buna hazır olmayanların, devrimciliği salt entellektüel bir faaliyet, boş zamanları dolduran bir hobi olarak düşünenlerin (yada sananların) karşı çıkması doğaldı. Sözün özü, küçük-burjuvazinin uzun dönemli, kalıcı, köklü (radikal-devrimci) değişikliğe karşı duydukları korku bir kez daha devrimci saflarda ortaya çıkmıştı. (Özel mülkiyet düzeninin getirdiği konformizm.)
      Küçük-burjuvazinin, bu devrimin gelişimi karşısındaki tutumunun (ki belli ölçüde karşı-devrimci yanıdır) 1975 Aralığında ortaya çıkması doğaldı. Küçük-burjuva kökenli, proleter devrimci olamamış unsurların Öncü Savaşı karşısında duydukları korku, sağ bir anlayışın formüle edilmesiyle kendini netleştirdi. Bu sağ anlayışa göre: Öncü Savaşı sadece silahlı eylem ve propaganda değildir ve asıl önemli olan etkinin yaratılması değil, etkinin örgütlenmesidir. Bu da silahlı eylemlerle etkiyi yaratmak ve diğer mücadele biçimleriyle etkiyi örgütlemek demektir. Bu nedenle diğer mücadele biçimlerinin yürütülmesine ağırlık vermek gerekir. "Etkinin yaratılması ile etkinin örgütlenmesi süreçleri" birbirinden farklı olduğundan, etkinin yaratılmasına ağırlık vermek gerekli değildir. İkinci olarak, etkinin yaratılması sınırlı bir değere ve görece olarak kısa bir zaman dilimine sahip olduğuna göre, bunun, tüm örgüt birimlerinde, bölgelerde, kısaca ülke çapında yapılması hiç de gerekli değildir. Zaten "tek bir bölgede yapılan eylem, diğer bölgelerdeki örgütlenmeyi hızlandırır". Böylece, mevcut durum nedeniyle gerekli olan silahlı eylemlerin bazı bölgelerde (bir ya da birkaç bölgede) yapılması gerekir. Bu bölgelerde, silahlı eylem yapmaya hazır ve bunun sonuçlarını kaldırabilecek durumda bölgeler olmalıdır.
      Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin bu tür sağ yorumu yeni olmamakla birlikte, Öncü Savaşına başlanacağı bir zamanda ortaya çıkması, zararlarının boyutunu artıracak bir nitelik taşıyordu. Yine de sağ anlayışın planladığı biçimiyle harekete geçilmesi kararı, merkeziyetçilik gereği hayata geçirilecekti. Dönemin doğru bir değerlendirmesi ve buna bağlı olarak mevcut güçler dengesi ve devrimci taktiğin ortaya konulması, sağ anlayışın olası zararlarını aza indirici olabilirdi. "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" yazısında doğru devrimci taktik ortaya konmuştu. Ama yukarda belirttiğimiz gibi, örgüt disiplini gereği, karar alındığı biçimiyle uygulanacaktı. Aksi bir tutum, örgütlenme geleneğine sahip olmayan bir ülkede örgüt anarşisini artırmadan öteye geçmeyecekti. Azınlığın (doğru bir çizgi savunsa bile) çoğunluğa, alt organların merkez organlara tabi olması, Marksist-Leninist bir örgütlenmenin sürekliliğinin ve düzenli çalışmasının güvencesidir. Hiçbir kişi ya da organ, böyle bir örgütte kişisel güvensizlik vb. şeyler ileri sürerek alınan kararlara karşı duramaz. Yapılacak olanlar, örgüt konusundaki Leninist tüzük ilkelerinde belirlenmiştir. Bu ilkeler, özel olarak yazılı ve onaylanmış bir tüzük halinde belirtilmemiş olsalar bile, yok sayılamazlardı. Çünkü Marksist-Leninist unsurlar için Bolşevik Parti Tüzüğü, ilkeleriyle evrensel nitelik taşır. İşte bu nedenle alınan karara uyulmuş ve uygulamaya geçilmiştir.
      Genel Komite'de yapılan örgütün mevcut durum değerlendirmesi de, sağcı anlayışın etkisi altında yapılmıştı. Özellikle somutta hangi bölgelerin, yapılması kararlaştırılan eylemlere uygun yapıda olduğunu saptamak söz konusuyken, sağ anlayışın yaratacağı sonuçları önceden kestirmek kolay değildi. Sonuçlar ne olursa olsun, devrimci kararlılık ve özverili bir çalışmayla en az zararlı düzeyde tutulabileceği düşünülüyordu. Genel Komite, yaptığı değerlendirme sonucu silahlı eylem yapmaya uygun ve yeterli alt-yapısı olan bir bölgede (Sivas-Malatya-Adıyaman) ilk silahlı eylemin yapılmasına karar verdi. Karara göre, bu bölgede eylemler yapılırken, göreceli olarak güçlü bir-iki bölgede son hazırlıklar tamamlanacak ve silahlı eyleme geçilecektir. Böylece eylemlerin sürekliliği sağlanmış oluyordu. Gerek ilk bölgede yapılan eylemlerin propagandasının yapılması, gerekse diğer bölgelerde silahlı eylemlerin sürdürülmesi örgütün bir bütün olarak harekete geçmesini gerektirmekteydi. Ama Genel Komite'deki sağcı unsurların küçük-burjuva zaafları ağır basıyordu. Alınan kararın mantıki sonuçlarını ortadan kaldırmak amacıyla bu sağcı unsurlar, pratikte kararın yürütülmesini engellemeye başladılar. Kararın oluşumunu belirleyen ve son haline getiren Genel Komite çoğunluğunun kararlarının uygulanmasını engellemeye kalkışması, küçük-burjuvazinin kaypaklığının somut ifadesiydi. İlk silahlı eylemlerin gerçekleştirilmesi için gerekli askeri malzemelerin eylem bölgesine nakli söz konusu olduğunda, merkez yönetimin sağcı unsurları malzeme "yokluğu"nu öne sürerek kendi bölge imkanları ile, eylemi yapmaları gerekliliğini belirterek askeri malzeme vermeyi kabul etmediler. Alınan karar, bölgenin silahlı eyleme uygun ve yeterli alt-yapısı olduğunu ifade etmiyor muydu? İşte sağcı unsurların böylesine oportünist tutum takınmaları, mevcut örgüt birliğinin, kendileri tarafından (fiilen) sona erdirilmesi ya da en azından belli bir bölgenin fiilen örgüt dışına çıkartılması demekti. Genel Komite'de salt çoğunluğu elinde bulunduran "Yurt-Dışı" grubunun tutumunu iki üyenin desteklemesi ilginç bir görünüm oluşturuyordu. Örgüt bölümünde ise, Genel Komite'deki çoğunluk, "Yurt-Dışı" grubundan gelen bazı unsurların oluşturduğu azınlığı temsil ediyordu. Gizlilik koşulları ve mevcut durumun Öncü Savaşına başlamayı kaçınılmaz kılması, örgüt içi sorunun çözümünün ertelenmesine (her şeye karşın devrimci sorumluluk gereği yapılacak olan ilk silahlı eylem sonrasına) yol açtı.



İKİNCİ BÖLÜM
BEYLERDERESİ'NDEN ÖNCÜ SAVAŞINA



      İşte bu koşullar altında örgüt, ilk silahlı eylemlerini gerçekleştirdi. Ancak Malatya'da meydana gelen olaylar sonucunda, ikisi Genel Komite üyesi olan üç yoldaşın çatışma sonucu oligarşinin zor güçlerince katledilmeleri, eylemlerin bölgede devam etmesini engelledi. Ama Malatya'nın Beylerderesi yöresinde meydana gelen bu olay, ülke çapında yarattığı sonuçlarıyla, geleceği belirleyecek boyutta önemli etkiler yarattı.
      Beylerderesi'nin yarattığı ilk etki, oligarşi üzerinde oldu. Oligarşi, o ana kadar ideal gördüğü bir hükümetle (I. MC) işlerini yürütebileceğini düşünüyordu. Öğrenci hareketi, sendikal mücadele vb. gelişmeler karşısında tutumu belirgin olmasına karşın, silahlı devrimci bir örgütün mevcudiyeti ile ilk kez (1972'den sonrası) karşılaşıyordu. MİT'in elinde hemen hemen hiç bilgi yoktu. Özellikle katledilen yoldaşlardan birinin THKO kökenli olması, 1972 Kızıldere öncesi gerçekleşen silahlı devrimci cephenin devamı olarak görünüyordu. Az bir güçle bile THKP-C ve THKO'nun neler yaptığını görmüş olan oligarşi, konunun ciddiyetini anlamakta gecikmemişti. (Beylerderesi'ndeki askeri operasyonun yürütülüşündeki gelişmeler, bunu açıkça ifade ediyordu.) Bu olaydan hızla dersler çıkararak, planlarını yeniden gözden geçirmeye başladı. İleride göreceğimiz gibi, oligarşinin yeni planları oldukça geniş boyutta olmuştur.
      26 Ocak 1976 sonrasındaki ikinci gelişme, ülkedeki sol hareket içinde oldu. Bugüne kadar THKP-C'nin çizgisini savunduklarını söyleyen, ama pratikte herşeye öğrenci hareketi merkezinden bakan ve bunun dışına çıkamayanlar oportünizmin etkisiyle ilk anda olayın bir rastlantı ürünü olduğunu düşündüler. Ama kısa sürede, Beylerderesi'nin gerçek niteliğini öğrenmeleri büyük bir şaşkınlık yarattı. Bu durumu gören lafta Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni benimseyen oportünistler, görünümü kurtarmak için bazı teorik yazılar yayınlayarak ne düşündüklerini az da olsa kamuoyuna açıklamak zorunda kaldılar. Öte yandan 1972'den beri silahlı devrimci mücadelenin örgütsüz olduğunu, bir daha toparlanamayacağını, 1971 mücadelesinin 68 öğrenci olaylarının doğal sonucu olan "sol" maceracılık (!) olduğunu işleyen revizyonist propaganda, Beylerderesi ile birlikte anlamsızlaştı.
      Beylerderesi, ülkede silahlı bir devrimci örgütün var olduğunu ve bu örgüt üyelerinin oligarşinin zor güçleri karşısında teslim olmaktansa çarpışarak ölmeyi göze alabilecek nitelikte olduğunu dosta ve düşmana gösterdi. Bu durum, samimi unsurların öğrenci hareketi içinde ve bu hareket merkezinden Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne bakmalarını engelledi. İlk şaşkınlığı üzerinden atar atmaz, öğrenci hareketi dışında bir dünya olduğunu kavradılar. Bunun ilk ürünü THKP-C adını sömürenlerle kendilerini ayırmaya yönelmeleri oldu. Ama oportünistler de, revizyonistler de ilk şaşkınlığı atlatmışlardı. Kendi gerçek yüzlerini daha bir ustalıkla gizleme gereksinmesiyle, slogan düzeyinde Kızıldere'ye ve poster düzeyinde Mahir Çayan yoldaşı sahiplendiler. O güne kadar zorla telaffuz ettikleri silahlı mücadele kavramını sık sık kullanır oldular. Öte yandan revizyonistler ise, Che Guevara'dan başlayıp Deniz Gezmiş'e, Mahir Çayan'a kadar giden bir dizi proleter devrimcinin "itibarı"nı (!) geri verdiler. Ve onları "yurtsever", "devrimci" ilan ettiler. Beylerderesi'nin sol hareket üzerindeki en önemli etkisi, o güne kadar kendiliğinden-gelme biçimde sürdürülen kitle mücadelesinin -ilkin öğrenci kesiminden başlayarak- faşist milis saldırılara karşı silahlı bir karşı çıkış ve karşı hareket haline dönüşmesi oldu. Bir başka deyişle, halk kitleleri oportünist ve revizyonistlerce faşist milislerin insafına bırakılmışlığa baş kaldırdılar ve silahlandılar. Kendiliğinden-gelme bu silahlanma, giderek tüm ülkeyi kapsayacaktı. Ya kendiliğindenci süreç bilinçli hale getirilerek Halk Savaşına doğru yöneltilecekti, ya da kendiliğindenciliğe boyun eğilerek sonu belirsiz bir geleceğe yönelinecekti. Ya kitlelere öncülük yapılacaktı, ya da kitlelerin peşine takılarak denetlenemeyen bir süreç -kaos- yaşanacaktı. İşte bu olgu, Öncü Savaşının sürdürülmesinin önemini açıkça ortaya koyuyordu.
      Beylerderesi'nin yarattığı bu durumda, örgüt içinde kaçınılmaz gelişmeler olmuştu. Genel Komite'de çoğunluğu oluşturan "Yurt-Dışı" grubunun -bir bütün olarak- geldikleri ve bulundukları haliyle politikleşmiş askeri savaşa uygun olmadıkları, Genel Komite'de yer alan bireylerinin de tam bir korkaklık gösterdikleri açıkça görüldü. Bunun üzerine, bir yandan bu unsurların doğru devrimci çizgiye tabi olmaları çağrısı yapılırken, öte yandan da Beylerderesi'nde üç yoldaşın yitirilmesinde yaşamsal hatalar yapan, Genel Komite'nin lağvedilmesine karar verildi. (Zaten Genel Komite, iki üyesinin katledilmesi ve bir üyenin istifası ile tam olarak örgüt birliğini temsil etmekten çıkmıştı.) Buna paralel sağ görüşlere sahip ve yetersizliği açığa çıkmış kadroların örgütle ilişkisi kesildi. "Yurt-Dışı" grubu, doğru devrimci çizgiyi benimsemiş kadrolar hariç, tümüyle tasfiye edildi. Ayrıca 1972'den beri örgüt içinde yer almış olup Genel Komite üyeliğinden istifa eden kişi, örgütten ihraç edilirken, bir başka Genel Komite üyesinin özeleştirisi yeterli bulunarak örgütte kalmasına karar verildi. Yine de özeleştirisi kabul edilen kadronun, birleşme öncesinde ortaya çıkan "entellektüelizm" eğilimini taşıyanlardan olduğu gözönüne alınarak, pratik faaliyet içinde denenmesi kararlaştırıldı. [
2]
      Kendi kaderlerine terk edilen "Yurt-Dışı" grubu İstanbul ve İzmir'de kendi faaliyetlerini sürdürmeye çalışmışsa da, tabandaki samimi ve savaşçı unsurların, Beylerderesi'nin etkisiyle, pasifist yöneticilerine karşı çıkmalarıyla tümüyle tasfiye oldu. MLSPB ve EB olarak adlarını duyuracak olan bu unsurların bu hareketi ile "Yurt-Dışı" grubu resmen tarih sahnesinden kalkmış oldu.
      Yaşanılan olaylar, örgüte çok değerli deneyimler kazandırdı. Gelişmelerden yeterli ve gerekli derslerin çıkartılması, gelecekte daha az hatalı savaşılmasını sağlayacaktı. Ama hepsinden öte, Beylerderesi, örgüt içindeki "romantik" (duygusal) ve "iyi niyetli" (idealist) pek çok düşünce ve davranışa son vererek büyük bir itme sağladı.
      Beylerderesi, silahlı devrimci bir örgütün ne olup ne olmayacağını ortaya koymuş ve bazı nüans farklılıklarının ne büyük sapmalara ve sonuçlara yol açabileceğini göstermiştir. "Kesintisiz Devrim II-III" ve "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"de yapılmış formülasyonların, mücadelenin içinde bulunduğu aşamasına ve ülkedeki mevcut duruma bağlı olarak ayrıntılaştırılması gerektiği görüldü. (Somut durumların somut tahlili esprisi.) Aksi halde formülasyonların yanlış kavranılması ve giderek de önceden görülmeyen sapmaların ortaya çıkacağı anlaşıldı. Beylerderesi ile kadroların, nicelik ve nitelik olarak, Öncü Savaşını sürdürmeye uygun oldukları açığa çıktı. Bu yönden duyulan kuşkular ortadan kalktı. Hazırlık aşamasından Öncü Savaşına geçişte karşılaşılabilecek sorunlar (teknik, taktik ve örgütsel) yaşanılarak öğrenildi. O güne kadar 1971'in etkisi örgütlenmiş ve örgütlenen unsurlar, aynı temelde örgütlenme çalışmasına yöneltilmişti. Örgütün merkezi yapılanışı oluşmasına rağmen, bu kadroların kısa ve uzun dönemli -taktik ve stratejik, kentsel ve kırsal, temel ve tali mücadele biçimleri vb. alanlarda- mevzilenmesine kendiliğindenci bir yaklaşım içinde olunduğu görüldü. Örgütlenme çalışmalarında bile planlı bir gelişme yoktu, tersine nerede olanak bulunmuşsa oralarda faaliyet gösteriliyordu. Ülke solunda egemen olan kendiliğinden-gelmeciliğin örgüt içinde bu etkileri, kadroların niteliğine, yani onların Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni özümsemiş olmalarına duyulan güven ve sağ sapmalar nedeniyle önemsenmemişti. Beylerderesi'yle bunun önemi görüldü. Yine yaşanılan birlik süreci, örgütsel birleşmelerin ne olması gerektiğini öğretti. Herşeyden önce örgüte katılımda strateji, program ve tüzük ilkelerinin kabul edilmesiyle yetinilemeyeceği anlaşıldı. Katılımların grup halinde gerçekleştirilmesi, bu grupların örgüt içinde grup alışkanlıklarını sürdürmelerine olanak tanıyordu. Zaman içinde, örgüt içinde bir grup (hizip) olarak, içine sızılmaz, etki yapılamaz bir oluşuma meydan verilmesine yol açtığından, katılımlar -grubun bütün üyeleri katılacak olsa da- bireysel olmalıydı. Örgüt üyeliğine alınacakların tek tek, bireysel olarak değerlendirilmesi yapılmalıydı.


I.
ÖNCÜ SAVAŞI'NIN SON HAZIRLIKLARI
ve
HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ


      İşte Beylerderesi ile belirginleşen bu derslerin ışığında, Öncü Savaşının sürdürülmesi için hazırlık çalışmalarının kısa bir süre daha sürdürülmesi gerektiğine ve Genel Komite lağvedilerek Merkez Yönetim'in, örgütün tek yönetici ve yönlendirici organı olarak, bir süre faaliyet göstermesine karar verildi. Bundan böyle Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin somut planlanmasına ve uygulanmasına yönelik çalışmalar ağırlıkta olacaktı.
      "Kesintisiz Devrim II-III", "TDAS-I" ve "Mevcut Durum-I" de ortaya konulmuş tahlil ve saptamalar Öncü Savaşının somut planlanması için yeterli olmakla birlikte, oportünizmin yeni görünümü ve yaşanmış olan sağ-sapma nedeniyle Öncü Savaşı üzerine ayrıntılı bir broşürün yayınlanması gerekli hale gelmişti. Açıktı ki, böyle bir broşür kadroların eğitimi yönünden ideolojik-politik homojenliği geliştirmek için özel bir değere sahip olacaktı. Öncü Savaşının sürdürülmesi teorik olarak yetkin ve pratik deneyim sahibi pek çok kadronun yitirilmesine yol açabilecekti. Savaşta yitirilmesi olası tüm yönetici kadroların yerlerinin derhal doldurulması ve yönetimin (dolayısıyla Öncü Savaşının) sürekliliğinin sağlanması, kadroların her düzeydeki eğitimini tamamlamakla mümkündü. Kadroların artan oranda örgütçü ve yönetici niteliklere ulaşması yanında, ortak bir Öncü Savaşı planına ve yürütme anlayışına sahip olmaları da gerekliydi. (Homojenliğin kapsamı)
      Teorik çözümlemelerin, pratik faaliyetin yönlendirilmesinde kılavuz olduğu gerçeği, yani teorinin pratiğe genel bir yol gösterdiği unutulamaz. Teorinin ışığı altında, somut durumların somut tahliline, ortak bir bakış açısına, ortak bir savaş anlayışına, ortak bir askeri rota kavrayışına sahip olmak gereklidir.
      "Stratejide
merkezileşme ile taktikte merkezden uzaklaşmayı gerektiren, yani iradede birlik, uygulamada ise çeşitli yöntemlerin kullanılması, parçaların kendilerine vücut veren bütüne bağlı olma hali" sağlanmalıdır. Bu küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru gelişen sürecin ortak kavranışı demektir. Buna bağlı olarak da teorik düzeyin yanında pratik-örgütsel bir düzenleme yapılmalıydı ve yapıldı.
      Beylerderesi'nden sonraki ilk ay içinde sağcı unsurların tasfiyesine ilişkin sorunlar çözümlendi ve hemen, göreli olarak daha deneyimli ve gelişmiş kadroların belli bir merkezi hareket içinde toplanmalarına geçildi. Eldeki olanakların, bu seçilmiş kadrolarla birlikte tek merkezde toplanmaları (bu mekansal değil, yönetseldir) tek savaş anlayışının yaygınla,masını sağlayacak ve belli bir politik, ideolojik, askeri, moral eğitiminin yapılmasını mümkün kılacaktı. Zamanı geldiğinde, bu kadrolar hareketlerini özel olarak denetlemeye gerek duymaksızın, bir bölge ya da bir gerilla cephesinin stratejik yönetimini rahatça üstlenebilecektir. Çünkü bunlar, aynı eğitimden ve pratik çalışmadan gelmiş oldukları için ortak bir anlayışa, ortak bir taktik ve askeri tırmanma politikasına (Öncü Savaşının rotası) sahip olacaklardır.
      Bu faaliyet, birkaç ayda 1972'den ve özellikle de 1974'den beri örgütte yer alan kadroların homojenliğinin yeterli düzeyde olduğunu gösterdi. Bu da, hızla bölge çalışmalarının taktik ve stratejik düzenlenmesine geçmeye olanak sağladı. Merkezileştirilmiş kadroların homojenlik düzeyi bölge çalışmalarının hızla koordine edilmesini sağladığı gibi, tüm kadroların örgütün stratejisini daha fazla kavramalarına da hizmet etti. Ulaşılmış olan düzeyin örgüt içinde yaygınlaştırılmasına yardımcı olmak amacıyla, Öncü Savaşına ilişkin broşürün yayınlanması için yapılan çalışmalar da yoğunlaştırıldı.
      Geçmişten gelen deneyimsizliğin ve eski sağ-pasifist anlayışın etkilerinin yapısal olarak aşılması, Öncü Savaşının hazırlık aşamasının hızla tamamlanması, asgari örgütlenmenin sağlanması demekti. Öte yandan yaygınlaşan faşist milis saldırılara karşı yerel ya da bölgesel düzeyde silahlı eylemler gerçekleştiriliyor ve teknik eylemler yürütülüyordu. Bu faaliyetler, örgütün deneyim kazanmasına yardımcı olurken, yapının darbelere karşı sağlamlaştırılması için bazı pratik dersler sağlıyordu.
      1976 yaz başlarında örgütün bütün olarak taktik ve stratejik mevzilenmesi planlanmış ve uygulamaya sokulmuştu. Yaz boyunca bunların son bir denetimine geçilerek, işlerlik durumunun saptanması söz konusuydu. Ve güzle birlikte stratejik rotaya uygun olarak Öncü Savaşının yürütülmesi kararı alındı (Haziran 76 Kararı). 26 Ocak sonrası oluşturulan Merkezi Yönetim, aldığı karara bağlı olarak bölge çalışmalarının yoğunlaştırılmasına yöneldi. Ama bir kez daha küçük-burjuvazinin devrimci-radikal bir değişimden nasıl korktuğu ve bu korkuyla gericileştiği ve pasifize olduğu görüldü. Haziran 76 Kararı, Beylerderesi'nin sıcaklığı ile birleşerek, örgüte sızmış küçük-burjuva unsurların paniğe kapılmasına yol açtı. O ana kadar, alt düzeyde görev yaparak kendilerini gizlemiş bu unsurlar, uzun dönemli görevler üstlenmek durumunda idiler. Ve ilk tepkileri, bölgesel çalışmaların yoğunlaştırılması ve koordinasyonun sağlanması alanında çıktı. Bunları engelleyerek, bir bütün olarak hazırlığın yapılması gerekliliğinin ortadan kalkacağını düşünüyorlardı.
      Böylece örgüt bir bütün olarak hazır hale gelmediği için, Öncü Savaşına başlanılmayacaktı. Haziran 76 Kararı'nın bu fiili engeli yeterli etki yapmayınca, kararın yeniden gözden geçirilmesi gerektiği önerisi yapıldı. Önce 1976 güzünde başlanılmasına karar verilen Öncü Savaşının rotasının eleştirisiyle başlayan ve giderek tüm stratejinin eleştirisine ulaşan bir gelişme ortaya çıktı. Bu gelişmeyi hızlandıran etmen ise, örgütün bağımsız varlığını ilk kez kamuoyuna açıklaması oldu.
      1976 Haziran'ına kadar, genel olarak THKP-C'li olmak, THKP-C adına faaliyet göstermek ve 1971-72 mücadelesinin niteliğine ulaşmayı beklemek önemli bir sorun oluşturmuyordu. Özellikle THKP-C adını kullanan başka bir kesimin olmaması, oportünistlerle olan farkı teorik metinlerle vurgulamakla yetinmeyi sağlıyordu. Teorik metinlerin altında THKP-C adının kullanılmaması salt ahlâki bir durumun ürünüydü, yani THKP-C'nin geçmişine duyulan saygı ve stratejisine uygun bir faaliyetin (bir bütün olarak) başlatılmasına inancın ürünüydü. Bir başka deyişle THKP-C'nin tarihine uygun bir mücadele ile bu isim hak edilmeliydi. Ama artık örgüt dışında THKP-C adını, şu ya da bu biçimde kullanan kesimler mevcuttu. Güzle birlikte, yani birkaç ay sonra Öncü Savaşına topyekün geçilmesiyle sorun halledilecek görünse de, gelişen olaylar örgütün THKP-C adını kullanan diğer kesimlerden farklı olduğunu belirten bir ad kullanmasını gerektiriyordu. Ayrıca yerel ya da bölgesel düzeyde yapılan silahlı eylemlerin oportünistler tarafından sahiplenilmesinin önüne de geçilmeliydi.
      İşte bu nedenle, gerçekleştirilen silahlı eylem sonrasında 15 Haziran 1976'da örgütün "Halkın Devrimci Öncüleri" olarak nitelenmesine karar verildi ve kamuoyuna ilan edildi. Bundan böyle örgüt açıklamaları ve broşürlerinde resmen bu ad kullanılacaktı. Ve örgütün ana sloganları olarak da "Yaşasın Öncü Savaşı, Yaşasın Halk Savaşı, Kurtuluşa Kadar Savaş" kabul edildi.
      Bu gelişme örgüt içindeki sağ-pasifist eğilimin kendini açığa vurmasını hızlandırdı. Bu unsurların tutumunu ve tezlerini görmeden önce 76 Haziran Kararı'nı, bir bütün olarak belirtmek gerekiyor.
      Haziran 1976'da alınan karara göre, HDÖ'nün stratejik rotası şöyle tanımlanıyordu:       Bu stratejik ilkelere uygun olarak Öncü Savaşı, kır ve şehirde, diyalektik bir bütünlük içinde sürdürülecekti. 1971'de görüldüğü gibi kır gerilla savaşı, sürecin gelişmesinde özel bir yere sahipti. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre kır gerilla savaşı ile şehir gerilla savaşı diyalektik bir bütün oluşturur, ancak 1971'de THKP-C'nin durumu, savaşa şehir gerillasıyla başlanılmasını gerektirmişti. (Bakınız, Kesintisiz Devrim II-III) 1972'den beri bu zorunluluğun aşılması hedef alınmıştı. Fakat 26 Ocak olayı gelinen noktada belli bir gerilemeye yol açmıştı. Bunun yanında bir dizi etmenin kır örgütlenmesi için gerekli hedeflere ulaşmayı engellediği görülüyordu. Diğer yandan 1971'in sempatisi temelindeki en ileri unsurların örgütlenmesi, hazırlık aşamasındaki yöntemlerle sağlanamayacak durumdaydı, ama bir süre için de olsa bu unsurların örgütlenmesi için çalışılmalıydı. Bu unsurlar büyük ölçüde şehirlerde, özellikle de büyük kentlerde toplanmıştı. sçüncü olarak, örgüt göreceli olarak uzun bir hazırlık aşaması yaşamıştı. Bu durum uzun süredir legal olanaklardan yararlanarak hemen hemen sadece propaganda faaliyetlerinde bulunulması demekti. Bunun getirdiği bazı alışkanlıklar, silahlı mücadele sürecinde, önemli zararlara yol açmak durumundaydı. Dördüncü olarak, askeri savaş alanında deneyim oldukça yetersizdi. Kır gerillasında önemli bir sorun oluşturacak bu deneyimsizlik aşılmalıydı. Son olarak da, kırsal alanlardaki örgütlenme, tali mücadele biçimleriyle yeterli düzeye getirilmesi, mevcut durumda oldukça zordu.
      İşte bu nesnel ve öznel nedenlerle kamuoyuna ulaşmanın daha kolay olduğu, şehirlerde yürütülen gerilla savaşı ile işe başlanılmasına karar verildi. (O gün için kır gerilla savaşının kitlelerin yadırgamayacağı üst düzeyde bir hareket olduğu konusu üzerinde durulmamıştır, ama her zaman hesaba katılmıştır.) Diğer taraftan şu ya da bu nedenle kısa ya da uzun bir süre ekonomik ve demokratik mücadelelerde yer almış ve buna bağlı olarak legalite içinde bulunmuş kadroların kısa sürede ve en az riskli bir biçimde politikleşmiş askeri savaşa uyum sağlamaları oldukça zordur.       "Yoğun bir şehirleşmenin ve gerçek bir sanayileşme değilse bile az çok gelişmiş bir hafif ve orta sanayinin bulunduğu ülkelerde gerilla grupları teşkil etmek daha zordur. Şehirlerin ideolojik etkisi, barışçıl usullerle örgütlenmiş kitle savaşları umudunu yaratarak gerilla savaşlarını frenler. Bu da bir çeşit 'örgütçülük' ya da 'kurumculuk' yaratır ki, az çok 'normal' sayılabilecek olan dönemlerde, halkın geçim şartlarının başka durumlara nazaran pek o kadar çetin olmaması ile nitelenebilir." (Che) (abç)       Bu durum, Halkın Devrimci Öncüleri'nin şehir örgütlenmesinin kırlara dönük olmasıyla birlikte, planlamanın daha ayrıntılı ve önlemlere ağırlık verir biçimde yapılmasını gerektiriyordu. Bir başka deyişle, geçici bir zorunlulukla savaşa şehir gerillasıyla başlanılacağını belirtmek tek başına yeterli değildir.


II.
SAĞ SAPMA ve ARALIK 76 KARARI


      Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi böyle bir faaliyet içindeyken, "oligarşinin çok güçlü" olduğu yeniden keşfedildi. Örgüt Merkez Yönetimi'nde ortaya çıkan bu sağcı unsurlara göre: "Dev gibi" güçlü oligarşi karşısında Halkın Devrimci Öncüleri'nin gücü yetersizdir. Silahlı propagandanın örgütleyici olduğunu ileri sürerek, bu gücün sürekli artacağı düşüncesi yanlıştır, -sol-militarist bir sapmadır. Çünkü, özsel olarak silahlı propaganda örgütleyici değildir ve olamaz da. Kitleleri örgütleyen, bugüne kadarki pratiğin de gösterdiği gibi, tali mücadele biçimleridir. Silahlı propaganda salt etkiyi yaratır ve bu etki tali mücadele biçimleri tarafından örgütlenir. Bunun "TDAS-I"deki ifadesi açıktır: Silahlı propaganda tali mücadele biçimlerinin yardımıyla kitleleri örgütler. Bu nedenle mevcut durumda Halkın Devrimci Öncüleri'nin Öncü Savaşını başlatma kararı yanlıştır ve kaldırılmalıdır. Yapılması gereken ise, bugüne kadar fazla ağırlık verilmeyen tali mücadele biçimlerine ağırlık vermektir. Ve bu tali mücadele biçimleriyle, oligarşinin gücüne karşı durabilecek bir güç yaratıldıktan sonra savaşa başlanabilir. Sonuç olarak, yetişmiş ve örgütlenme deneyimine sahip kadrolar ekonomik-demokratik mücadeleye sokulmalıdır. Kısaca, bu sağcı görüş, önce ekonomik-demokratik mücadelede yer alarak, kitleleri kısa vadeli somut ekonomik-demokratik talepler etrafında örgütlemeli ve sonra silahlı mücadeleye başlanmalıdır demektedir.
      Bu görüşün pratikteki ifadesi ise, kırsal alanlarda çalışan kadroların şehirlere çağrılması ve şehir gerilla savaşı için mevzilenmi, kadrolarla birlikte -ki tümü örgütün en eski ve en deneyimli kadrolarıdır- ekonomik ve demokratik mücadeleye sokulması istemidir.
      Bu sağ-sapmanın ileri sürdüğü görüşlerle, bir bütün olarak revizyonistlerin ve oportünistlerin görüşleri arasında pek bir fark yoktu. Özellikle o yıllarda öğrenci hareketinde toplanmış ve lafta silahlı mücadeleyi kabul ettiğini söyleyen "Devrimci" (!) Gençlik ve KSD oportünistlerinin görüşleriyle benzerlikleri çok daha fazlaydı. Revizyonist, pasifist görüşlerin örgüt içindeki uzantısı olan bu sağcı unsurlar tüm ikna çabalarına karşın, düşüncelerini değiştirmemekte kararlı görünüyorlardı. Ve bir yandan Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi'nde sorunun çözümü için yapılan görüşmelere katılırken, öte yandan yönetimleri altındaki bölgelerde kendi görüşlerini yaymakta ve buna uygun olarak faaliyet göstermekte idiler. Bu oportünist tutum, örgüt disiplininin açıkça ihlâli ve örgüt içinde bölücülük yapmak demekti. Uzun süren tartışmalarda, ikna etmek için kullanılan tüm çabaya karşın yanlış düşüncelerini ve örgütün stratejik rotasına aykırı davranışlarını değiştirmemekte ısrarlı olunması, Haziran 76 Kararı'nın yeniden -ama ayrıntılı biçimde- ele alınıp oya sunulmasını gerektirdi. İlk anda sağcı görüşleri benimseyenler, Merkez Yönetim'de tam bir eşitlik sağlamış haldeyken, son anda sağ-sapma içinde olduğunu gören bir üyenin, yanılgısını açıkça ortaya koyup özeleştiri yapması, sağcı görüşün azınlıkta kalmasına yol açmıştı ve oylama sonucunda Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi oy çokluğu ile, 1972'den beri izlenen rotanın Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin gerçek ve doğru uygulaması olduğuna, Aralık 75 ve Haziran 76 Kararları'nın bir bütün olarak doğru olduğuna karar verdi. Buna paralel olarak tartışmalarla yitirilen zamanı telafi edecek şekilde örgüt çalışmalarının hızlandırılması gerektiği belirtildi ve Ocak 1977 tarihinde Öncü Savaşına başlanacak biçimde çalışmaların yoğunlaştırılması kararlaştırıldı. Bu karar üzerine, azınlıkta kalan üyenin kararı tanımadığını ve uymayacağını beyan etmesiyle Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi, ikinci bir oturum yaparak, azınlığın (sağ-sapmanın), Merkez Yönetim'deki temsilcisi başta olmak üzere, ihracına oybirliğiyle karar verdi. Karar gereğince, sağcı unsurların yönetimi ya da sorumluluğu altında bulunan tüm kadrolara durum iletildi ve sağcı görüşleri benimsediğini söyleyenler, tek tek itirazları ayrıca ele alınmaksızın, ihraç edildiler.
      Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi, örgüte yayınladığı bir bildiriyle ihraçları açıkladı. Ve Öncü Savaşına başlanılması için gerekli asgari örgütlenmenin tamamlandığını bildirdi. Artık, Aralık 76 Kararı ile hazırlık aşaması resmen sona ermiş oluyordu.
      Aralık 76 Kararı, salt Öncü Savaşına başlama ve örgüt disiplinine uymayanların ihracı kararı değildi. Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi, Aralık 76 Kararı ile örgütün, bir bütün olarak, politik-ideolojik-örgütsel görüşlerini ortaya koydu. O güne kadar ayrıntılı biçimde ortaya konulmasına gerek duyulmamış bazı saptamaların net biçimde ifade edilmesi, Aralık 76 Kararı ile mümkün oldu. Ayrıca Öncü Savaşının aşamalarına ilişkin ayrıntılı hareket planı, bu kararla birlikte kesin hale getirildi. Bundan böyle bu görüşlere ve plana aykırı rota izleyenlere örgüt içinde yer olmayacaktı.
      Aralık 76 Kararı
ile bir kez daha onaylanan Halkın Devrimci Öncüleri'nin stratejik çizgisi özetle şöyledir:       İşte, Aralık 76 Kararı ile yeniden vurgulanan bu stratejik ilkeler ışığında Öncü Savaşının kısa, orta ve uzun vadeli bir hareket planı oluşturuldu.
      İlk planda, örgütlenmenin temel ve tali mücadele biçimlerini yürütebilecek halde olması gerekliydi. Bu ise kadroların uzun dönemli (stratejik) mevzilendirilmesi demekti. Örgüt, gücünün ve olanaklarının büyük bir kısmını temel mücadele biçiminin yürütülmesine yöneltirken, tali mücadele biçimlerinin yürütülmesine yönelik olarak -az da olsa- belli bir güç ve olanak ayırdı. Özellikle klâsik politik kitle mücadelesini yürütmeye yönelik bir mevzilendirmeydi bu. Silahlı propagandaya tabi ve ona göre biçimlenecek olan bu klâsik politik kitle mücadele biçimi, ülkemizde az bilinen ve büyük ölçüde de yanlış bilinen -ve bu yüzden de yürütülemeyen- bir mücadele biçimiydi. Klâsik politik kitle mücadelesinden, ekonomik ve demokratik mücadeleyi anlayan ve bu anlayışla ekonomizm sapmasına düşenlerin ideolojik etkisi oldukça büyük olan bir ülkede, tali mücadele biçimlerinin gerekliliğinin vurgulanması ve yürütülmesi özel bir yere sahipti.
      Evrim ve devrim aşamalarının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı ülkelerde (kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkeler) evrim aşamasının temel mücadele biçimi olan klâsik politik kitle mücadelesi Lenin tarafından açık bir biçimde ortaya konulmuştur:       "Propaganda ve bilinçlendirme, bilinçlendirme ve propaganda o sırada objektif koşullar tarafından gerçekten ön plana itilmişti. Bütün ülkeye hitap eden haftalık olarak yayınlanması ideal gibi gözüken bir siyasi gazetenin yayınlanması için çalışma, o zaman devrim hazırlığı çalışmasının temel taşı olarak görünüyordu. (Ve 'Ne Yapmalı?' meseleyi böyle koyuyordu.) (Silahlı aksiyon yerine) yığınların bilinçlendirilmesi şiarı, (yöresel ayaklanmalar yerine) ayaklanmanın sosyal ve psikolojik şartlarının hazırlanması şiarı, o sırada devrimci sosyal-demokrasinin biricik doğru şiarlarıydı." (abç) [4]       Bu mücadele biçiminde, ülke çapında yayınlanan (esas olarak illegal) siyasi gazete, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracıdır. Bu araç, kitlelere siyasi bilinç iletmenin yanında, kitlelerin memnuniyetsizliklerinin ve tepkilerinin açığa vurulduğu bir kürsü görevi görmektedir. Bu kürsü aracılığıyla kitleler arasında yoğun ve yaygın bir siyasi gerçekleri teşhir tutkusu yaratılacaktır. Lenin'e göre kitlelerin (politik) eyleme geçmesinin ön koşulu buydu ve bu yapılır yapılmaz kitleler kendiliğinden eyleme (politik) geçeceklerdi. Bu eylem, evrim döneminde siyasi grevler, protesto mitingleri vb. şeklinde olacaktı (silahsız).
      Böyle bir mücadele biçimi, salt bir gazete ya da derginin yayınlanması ve satılması düzeyine indirgenmesi onun politik mücadele biçimi olduğunun yadsınması demekti. Klâsik politik kitle mücadelesinin, tüm mücadeleler gibi, kendine özgü tekniği ve mekanizması vardır. Proletarya partisinin kitlelerle temas kurmasının, onları eğitmesinin ve örgütlemesinin aracı olarak kullanılan bir siyasi gazete, yayınından dağıtımına kadar komplike bir mekanizma oluşturarak görevini yerine getirir. Lenin'e göre, tüm Rusya'da parti örgütlerinin kurulmasında izlenecek zincirin, kavranılması gereken ilk halkası bu siyasi gazetedir. Ancak bir örgüt için her türlü mücadele biçimini ilke olarak kabul etmek -revizyonizmin tipik özelliğidir- tek başına nitelik belirleyici değildir. Sorun nesnel koşullara göre, ilke olarak kabul edilen bu mücadele biçimlerinden hangisinin temel olduğunu saptamaktır. Bu şekilde, nesnel koşulların temel haline getirdiği mücadele biçiminin kendine özgü mekanizmasının ayırıcı özellikleri (karakteristikleri) örgüt içinde daha güçlü bir biçimde ortaya çıkar ve tüm örgüt yapısını belirler. [5]
      Ülkemizin nesnel koşulları (tüm geri-bıraktırılmış ülkeler gibi) klâsik politik kitle mücadele biçiminin temel mücadele biçimi olmasını engellemektedir. Çünkü ülkemiz, "demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı -rafa kaldırıldığı- daha doğru bir deyişle oligarşi tarafından kullanılmasına 'izin' verilmediği, ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasının izlendiği" bir ülkedir. Bu yolu temel alanlar, düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında güçsüzlüğe düşecek giderek de iyice sağa kayacaklardır. Bu yol, "oligarşik diktatörlük ile halktan gelen baskı arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozacak yerde, onu devam ettirecektir." (Che)
      Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre, klâsik politik kitle mücadele biçimi tali mücadele biçimidir ve temel mücadele biçimine (silahlı propaganda) göre biçimlenir. Örgüt içinde temel mücadele biçiminin, yani silahlı propagandanın mekanizmasının ayırıcı özellikleri belirgin biçimde ortaya çıkar. Siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak (tali) devrimci merkezi yayın organı, Öncü Savaşının ilk aşamalarında söz konusu olmayacaktır. Bu durum, devrimci yayının terk edileceği demek değildir. Bu süre içinde kitlelere askeri eylemlerin üzerine oturtulmuş devrimci yayın yapılacaktır. Ancak bu aşamada, bu periyodik olmayacaktır. Ayrıca kadroların siyasi eğitimini amaçlayan, pratiğimize ışık tutan broşürler de çıkartılacaktır.
      Aralık 76 Kararı ile, o güne kadar revizyonizm ve oportünizm tarafından karmakarışık edilmiş temel-tali mücadele biçimleri ilişkisi ve merkezi yayın organı (siyasi gazete) konusu iyice netleştirilmiştir. O zamana kadar hatta gelecekteki tüm sağ-pasifist çizgilerin temel tezi olan merkezi yayın organı çıkartmak konusu, salt bir yayın politikası sorunu olmadığı, tersine, asıl olarak politik mücadele biçimi sorunu olduğu ortaya konuldu. Örgütün birkaç kişiyi görevlendirerek haftalık ya da aylık bir gazeteyi ya da dergiyi çıkartması, "çok yönlü çalışılıyor" izleniminin verilmesi, hiç de zor bir iş değildi. Ama bu oportünist tutum, tüm kadroların aldatılması, hem de devrim mücadelesinin terk edilmesi sonucunu doğurur. Bu yol izlendiği takdirde, (revizyonistlerin yaptığı gibi) varılacak yer illegalitenin çarklarının pasifizm adına dönmesi olacaktır. Merkezi yayın organı, bir politik mücadele biçimine ilişkindir ve bunun mekanizmasıyla bir değeri vardır. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre bu tali bir mücadele biçimidir. Ve bu yüzden yürütülmesi gereken bir mücadeledir. İşte bu saptamaların ışığında Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi tali mücadele biçiminin yürütülmesi için gerekli önlemleri aldı ve buna yönelik belli bir mevzilenme yapıldı. Ancak kısa dönemde bu mekanizma, silahlı eylemler üzerine oturtulmuş, kitleye yönelik devrimci yayınların ve kadroların siyasi eğitimleri için gerekli broşürlerin çıkartılmasına hizmet edecek biçimde olacaktı. Bu yolla örgüt, illegal bir yayının basılması ve dağıtılması vb. konularında deneyim de kazanacaktır. Şüphesiz tali mücadele biçimine yönelik bu mekanizma -kısa dönemde ek bir işleve sahip olarak- yanında, ikinci bir mekanizma da gereklidir. Yani askeri eylemler üzerine oturtulmuş devrimci yayına ilişkin ayrı ve salt bu işle uğraşan bir mekanizma gereklidir. Ama bu mekanizma, bir bütün olarak silahlı propagandanın bir aygıtı olmak durumundadır ve doğrudan gerilla savaşına bağlıdır. İşte bu iki mekanizma, biçimde bir yayın işi olarak görünse de, özde farklı olduklarından asla birbirine karıştırılamaz.
      Yine tali alanlar olarak ekonomik-demokratik mücadele konusunda Halkın Devrimci Öncüleri'nin bakış açısı, Aralık 76 Kararı ile birlikte net biçimde ortaya kondu. Örgüt, ekonomik ve demokratik hak ve istemler etrafında kitleleri örgütlemeye çalışacak, oligarşiye karşı her çeşit tepkiyi yönlendirmeye uğraşacaktır. Ancak bu çalışmalar politik mücadeleye tabi olarak güç oranında yürütülecek ve gücün pek çok alana yayılarak etkisizleşmesinin önüne geçilecek biçimde ele alınacaktır. Örgüt, belirleyici ve ayırıcı niteliğinin politik-askeri olduğu gerçeğiyle, yani proletaryanın ve diğer emekçi halkın iktidar mücadelesinin öncü müfrezesi olduğunun bilinciyle, ekonomik ve demokratik mücadeleyi fiilen yürütmek ve yönetmek görevini üstlenmez. Bu mücadelelerin örgütleri, sendikalar, köylü birlikleri (kooperatifler vb.), meslek birlikleri, demokratik kitle örgütleri (dernekler) olacaktır. Bunların örgütle işbirliği yapmaları ve denetim altında olmaları istenen bir şeydir. Ama bu amaçla politik bir örgütün dönüştürülmesi ekonomizmdir, trade-unionculuktur.
      Ülkemizdeki ve diğer tüm geri-bıraktırılmış ülkelerdeki nesnel koşullar, ekonomik-demokratik mücadelenin (düzen sınırları içinde olmasına rağmen) uzun dönemli olmasını olanaksız kılmaktadır. Sık sık yönetimin askerileştirilmesi, yani sömürge tipi faşizmin açık hale gelmesi olgusu bu kesintilerin ifadesidir. "En masumö, yani ekonomik nitelikteki bir kitle hareketinin (grev vb.) zorla yok edilmeye çalışıldığı bir ülkede, politik-askeri bir örgütlenmenin sürekliliği özel bir yere sahiptir. Devrimin demokratik niteliği, bizzat ekonomik ve demokratik mücadelenin uzun dönemli ve kalıcı olamamasının bir ürünüdür. Demokratik devrim gerekliliği ile düzen sınırları içinde sürdürülen demokratik mücadele birbirine karıştırılmamalıdır. Düzen sınırları içersinde, yani yasallık çerçevesinde yürütülen ekonomik ve demokratik bir mücadele, kesintili biçimde yürütülebilinir. Uygun her konjonktürde ve her türlü yasal olanaktan yararlanarak bu mücadelenin yürütülmesi mümkündür ve gereklidir. Devrimci örgüt bu alanlarda kitlelere yardımcı olur ve bu görevle kadrolarının belli bir bölümünü bu alanlara yöneltir. Ancak bu mücadelenin -özellikle demokratik mücadelenin- gerçek kurtuluşa ulaşmayı sağlayamayacağı kitlelere gösterilmelidir. Ama bunun doğrudan politik mücadele biçimlerinin, (temel ya da tali) görevi olduğu unutulmamalıdır. Bu görevi bir sendikaya, bir sendika yöneticisine bırakmak, politik görevleri terketmek ve partiyi sendikaya dönüştürmek demektir. En genel deyimle, kitle içinde parti çalışması denilen olgu, kadroların niteliğini belirler. Ekonomik-demokratik alanlara, bu alanlardaki mücadeleye yardımcı olmak için gönderilen kadrolar ile bu alanlarda (fabrikalar vb.) politik faaliyette bulunmak için mevzilenen kadrolar arasında bir ayrım yapılmaktadır. Birincisi, legal çalışmayı yürütürken, ikincisi, legal olanaklardan yararlanarak politik çalışma yürüttüğü için illegaldir ve çalışmayı gizlilik esasına göre gerçekleştirir. Birincisi, ekonomik-demokratik kitle örgütleri içinde yer alırken, ikincisi, doğrudan politik örgütün yapılanması içinde yer alır. Bu görevler ve kadrolar asla birbirine karıştırılamaz. Bir ekonomik-demokratik kitle örgütünde (sendika, birlik, dernek vb.) yer alan ve hatta yönetiminde bulunan bir örgüt üyesinin, örgütün politik-askeri faaliyetlerine sokulması ya da bulunduğu kitle örgütlerinde kadro sağlaması vb. yanlış ve yanıltıcıdır. Bu görevler, o birimlerde bu amaçla yer alacak kadrolarca yerine getirilir.
      Aralık 1976 Kararı, örgütün gücünün ve olanaklarının büyük bir kısmının temel mücadele biçimine ayrılmasının doğru olduğunu onaylarken, buna ilişkin ayrıntılı bir planı da ortaya koydu.
      Temel mücadele biçimi olan silahlı propaganda, kendine özgü bir tekniğe ve bir mekanizmaya sahiptir. Her politik mücadele biçimi gibi bilinçlendirme, siyasi eğitim, propaganda ve örgütlenme faaliyetini içerir. En genel deyimiyle, politik mücadele biçimi olarak, silahlı propaganda kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesine yöneliktir. Ayırıcı özelliği (niteliği), kullandığı araçtan kaynaklanır. Kitlelerin biliçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi süreci ise, ilkin, en geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının yürütülmesiyle başlar. Bu kampanya tek yönlü, yani salt örgütün siyasi gerçekleri açıklaması şeklinde değil, kitlelerin içinde siyasi gerçekleri açıklama (teşhir) tutkusu ile birlikte iki yönlüdür. Buna paralel olarak politik propaganda (yani açıklanan siyasi gerçeğin ne olduğu ve neden olduğunun ortaya konulması) ve siyasi eğitim çalışması (yani siyasi gerçeğin tam ve bütünsel anlatımı ile mevcut düzenin yıkılması gerektiği ve nasıl yıkılacağının anlatılması) yürütülür. Sonuçta kitleye politik bilinç verilir ve böylece örgütlenmeye ulaşılır.
      Silahlı propaganda, bu süreçte, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının aracı olarak gerilla savaşının kullanıldığı politik mücadele biçimidir. Bir başka deyişle, gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesi, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınması silahlı propagandadır. (Bunun temel olduğu stratejiye de Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir. Politikleşmiş askeri savaş deyişiyle, silahlı propaganda deyişi arasında muhteva olarak fark yoktur.) Temel mücadele biçiminin bu seçimi -daha önce belirtildiği gibi- emperyalizmin sömürüsünün olduğu ve demokratik devrimin tamamlanmadığı geri-bıraktırılmış bir ülke olmasından kaynaklanır. Böyle bir ülkede kitlelerle temas kurma ve kitlelerin pasifize edilmiş tepkilerinin açığa çıkartılması için (suni denge esprisi) silahlı eylem (aksiyon) yöntemlerinin temel alınması kaçınılmazdır. (Tam anlamıyla olgun olmasa da milli krizin mevcudiyeti.) Ama gerilla savaşı tek silahlı eylem yöntemi (biçimi) değildir. Literatürde pek çok değişik eylem biçimi mevcuttur. Bunlar içinde gerilla savaş biçiminin seçilmesi, bu savaş biçiminin maddi olarak zayıf gücün zaman içinde (uzatılmış bir savaşla) güçlü düşmanı yenmeye en elverişli biçim olmasıdır.
      Bu şekilde seçilen gerilla savaşış hem siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının aracı, hem de ülkenin somut tarihsel koşullarının getirdiği suni dengesinin bozulmasının aracıdır. Ancak silahlı propaganda salt gerilla savaşı değildir, yani sağ-pasifist çizginin ileri sürdüğü gibi silahlı propaganda kesin olarak silahlı eylemle özdeş değildir. Silahlı propaganda askeri değil, politik mücadeledir. Bu nedenle gerilla savaşının temel olduğu komplike ve karmaşık bir mekanizma oluşturur. Bu mekanizmanın unsurları şöyle ifade edilebilir:
      İlkin, mücadelenin yürütüldüğü alanlar özelliğine göre kır ve şehir şeklinde iki ana bölüme ayrılır. Bu aynı zamanda gerilla savaşının, kır gerilla savaşı ve şehir gerilla savaşı olarak iki bölümde ele alınması demektir. Silahlı propaganda, mücadele alanının (kır ve şehir) özelliklerine göre (özde aynı olmakla birlikte) biçimlenir.
      Kırsal alanlarda yürütülen silahlı propaganda, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nde belirtilen boyuttaki silahlı propaganda biçimidir. Che'nin "silahlı propagandanın Vietnamcası" dediği ve Küba Devrimi'nde Sierra Maestra'da uygulanan boyutuyla silahlı propagandaş kırsal alanlara en uygun mücadele biçimidir. Gerçekte silahlı propaganda kavramını ifade eden bu durum, ülkemizdeki tüm sağ sapmaların "örgütleyici değildir" diye karşı çıktıkları şeydir. Kırsal alanlarda gerilla savaşı (kır gerillası) suni dengeyi bozmak ve siyasi gerçekleri açıklamak için yürütülür. Kır gerillasına artan oranda katılımların olmasıyla düzenli orduya (halk ordusu) dönüşür ve Halk Savaşı başlatılır. Bir başka deyişle, kır gerillası halk ordusunun çekirdeği (nüvesi) olmak durumundadır. Ancak Öncü Savaşının başlangıcından itibaren kır gerilla savaşı, gerilla üs bölgeleri oluşturmayı (ki istikrarlı hale gelmesiyle kurtarılmış bölge olur) ve bu bölgelerdeki halkı büyük birimler halinde örgütlemeyi hedeflemez. Bu ancak Öncü Savaşının Halk Savaşına dönüştüğü evrede söz konusu olabilir. (Öncü Savaşının Halk Savaşına ne zaman ve nasıl dönüşeceği sorunu somut bir sorundur. Bu anı önceden kesin olarak saptamak mümkün değildir. Çünkü Öncü Savaşının amaçlarından biri olan suni dengeyi bozmak, kitlelerin tepkilerinin açık hale gelmesi demektir. Bu ise kitlelerin kendiliğinden gelme ayaklanmalarına yol açar ve bu da Halk Savaşının fiilen başlaması demektir.) Kitle örgütlenmesiyle silahlı güç, silahlı güç ile kitle örgütlenmesinin birlikte büyümesi böylece gerçekleşir. Bu nedenle örgüt başlangıçta gücünü aşan ve silahla kontrol altına alınamayan kitle hareketlerinin içine girmez. [6]
      Kırsal alanlarda yürütülen gerilla savaşı, ilk dönemde kuvvet gösterisi niteliğini taşıyacaktır. Suni dengenin kurulmasında ve sürdürülmesinde oligarşinin gücünün "dev gibi güçlü" gösterilmesi bunun nedenidir. Genel olarak yeni-sömürgecinin ideali, kuvvetini kullanmamak için göstermek; gerilla ise, gücünü göstermek için kullanmak zorundadır. Ve aynı nedenlere bağlı olarak, Öncü Savaşının ilk aşamalarında savaşın psikolojik yıpratma yönü ağır basar. [7]
      Kısaca, kırsal alanda yürütülen silahlı propaganda, kır gerillasının fiilen yürüttüğü siyasi gerçekleri teşhir, propaganda, siyasi eğitim çalışmasıdır ve bu şekilde kitleleri bilinçlendirir ve örgütler. Kır gerillası içinde örgütlenen unsurlar yeni gerilla cephelerinin açılmasını gündeme getirir. Bu da kır gerillasının gelişmesi ve yaygınlaşması demektir.
      İşte bu şekilde yürütülen silahlı propagandanın örgütleyici olmadığını söylemek, devrimcilerin hiçbir biçimde kitleleri örgütleyemeyeceğini ileri sürmek demektir. Sağ-pasifist unsurlara göre ülkemizdeki her tür revizyonist ve oportünistler de buna dahildir. Kitleleri bilinçlendirip örgütlemenin yolu kitlelerin içine girmekle mümkündür, yani kitlelerle temas kurmak ve onların içinde olmak gerekir. Kitle içinde yer alan kadrolar, her somut olaydan yola çıkarak düzeni teşhir eder, düzenin değişmesi gerektiğini anlatır ve onları ikna ederek örgütler. Sağ-pasifistlere göre, tek doğru yol budur. Ve silahlı propagandayı temel alan bir örgüt, bunu yapmadığı için "kitlelerden kopuktur" !
      Gerçeklikte sağ-pasifist unsurların iddiaları bazı genel doğruları söylemekten öte bir şey ifade etmez. Kırsal alanda yürütülen silahlı propaganda aynı şeyleri yapar, ama bu çalışmayı yürüten kadrolar salt politik değil, aynı zamanda askeri kadrodur. Kırsal alanda uzun dönemli bir politik çalışmayı yürütebilmenin tek yolu, oligarşinin zor güçleriyle yaptığı engellemeyi kırmakla mümkündür. Uzun dönemde kitlelerle temas kurmanın tek yolu da budur. En küçük bir kıpırdanmanın bile zorla ezilmeye çalışıldığı bir ülkede, kırsal alanlarda oligarşinin uzun süreli bir politik çalışmaya (silahsız) göz yumacağını düşünmek budalalıktır. Nitekim kırlarda, oligarşi askeri örgütlenmesini (jandarma ve yapılanışı) tümüyle buna göre düzenlemiştir. Nüfus olarak az ve dağınık kırsal yerleşim birimlerinde bir kadronun uzun süre gizliliğini koruyabilmesi olanaksızdır. (Ülkede nüfusu beşyüzden az köy sayısı 21.000'dir. Bu sayı toplam kırsal yerleşim biriminin % 60'ıdır. Bu 21.000 köyde ortalama nüfus 280 civarındadır. Nüfusu binden az olan kırsal yerleşim birimlerinin sayısı ise 31.100'dür. Bu, toplam kırsal yerleşimin % 87'sidir ve buradaki toplam nüfus 14 milyon olup, toplam kırsal nüfusun % 55'idir.) Oligarşinin zor güçleri en kısa sürede bu çalışmayı durdurmak ve kadroları yakalamak için harekete geçecektir. Silahsız ve plansız bir çalışma, bu durumda ya çalışmayı kesmek ya da yakalanmak durumundadır. Kısaca bu gerçeklik, kırsal alanda politik mücadelenin silahsız olamayacağını tanıtlar. Ancak bu silahlı çalışma şu ya da bu biçimde değil, sistemli, planlı ve uzun erimli olmak zorundadır. Bunun yolu ise gerilla savaşıdır. Böyle bir gerilla savaşının statik olamayacağı açıktır. Ama kır gerilla savaşı konusunda ortaya çıkan "sabit üsler" anlayışının yol açtığı vahim hatalar göz önüne alınarak bu savaşın hareketli bir savaş olduğunu vurgulamak gerekir. (Genel olarak silahlı propagandanın, özel olarak da gerilla savaşının kırsal alanlarda yürütülmesine ilişkin, Aralık 1976 Kararı'nda yer alan program, teknik ve taktik konularını kapsadığı için burada ifade edilmeyecektir.) [8]
      İkinci olarak "gizli silahlı propaganda" adı verilen diğer bir yanılgının oluşturduğu 5-10 kişilik küçük birimler halinde "propaganda" anlayışına dikkat çekmek için, kır gerilla savaşının gerilla birliği ya da birliklerince yürütüleceğini vurgulamak gereklidir. İşte bu iki nedenden dolayı, kır gerilla savaşının bizatihi kendisinin içermesine rağmen "hareketli gerilla birliği" ile kır gerillasını nitelemek gerekmiştir.
      Şehirlerde yürütülen silahlı propaganda ise, buraların sosyo-ekonomik özelliği ve şehir gerilla savaşının niteliği (sınırlılığı) yüzünden kırlardan daha farklı biçimlenir. Kırlarda gerilla savaşına yardımcı olarak kullanılan bazı araçlar, şehirlerde daha fazla öneme sahip olurlar. Şehir gerillasının kır gerillası gibi kitlelerle doğrudan (araçsız) temas kurma olanağına pek sahip olmadığı için, kitlelere ulaşmada yardımcı araçlara (bildiri, broşür, duvar yazısı, pul, afiş, pankart, ses aygıtları vb.) daha fazla gereksinme duyar ve hatta bu araçların kullanılması, bir şehir gerillası eylemi olarak düşünülüp planlanmasını ve yapılmasını gerektirir. Yine silahlı eylemler üzerine oturtulmuş propagandanın yürütülmesi ve buna paralel örgütlenme faaliyetinin gerçekleştirilmesi için, kitle içinde bulunan ve gizli çalışan kadrolar çok daha fazla gereklidir. Bir bakıma, şehirlerde etkinin yaratılması ile örgütlenmesi birbirinden ayrılabilmektedir. Bu ayrılma etkiyi yaratan güçle (şehir gerillası), etkiyi örgütleyen gücün ayrışması ile somutlaşır. Bu durum şehirlerde silahlı propaganda ile klâsik politik kitle mücadele biçimi arasındaki sınırları büyük ölçüde bulanıklaştırır. (Saflarımızdaki sağ-sapmanın bir nedeni de budur.) Klâsik politik kitle mücadelesinde çalışan kadronun (gizlilik temelinde) illegal bir yayın organı (siyasi gazete) dağıtması ve buna bağlı olarak, yani yayın aracılığıyla örgütlenmeye gitmesiyle, silahlı eylemler üzerine oturtulmuş bir devrimci yayının (bildiri, bülten vb.) gene gizli çalışan bir kadronun dağıtması ve buna bağlı olarak örgütlenmeye gitmesi, pratikte önemli bir farklılık sergilemeyecektir. Ülkemizde devrimci mücadelenin uzun süredir şehirlerde merkezileşmiş ve yoğunlaşmış olduğu ve kır gerillasına gerçek anlamda geçilmemiş olduğu düşünülecek olursa, pratikteki bu görünümün, pekçok kadro üzerinde tali mücadele biçiminin çok önemli olduğu düşüncesine yol açabileceği kolayca anlaşılabilir. İşte bu görünüm, sağ-sapma tarafından, silahlı propagandanın silahlı eylem olarak salt etkiyi yarattığı ve yaratılan etkinin tali mücadele biçimleriyle örgütlenebileceği şeklinde özel bir teori haline getirilmiştir. Bu teorinin, her türlü mücadele biçimini "ilke" olarak kabul ettiğini ilan eden modern revizyonizmin anlayışından özsel bir farklılığı yoktur.
      Aralarındaki fark, birincilerin silahlı eylemin nesnel koşullarının olduğunu kabul etmesi, ikincilerin nesnel koşulların olmadığını ileri sürmeleri ve ikincilerin revizyonistlikleri, oportünistlikleri açığa çıkmış olduğundan "pasifist ve korkakö, birincilerin ise yeni olduklarından "aktif ve yiğit" (!) olduklarından öte değildir.
      Sağ-sapma, şehirlerdeki mücadelenin görüntüsünden yararlanarak oluşturduğu bu özel teoriyle, örgütün, 1971-72'de olduğu gibi etkiyi yaratabileceği ama asla bu etkiyi örgütleyemeyeceğini ileri sürüyordu. Bu masum (!) ifadelerin arkasında ise, yukarda belirttiğimiz gibi, revizyonist devrim anlayışı yatıyordu. (Nitekim bu sağcı unsurlar, zaman içinde, ya devrimciliği bırakmışlar ya da modern revizyonizmin çizgisine gönüllü kaydolmuşlardır.)
      Gerçeklikte ise, şehirlerde yürütülen silahlı propaganda, herşeyden önce kendine özgü biçimler oluşturmak zorunda olduğu, var gözükenlerin geçicilik alanı oluşturduğudur. Oluşması gereken biçimlerin, ülkemizde bilinmiyor olması ya da uygulanmamış olması, bu gerçeği değiştirmez. Mücadelenin gelişimine paralel olarak, bugün için bilinmeyen pek çok yeni eylem türlerinin ortaya çıkması, tarihsel olarak büyük olasılıktır. Bugün için şehir gerilla savaşının dar boyutlu pratiğinin, şehirlerdeki silahlı propagandanın diğer (tali) politik mücadele biçimleriyle karıştırılmasına yol açtığı söylenebilir. Şehir gerilla savaşının, Öncü Savaşının başlangıcından itibaren yeni biçimler yaratacağı beklenemeyeceği gibi, Öncü Savaşının en üst ve en sert düzeyden başlatılması da söz konusu değildir. Herşeyden önce Öncü Savaşına şehir gerillasıyla başlanılması, bu evrede eylem çeşitliliğinin önünde engeldir. Kır gerilla savaşının başlatılmasına paralel olarak, gelişecek olan şehir gerilla savaşı eylem alanının genişlemesi, eylem hedeflerinin çoğalması ve eylem biçimlerinin çeşitlenmesiyle yüzyüze gelir. Ama tüm evrelerde geçerliliğini koruyan, şehir gerilla savaşının kendi sınırlılığıdır. Bu sınırlılık, kır gerilla savaşının tersine, doğal bir evrimle kitlesel bir silahlı güç oluşturamayacağı ve bu gücün uygun savaş biçimlerine (hareketli savaş, mevzi savaş gibi) kendiliğinden dönüşemeyeceği demektir.
      Şehir gerilla savaşının sınırlılığı ile belirlenen çerçevede, şehir silahlı propagandası kendine özgü bir mekanizma oluşturur. Bu mekanizma şehir gerilla savaşının gereklerine ve işlevine göre biçimlenir. Klâsik politik kitle mücadele biçiminin mekanizması hiçbir biçimde silahlı eylemi, silahlı eylem gruplarını dışta bırakmaz, ama bu gruplar gerilla değil, "şok grupları"dır. Bunlar tüm mekanizmanın özel bölümüdür ve önceden sınırları kesin olarak belirlenmiştir. Tutuklu ve hükümlülerin kurtarılması, ajanların cezalandırılması, para temini gibi. Askeri malzeme temini, bu özel bölüm için devrim durumuna bağlı olarak önem kazanır. (Bulgaristan örneği açıktır.) Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre, şehir gerillası, özel bir bölüm değil, tüm mekanizmanın odağıdır. Şehir gerillası, önceden saptanmı, teknik eylemleri yerine getiren bir organ olmayıp, genel politik mücadelenin aracıdır. (Suni dengeyi bozma, siyasi gerçekleri açıklama işlevleri.) Bu temelde dolaylı ya da dolaysız olarak askeri hedeflere de yönelir. Özellikle kır gerilla savaşına bağlı olarak bu durumu daha da açığa çıkar.
      Sağ-sapmanın, şehir gerillasını "şok gruplarıöna indirgeme anlayışı, en açık biçimde Venezüella deneyimi ile çelişir. Özellikle "birleşik devrimci savaş" anlayışının formüle edildiği ve yaşama geçirildiği Venezüella deneyimi şehir mücadelesi açısından da zengin derslerle doludur. Venezüella'da FLN ve FALN'nin stratejik anlayışında şehir gerillası "taktik savaş birimidir. (UTC)
      Bilindiği gibi, gerilla savaşının yeni bir biçimi olarak şehir gerilla savaşı ilk kez Venezüella'da geliştirilmiştir. Şehir nüfusunun göreli olarak en yoğun olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerin başında gelen Venezüella'da 1962 yılında, VKP ve MİR'in oluşturduğu FLN ve FALN'ın devrim anlayışı kır ve şehri birleşik olarak ele almaya dayanır (Birleşik Devrimci Savaş). FLN ve FALN'a göre, kır gerillası stratejik olarak ana güçtür ve gelecekteki halk ordusunun çekirdeğidir. Şehir gerillası ise, taktik düzeyde ve kır gerillasına bağlı olarak ele alınır. Bu nedenle şehir gerillası UTC -Taktik Savaş Birimleri- olarak adlandırılır. UTC operasyonlarının üssü ve yeni savaşçıların kaynağı gecekondu mahalleleridir. UTC'nin gerçekleştirdiği eylemler çok çeşitli olmakla beraber, oligarşinin ordusundan askerlerin tutsak alınması, para, silah ve belgelere elkonulması, emperyalist kuruluşlara sabotaj yapılması ilk bakışta görülen bazı eylemlerdir. UTC'lerin daha gelişkin (büyük de diyebiliriz) eylemleri ise, baskı güçlerini taciz etme (yıpratma savaşı bağlamında), pusu kurma, orduyla çatışmaya girme ve bir semtin tümüyle işgal edilmesidir. Bu semtler küçük bir arazide silahlı grupların -UTC'lerin- yoğunlaştırılmasıyla bir-kaç saat için kurtarılmış bölge haline geliyor ve savunulamaz hale gelince de geri çekiliniyordu. Bir bakıma kırlarda söz konusu olan kitleyle gerillanın doğrudan teması sağlanıyordu. UTC'lerin bu eylemlerinde, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi genel hedefi dışında, ağır basan amaç, şehirlerdeki, özelikle de Karakas'taki oligarşinin ordu birliklerinin hareket özgürlüğünü sınırlamak, onları yormak, moral bozukluğunu ve firarları artırarak onları bölmektir. UTC'ler amaçlarına ve eylem alanlarına (şehirler) bağlı olarak belli bir yapılanma içindeydi. Her UTC 4-6 kişiden oluşuyordu. Bir takım üç UTC'den; bir müfreze üç takımdan; bir tugay üç müfrezeden; bir kol üç tugaydan meydana geliyordu. Kolların birleşmesiyle bir gerilla cephesi ortaya çıkıyordu. (Her kol ortalama 300-400 savaşçıdan meydana gelir.)
      Venezüella'da planlandığı ve uygulandığı haliyle böyle bir şehir mücadelesine, klâsik politik kitle mücadelesi demek kimsenin aklına gelemeyeceği gibi, tali mücadele biçimlerinin şehirler için temel olması gerektiğini de ileri süremeyecektir. Ancak Halkın Devrimci Öncüleri için sorun bu olmamıştır. Tersine, bir ülkedeki devrimci mücadeleyi soyut tartışmalarda veri olarak kullanmak, hiçbir işe yaramayacaktır. Halkın Devrimci Öncüleri için, bir ülkedeki devrimci mücadelenin, uluslararası bir deneyim olarak, kendi pratiğimize ışık tutucu pek çok derslerle dolu olması önemlidir. Bu bağlamda UTC'lerin, Venezüella'daki başarısızlığı -tıpkı kır gerillasında olduğu gibi- ayrıntılı biçimde ve kendi somutluğunda ele alınıp değerlendirilmelidir. 1962'deki mücadelenin en önemli sonucu kır gerillası ile şehir gerillası arasındaki uyumsuzluktur. Bu uyumsuzluk koordinasyonun somut planda sağlanamaması sonucunda, kıra göre şehirlerde savaşın hızla tırmanmasına yol açmıştır. Bu şehir gerillasının başlatılması-gelişmesi-yayılması süreci ile kır gerillasının aynı süreci arasında uyum kurulamaması, dolayısıyla kır ile şehir arasındaki zorunlu eşgüdümün ortadan kalkması durumu başarısızlığın ana nedeniydi. Şehir gerillasının yaygınlaştırıldığı bir evrede kır gerillası, henüz başlangıç sorunlarıyla uğraşıyor olması, VKP ve MİR yöneticilerinin, kısa sürede zafere ulaşma düşüncesiyle, kır gerillasına cephe düzeyinde ve birden çok cephede (altı cephe: Merida, Zulia, Miranda, Trijille, Lara ve Falcon) başlamayı planlamaları uyumsuzluğun ve eşgüdümsüzlüğün yaratıcısıydı. Özellikle VKP kır gerilla savaşını, bir süreç olarak değil, an olarak ele alıyordu. Bu, yıllardır VKP'nin savunduğu sovyetik ayaklanma modeline bağlı bir kır gerillası anlayışıydı. Böylece küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru gelişecek olan süreç, kır gerillasının başlatılması ve geliştirilmesi aşamalarını atlayarak, yaygınlaştırılması aşamasıyla sınırlandırılmıştı. Doğal olarak bu anlayış açısından şehir gerillası hızla geliştirilip yaygınlaştırılmalıydı. Ama oligarşinin, kırlarda askeri güçlerini tek tek gerilla cepheleri üzerinde yoğunlaştırmasıyla, Lara ve Falcon dışındaki cepheler yok edildi. Bu da, planın tümüyle işlemez hale gelmesi demekti.
      1962 Venezüella deneyiminden çıkan ikinci ders ise, politik liderlik ile askeri liderliğin ayrıştırılamayacağı ve bu nedenle kır gerillasının şehirlerden yönetilemeyeceğidir. F. Castro'nun VKP'ye yönelik ünlü konuşması esas olarak bu noktayı ele alıyor ve VKP yöneticilerini ihanetle suçluyordu. (Bkz. "Fidel Castro Konuşuyor" Habora yayınları.)
      Üçüncü ders ise, şehir gerilla savaşının kır gerilla savaşından bağımsız bir hareket oluşturamayacağıdır. Şehir gerilla savaşı esnek ve hareketli bir savaş olamaz ve giderek düzenli ordu savaşına dönüşemez. Onun eylemleri, belli bir dönem için taciz ve sabotaj eylemleri ile sınırlıdır. Sabit ya da yerleşik bir gerilla merkezi (üssü) oluşturamayacak olan şehir gerillası, belli bir dönem için kitlelerle doğrudan temas içinde olamaz ve bu yüzden sosyal ve ekonomik bir temele (üs) sahip değildir. Bu sınırlılığı nedeniyle, şehir gerillası, kır gerillasıyla eşgüdümlü olarak gelişemez ise, belli bir süre sonra savaşçılarının atomlaşmasına (kendiliğinden savaşı terk etmeleri ya da bireysel eylemlere yönelmeleri) yol açarak yenilgiye neden olur.
      Dördüncü olarak, kır gerillasıyla eşgüdüm içinde olmayan ve merkezi denetimi zayıflayan şehir gerillası, belli bir süre sonra yozlaşır, depolitizasyona uğrar ve böylece anarşik ve düzensiz eylemlere (bireysel terör) yol açar. [9]
      İşte bu değerlendirmeler ve ilkeler ışığında, ülkenin somut durumu (mevcut durumu) tahlil edilerek ayrıntılı bir hareket planı yapıldı. Ve o güne kadar, genel bir rota dışında bir yönelime sahip olmayan kadrolar bu plana göre mevzilendirilmeye başlandı.
      Aralık 1976 Kararı alındığı dönemde ülkedeki durum ise şöyleydi:
      1974'den beri kitlelerde, özellikle işçi sınıfında görülen hareketlilik ve kendiliğinden-gelme örgütlenme mevcuttu. 1974 yılında yapılan grev sayısı 45 iken, 1976'da 105'e yükselmişti. Bu grevlere katılan işçi sayısı 21.000'den 33.000'e, toplamgrev süresi 470.000 saatten, 1.768.000 saate yükselmişti. Aynı tarihlerde lokavt sayısı da 5'den 30'a çıkmıştı. Ve gündemde madeni eşya iş kolunda toplu sözleşme yapılması vardı. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin en güçlü örgütlerinden olan MESS ile DİSK çatışması başlamıştı. Öte yandan DİSK'in DGM'ye karşı yürüttüğü CHP parelelindeki hareketler, bir bütün olarak oligarşiyi önemli ölçüde tedirgin etmişti. Ülkedeki ekonomik durum hızla bozulurken, kitlelerin hızla politize olması, 1971 öncesinde olduğu gibi belli merkezlerle sınırlı olmaktan çıkmış ve ülke çapında yaygınlaşmıştı.
      Böyle bir gelişme karşısında faşist milis saldırılar yoğunlaştırılmıştı. Temel olarak kitle pasifikasyonuna yönelik olan bu saldırılar, bu amaca ulaşmak için bir yandan doğrudan halk kitlelerine saldırırken, diğer yandan potansiyel olarak devrimci hareketin kadrolarının oluşum yeri olarak görülen öğrenci hareketine yönelmişti. Ancak bu dönemde en önemli gelişme, I. MC'nin "yasal" ve "sivil" görünüm altında kitle pasifikasyonunu sağlamak ve gelişen hareketi dağıtmak amacıyla demokratik kitle örgütlerine ve yerel yönetimlere yönelik uygulamalarıydı. 1 Ekim 1976'da Ankara Valiliği aracılığıyla Ankara belediye başkanı Vedat Dalokay'ın görevden alınması ve TÖB-DER Genel Merkezinin kapatılması girişimi özellikle önemliydi. Bu girişim, karşıt harekete göre planlanmış bir dizi polis operasyonu hazırlığıyla birlikte düşünülmüştü. Ancak I. MC'nin temsil ettiği hakim sınıflar koalisyonunun yapısı ve TBMM'de birinci parti durumunda olan CHP'nin mevcudiyeti, hareketin önünde bir engel -ama aşılabilir engel- oluşturuyordu. Yapılan ilk girişim, bu iki nedenle sürdürülememiş ve kararlar ortadan kalkmıştı. Ancak bu, oligarşinin gelişmeler karşısında kayıtsız kalacağı demek değildi.
      Yapılan planlar, bir bütün olarak sömürücü sınıflar koalisyonunca kabul edilir biçimde çok yönlüydü, ama temelde "sivil darbeöyi, yani yönetim askerileştirilmeden, gizli faşizmden açık icraya geçişi içeriyordu. Bu plana göre, yoğunlaştırılan faşist milis saldırıların yarattığı "anarşi" ortamında solun olası karşı hareketiyle sıkıyönetim ilan edilecekti. İlan edilen sıkıyönetim, bir yandan sıkıyönetim yasasından yararlanarak tüm yasal ekonomik ve demokratik kitle örgütlerini kapatırken (yada görüntüsel olarak faaliyetlerini "ikinci bir emre kadar" durdururken), öte yandan bu kuruluşların yöneticileri başta olmak üzere, önceden tespit edilmiş "solcular" tutuklanacaktı. Bu yolla ekonomik durumun (stagflasyon) gereği olan "istikrar tedbirleri" uygulamaya sokulurken, toplu sözleşmeler için bir güç oluşturan DİSK'e bağlı sendikalar etkisizleştirilmiş olacaktı.
      Kısacası, işbirlikçi-tekelci burjuvazi yönetimi askerileştirmeden işini halletmek istiyordu. Uygulama, genel olarak oligarşi lehine olmakla birlikte, özellikle madeni eşya işverenlerine yarayacaktı. Ama aynı uygulama, -özellikle "istikrar tedbirleri"- küçük ve orta-burjuvazi ve toprak ağalarına da zarar verici nitelikteydi. Bu, dini ideolojiyle örgütlenmiş olan ve bu kesimlerin mecliste sözcülüğünü yapan MSP'nin karşı çıkışına yol açacaktı. "Yasal" ve "sivil" görünüm içinde olunması gereği TBMM'deki milletvekili sayısının önemini artırıyordu. Öte yandan, sıkıyönetim yasası yoluyla yürütmenin, yasamanın üstüne çıkmasının, en büyük parti CHP'nin direnişine yol açacağı hemen hemen kesindi. Böyle bir durumda, Demirel yönetimindeki AP'nin kozmopolit ve çoklu yapısı -işbirlikçi tekelci burjuvazinin saf partisi olamaması- yeni bir sorun yaratıyordu. Bu durumda, işbirlikçi tekelci-burjuvazinin, özellikle madeni eşya sanayi burjuvazisinin kullanabileceği siyasal güç GP ve MHP olarak görünüyordu. Ancak "yasal" ve "sivil" görünüm -ki yönetimin askerileştirilmesi için uygun bir konjonktür yoktu-, oligarşinin Demirel yönetimindeki AP üzerinde baskısını artırmaya itti ve başta MHP olmak üzere, bazı aracılarla Demirel'e yeni bir plan önerildi.
      Bu plana göre, önce faşist milis saldırılar kitlesel katliam ve kitlesel çatışma yaratmaya yönelecekti. Mezhep ayrılıklarından yola çıkarak (dinsel motifte) ya da üniversitelerde gerçekleştirilecek kitleye yönelik saldırılarla (özellikle bombalama) böyle bir durum yaratılabilinirdi. Öte yandan MESS'in, DİSK'le yapacağı toplu sözleşme görüşmelerinde tavizsiz bir tutum takınarak yoğun bir grev ve lokavt ortamı sağlanacaktı. Bu yolla, enflasyon nedeniyle meydana gelen fiyat artışlarının sorumlusu işçi sendikaları gösterilerek, küçük-burjuvazinin sol-radikal tutumunu değiştirmeye zorlanabilecekti. Ayrıca ekonomik buhran nedeniyle büyüyen stokların mevcudiyeti, grev durumunda burjuvazinin çıkarına olabilecekti. Fakat grevlerle üretimin durması, piyasada mal sıkıntısına yol açması da söz konusuydu. Özellikle gıda sektöründe bu mümkündü. Bunun ise seçmen oyu üzerinde etkisi açıktı. Her yönden bağlanan Demirel hükümetinin yapacağı tek şey olayları gerekçe göstererek, sıkıyönetim ilan etmek ve bu ilanın TBMM'de onaylanması için gereken 48 saat içinde, CHP'nin sağ kanadını (ya da genel olarak küçük-burjuvazinin sağ ve orta kanadını) yanına çekerek büyük bir "komünist komplo" ortaya çıkarmaktı. Böylece MSP'de oldu bittiye getirilecekti.
      Yine de böyle bir plan, kendi içinde önemli riskler taşıyordu. Herşeyden önce "komünist komplo" için yürütülecek operasyonun gerçekten başarılı olması gerekliydi. Özellikle mevcut örgütlenme düzeyini dağıtmalıydı. Legal unsurlara 48 saat içinde ulaşılsa bile, silahlı ve illegal solun ele geçirilmesi zordu. Ve elde yeterince bilgi de bulunmuyordu. Beylerderesi olayı, bir oluşumun varlığını göstermişti ve bazı dış bilgilerle silahlı bir devrimci örgütün varlığından haberliydiler, ama gücü konusunda bir bilgileri yoktu. Öte yandan alınacak ekonomik tedbirler 1973 seçimlerinde büyük oy yitirmiş AP'nin sonu da olabilirdi. İşte bu ve benzeri bazı nedenlerle oligarşi içinde tam bir uyum sağlanamadığı gibi, Demirel yönetimindeki AP'de de (siyasal temsilciler düzeyi) tereddütler vardı. Ama herşeye karşın plan belli bir oranda yürütülüyordu.
      İşte bu mevcut durumda, Halkın Devrimci Öncüleri ülke çapında Öncü Savaşının vakit geçirmeksizin başlatılması gerektiğini saptadı. Böyle bir savaş, ülke çapında gerçekleştirilecek yoğun bir silahlı eylem zinciriyle başlatılarak, ülke çapında örgütlü silahlı devrimci bir gücün mevcudiyetini gösterecekti. Böyle bir güç karşısında oligarşinin paniğe kapılması büyük bir olasılıktı. Ve doğal olarak, ya plan daha kapsamlı bir hazırlık sonrasına ertelenecekti ya da erken doğum yapacaktı. İlk durumda, genel seçimlerin yaklaşmış olması (Ekim 1977) nedeniyle, planın seçim sonrasına bırakılması söz konusuydu. Seçim sonuçlarına göre plan yeniden gözden geçirilerek, gerekli hazırlıklar yapılarak uygulamaya sokulabilecekti. İkinci bir durumda ise, toplumda büyük bir direnç oluşturacağı için I. Erim hükümetinin düştüğü durumdan farklı olmayacak ve sonuçta oligarşinin yok etmeğe çalıştığı küçük-burjuva kesimlerle bağı kopacaktı. Her türlü gelişme Halkın Devrimci Öncüleri için gerekli zamanı sağlayacağı için elverişliydi.
      Bu durumları göz önüne alan Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi, başlatılan Öncü Savaşının hızla geliştirilmesi gerektiğini ve bunu yapabilecek olanakların ve koşulların mevcut olduğunu belirledi. Düzenli ve planlı olarak yürütülecek Öncü Savaşının sürekliliğini güvence altına alacak potansiyel güç mevcuttu. (Tam anlamıyla olgun olmasa da milli krizin sürekli mevcudiyeti bunu ifade eder.) Stratejik ilkelerin ışığında ve somut koşullara bağlı olarak, savaşın şehir gerilla savaşı ile başlatılması ve şehir gerilla savaşının geliştirilmesi ile kır gerilla savaşının başlatılması aşamaları, ayrıntılı bir biçimde Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimince belirlendi. "Kesintisiz Devrim II-III"deki ilk iki aşama, ayrıntılı biçimde ele alınarak kendi içinde bütünsellik taşıyan ve birbirine bağlı dört alt evre olarak formüle edildi.
      Birinci aşama, ülke çapında şehir gerilla taktiklerinin (ya da yöntemlerinin) uygulanması, yani bu taktiklerle ülke çapında eylem koymak. İkinci aşama, kır gerilla savaşı taktikleriyle şehir gerillası (birinci aşamadaki eylemler sürdürülür). Üçüncü aşama, şehir gerilla taktikleriyle kır gerillası (ilk iki evrenin eylemleri buna bağlı olarak sürdürülür, ancak ikinci aşama eylemleri belli oranda sınırlandırılır). Dördüncü aşama, kır gerilla savaşının başlatılması, yani hareketli gerilla birliğinin oluşturulup harekete geçmesi. (Diğer evrelerdeki eylemler buna bağlı olarak sürdürülür, ama gerilla birliğinin operasyon alanına ilişkin özel bir planlamaya gidilir.)
      Her evredeki eylemler, doğrudan Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi'nin kararı ve denetimi altında, "Merkezi Eylem Kadroları" tarafından gerçekleştirilir. Bir üst aşamaya geçildikçe, geride kalan aşamaların eylemleri tüm örgüt kadrolarının faaliyeti ve bölgelerin iç planlamasına bağlı olarak devam ettirilecektir. Ayrıca, yalnızca şehirlerde uzun süre eylem sürdürmenin olanaksızlığı ve şehir sarhoşluğunun önüne geçilmesi gereği bazı özel tedbirlerin alınmasını gerektiriyordu.
      "Kesintisiz Devrim II-III"de ortaya konulduğu haliyle şehir gerillasının yaygınlaştırılması ve kır gerillasının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, yukarda konulan dört alt aşamanın eylem biçimleriyle bağlantılı olarak düşünüldü. Bir başka deyişle, şehir gerillası, salt metropol gerillası olmaktan çıkartılarak, gerçek yerine oturtulmuştu. Şehir gerilla taktikleriyle ülke çapında eylem koymak, doğrudan sabotaj ve taciz eylemlerine denk düşer. [10]
      Kır gerilla taktikleriyle şehir gerillası ise baskın, pusu, işgal gibi eylemleri ifade eder. Ancak bunların boyutu ve dizilişi merkezi olarak planlandığı gibi, hareketin genel askeri tırmanma politikasına bağlı olarak ele alınır. Diğer iki aşama ise, kır gerillasınaĞ ilişkin olup, üçüncü aşama hareketli gerilla birliğinin operasyon alanı dışında ve potansiyel olarak yeni operasyon alanı olacak yerlere ilişkindir. Dördüncü aşama ise, tam anlamıyla kır gerillasıdır. Her aşamada bir biçimin öne çıkarılması (temel) diğerlerinin buna tabi (tali) olarak ele alınması, Öncü Savaşının küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru gelişimine uygundur. Ve dördüncü aşamada, stratejide belirtildiği boyutuyla mücadele söz konusudur. (Kır ve şehrin, silahlı propaganda ve diğer mücadele biçimlerinin diyalektik bir bütün olarak var olması.)
      Halkın Devrimci Öncüleri-Merkez Yönetimi, ülkedeki mevcut durumu göz önüne alarak, bu rotanın ilk dört alt aşamasının Ekim 1977'de yapılacak olan genel seçimlere kadar hayata geçirilmesine karar verdi. Meydana gelebilecek gelişmeler, hiçbir biçimde rotanın dışına çıkılmasına ve aşamaların sürelerinin uzatılmasına yol açmamalıydı. Bu anlamda Ekim 1977, salt genel seçim günü olarak değil, aşamaların uygulama tarihi olarak da belirlenmişti. (Seçimlerin yapılmaması olasılığı da göz önüne alınmıştı.) Herşeyden önce Öncü Savaşının planlandığı gibi yürütülmesi, ülkedeki dengeleri alt üst edecek nitelikteydi.
      Artık ülkedeki gelişmeleri izlemek yerine, bu gelişmeleri belirlemek gündemdeydi.




Dipnotlar


[1] Burada bir bütün olarak konumuzu ilgilendiren kısmıyla Filistin hareketine değiniyoruz. Yoksa Filistinlilerin mücadelesini irdelemek bu yazının kapsamı dışındadır. Burada çeşitli Filistinli örgütler arasındaki farka da değinmiyoruz, çünkü “Yurt-Dışı” grubunun yanılgısını tek bir örgütten çok, tüm örgütlerin karmaşık tablosu, bir bakıma örgütsüz örgüt olan FKÖ’nün genel görünümü yaratmıştır. Filistin mücadelesinin kendiliğinden ortaya koyduğu bu örgütlenme anlayışı, Batı Avrupa’da demokratik hakların kullanımının getirdiği havayla birleşerek “Yurt-Dışı” grubunun örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzını belirlemişti. Hazır bir kitle (Filistin halkı gibi) ve bu kitleyle yasal sınırlamalar olmaksızın temas kurma olanağı Batı Avrupa’da bolca mevcuttu. Öyleyse buradan sağlanan unsurlar belli bir askeri eğitimle kadrolaştırılabilinirdi. Sonradan ülkeye, belirlenecek hedeflere, belirlenen biçimde ve zamanda silahlı eylemler yapmak için sokulacaktır. Ve gelen unsurların ülke içindeki durumunun yukarda ifade ettiğimiz gibi olması kaçınılmazdır. Pratikte görülen durum, işte böyle bir anla-yışın kendini açığa vurduğu son noktasıdır.
[2] Örgütte kalabilecek nitelikte bazı “Yurt-Dışı”lı unsurların, gizlilik nedeniyle o dönemde bulunmaları olanaksızdı. Özellikle İstanbul ve İzmir bölgelerinin yöneticiliğini “Yurt-Dışı”lı unsurların üstlenmiş olmaları, onlara ulaşmayı daha da olanaksız kılıyordu. Bu nedenle bu unsurlar bir bütün olarak örgüt dışına çıkartılmak durumunda kaldılar. Uzun dönemde bu unsurlara ulaşmak mümkün olmasına rağmen, Öncü Savaşını sürdürme çalışmalarının yoğunluğu bunu engelledi.
[3] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Giap: “Halk Savaşının Askeri Sanatı” ve “Vietnam’da Ulusal Kurtuluş Savaşı”
[4] Lenin: İki Taktik, s: 79-İkinci Baskı, Sol yay.
[5] Bkz. Lenin, Collected Works, c: 11, s. 351
[6] Oportünizm tarafından yapılmış tahrifatlar nedeniyle bu “kitle hareketleri”n-den hep ekonomik-demokratik kitle hareketleri anlaşılmıştır. Oysa ki bu kitle hareketi, politik nitelikte, kitlelerin kendiliğinden tepkilerini ifade eder.
[7] Burada bazı tahrifatlara ve yanılgılara yol açmamak için kısa bir anımsatma yapalım. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin açık biçimde ifade edildiği “Kesintisiz Devrim II-III”de Mahir Çayan yoldaş devrimci rotayı dört evrede formüle ederken, ilk iki evreyi şöyle tanımlar:
    “1. aşama: Şehir gerillasını yaratma
    2. aşama: Şehir gerillasını geliştirme
    Kır gerillasını yaratma ve kuvvet gösterisi.
    Bu iki aşamada savaşın psikolojik yıpratma yönü ağır basacaktır.” (abç)
    Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, psikolojik yıpratma belli bir dönem için konulmaktadır. Kır gerillasının başlatılmasını da kapsadığı anlamda, psikolojik yıpratma kır ve şehir gerilla savaşının ikisi için de geçerlidir ve giderek (3. aşama ve sonrası) maddi yıpratma öne geçer. Ve bir bütün olarak savaşın yıpratma savaşı olmasının diyalektik ifadesidir bunlar.
[8] Bu yanlış çizgiler için ayrıntılı bilgi “TDAS-I”, “Eylem Kılavuzu-III”de bulunabilir. Ayrıca Che’nin “Gerilla Savaşı: Bir Yöntem”, H. Bejar’ın “Peru 1965”, J. Quartim’in “Brezilya’da Diktatörlük ve Silahlı Mücadele” ve R. Debray’ın “Strategy for Revolution” kitaplarında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
[9] Venezüella konusunda ayrıntılı bilgi için “TDAS-I”, “Eylem Kılavuzu-III”e ve R. Gott: “Rural Guerilla in Latin America”, R. Debray: “Long March in Latin America”, “F. Castro Konuşuyor”, D. Bravo: “Ulusal Kurtuluş Cephesi” kitaplarına bakılabilinir.
[10] En yaygın biçimiyle taciz, 1976’ların günlük diliyle “kurşunlama” eylemidir, ama bombalama da bu kapsamda kullanılır bir araçtır.