'dir. Mahir Çayan yoldaşın 1 Mart 1971' de söylediği bu sözlerin üzerinden 16 yıl geçti ve bu yıllar içinde savaş, iniş-çıkışlarıyla, kayıplarıyla, kazanımlarıyla sürdü. 30 Mart 1972 yılında Kızıldere'de THKP-C'nin önder ve yönetici kadrolarının, oligarşinin zor güçlerince imha edilmesinden sonra dağılan örgütsel yapının içinden, onun ideolojik-politik çizgisini sürdürmek amacıyla yeni bir oluşum ortaya çıkıyordu. İşte bu yazı, bu oluşumun ve bir süre sonra THKP-C/HDÖ adını alacak olan örgütün tarihsel gelişimini anlatmaktadır.
Bu tarihsel gelişim, mümkün olduğu kadar açık, nesnel ve ayrıntılı olarak ortaya konulurken yenilgilerin ve hataların nedenleri üzerine gidilmiş, başarılar üzerinde fazlaca durulmamıştır. Özellikle ideolojik, politik çizginin yetkinleşmesi-derinleşmesi ile bu çizgiden meydana gelen sapmalar ayrıntılı biçimde ele alınırken, amaç hiçbir biçimde hataları, yanılgıları, eksiklikleri haklı göstermek olmamıştır. Örgütsel hatalar ve zaaflar ortaya konulurken, oportünistlerin ve pasifistlerin bunları nasıl tahrif edebileceği ya da kullanacağı gibi, bir kaygı içine girilmemiştir. Onlar, her zaman ve her yerde devrimci mücadeleye zarar vermek için hazır ve nazırdırlar. Onların sinsi emellerine, hiçbir biçimde devrimcilerin gerçeği bulma yönündeki faaliyetlerine engel olmasına izin verilemez.
Bu yazı, devrimci bir örgütün, silahlı propagandayı temel alan bir savaş örgütünün karşılaştığı zorlukları sergilemektedir. Bu içsel zorluklara ve oligarşinin sayısız darbelerine rağmen varlığını sürdüren bir örgütün, gerektiğinde kendi hatalarına karşı ne kadar acımasız olması gerektiği, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde bu yazıda ortaya konulmuştur. Ancak tüm yazı boyunca Mahir yoldaşın şu sözleri hiç unutulmamalıdır:
BİRİNCİ BÖLÜM
KIZILDERE'DEN BEYLERDERESİ'NE
Yıl: 1972, Yer: Kızıldere. Günler 30 Mart'ı gösteriyordu. THKP-C'nin yönetici ve önder kadroları, yanlarında THKO'lu iki militanla birlikte savaşarak ölüyorlardı. İşte o gün, ülkenin tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştu. 50 yıllık bir geçmişe sahip olan proleter devrimci hareket, ilk kez gerçekleştirdikleriyle "1965 sonrası" olarak düşünülmeye, işte bu dönüm noktasıyla başlanılmıştır. 50 yıllık geçmişin aşıldığı 1965-72 dönemi, bu kısa 7 yıllık mücadele, herşeye karşın geçmişin zaaflarını da içinde barındırmaktaydı. Ama 1972, bunların giderilmesinin koşullarının nasıl olgunlaştığını da gösteriyordu.
Artık Türkiye devrimci mücadelesinin politikleşmiş bir askeri savaş olması gerektiği ve olduğu başka hiçbir mücadele biçiminin onsuz bir şeye yaramayacağı kesinleşmişti. Artık oportünistlerin, pasifistlerin aldatmacaları, tahrifatları, o güne dek kullandıkları biçimleriyle kitleleri ve ileri unsurları etkileyememekteydi. Artık düzen içinde, düzenin koyduğu kurallarla, yani tek boyutlu legal mücadeleyle, ekonomik-demokratik kitle örgütleri aracılığıyla devrimci mücadelenin yürütülemeyeceği ve muzaffer olamayacağı açığa çıkmıştı. Artık Marksist-Leninist teoriyi tekellerinde tutarak "herşeyi biz biliriz" diyenlerin anti-proleter niteliği herkesçe biliniyordu.
I.
DAĞINIKLIK ve İLK OLUŞUM DÖNEMİ
Ama 1972 Nisan ayında, genç ve samimi unsurların tek bir strateji etrafında ve bunun partisinde toplanmaları için nesnel koşullar olgun olmasına rağmen, bunu gerçekleştirecek öncüler, örgütleyiciler mevcut değildi. THKP-C'nin yönetici ve önder kadrolarının yitirilmesi tam bir örgütsüzlük ve dağınıklık ortamına yol açmıştı. Herkes birbirine "ne yapmalı?", "nasıl yapmalı?" sorularını soruyordu. Az da olsa örgüt ve mücadele deneyimine ve teorik birikime sahip kadrolar tümüyle enterne edilmişti. Elde sadece 7 yıllık mücadelenin teorik birikimi vardı. İlk kez ülke somutundan çıkartılan, pratikte sınanan bir devrim teorisi, bir devrim stratejisi mevcuttu. O güne kadar Marksizm-Leninizmin teorik bilgisinden uzak kalmış ve yeni yeni bu teoriyle tanışan genç ve samimi unsurlar için bu teorik birikim yaşamsal değerdeydi. Ve yapılacak ilk iş bu birikime sahip çıkmak, onu anlamak, kavramak ve kavratmaktı. Ama bu nasıl yapılacaktı?
Özellikle 1971-72 yıllarında yapılanların tarihsel bir değere sahip olduğu bilinmeliydi. Bu ise, eldeki teorik birikimin ve Marksizm-Leninizmin ustalarının tahlillerinin kavranılmasıyla mümkündü. Ama bu değerlendirmenin kitlelerden kopuk ve toplumun en ileri unsurlarının dışında yapılması, entellektüel ve akademik bir çabadan öte bir değeri olmayacağı da açıktı. Öyle ise yapılması gereken, bir yandan teorik birikimin ve deneyimin kavranılması öte yandan kitlelerle ilişkiyi sürdürerek en ileri unsurların örgütlenmesiyle politikleşmiş askeri savaşı sürdürmekti.
Böyle bir çözümleme, mevcut teorik birikimle yetinilmemesi, yani onun pratiğe geçirilmesi için atılmış önemli bir adım olmakla beraber, pek az pratik değere sahipti. Bir parti yapılanmasının gerçekleştirilmesi ve bu yapının politikleşmiş askeri savaşla birleştirilmesi için gerekli örgütsel pratik deneyim mevcut değildi. Daha tam deyişle, geçmiş deneyimler yeni unsurlar tarafından hiç bilinmiyordu. Ve elde sadece bir tüzük vardı. Bu durumda atılacak pratik adımların en az hatalı ve en çok deneyim kazandırıcı olması gerekliydi. Ama bu da yeterli değildi. Ayrıca atılacak her adım, stratejik çizgiye uygun olmak zorundaydı.
Geçmişin zaafları, oportünizmin ve revizyonizmin ideolojik etkisinin büyüklüğü, oligarşinin yoğun baskısı ve Kızıldere'nin getirdiği dağınıklık ortamında yapılabilinecekler sınırlıydı. Ama iki yol netleşmişti: Ya 50 yıllık geçmişin oluşturduğu ve 12 Mart'ın güç verdiği pasifist ve revizyonist çalışma tarzı izlenecekti, ya da özsel olarak 1971-72'nin proleter devrimci hareketinin oluşturduğu -ama yetkinleşememiş- çalışma tarzı izlenecekti. Birincinin yerleşmiş özellikleri, ikincinin konjonktürel durumunun önemli sapmalara yol açacağı da görülebiliniyordu.
Dağınıklığın, örgütsüzlüğün ve heterojenliğin başat unsur olduğu bir ortamda, alışılagelen ve kendiliğindenci çalışma tarzının yaygınlık kazanması kaçınılmaz bir olguydu. Yöneticilerini ve kadrolarını hemen hemen hiç yitirmemiş olan oportünizm ve revizyonizmin, böyle bir ortamda, yitirdikleri prestiji yeniden kazanmamaları olanaksızdı. Doğru devrimci çizgiyi benimsemiş olanların bile, kendiliğindenciliğe kaymaları ve bunu devrimci çizgiyle birleştirmeye kalkışmaları işte bu ortamın sonucuydu. Bu dönemde atılacak her farklı adım, herhangi bir nüans ayrılığı, tüm geleceği belirleyebilecekti.
Oportünizm ve revizyonizm, 1971-72 döneminde kayıp vermemiş olmasının -teslimiyetçiliğinin- ürünlerini almakta gecikmedi. Oligarşi için uzun dönemde teslimiyetçiliği kesinleşmiş ve kısa dönemde devrimci hareketin toparlanmasının önünde engel oluşturacak unsurların legal olanaklardan yararlanmaları kaçınılmazdı. İlk günlerde 1971'den beri koalisyon oluşturmuş olan revizyonistler, bu durumlarına uygun olarak sanat-edebiyat dergileri ve günlük ya da haftalık haber yayınları etrafında toplanmışlardı. 1973 Ekim'inde Genel Seçim'in yapılmasıyla bir adım öteye geçerek politik yayın organları çıkarma olanağına sahip oldular. O güne dek her ilerici, demokrat ya da "sol" kişiye ve yayına, oligarşinin gösterdiği tepkiye karşılık olarak devrimci unsurların bir dayanışma göstermesi ve bu nedenle de yayınlara ilgi duyması, revizyonistler tarafından ideolojik etki için kullanılmaya başlanıyordu. Oportünizm ve revizyonizm için, kitlelerin ve en ileri unsurların silahlı devrimci mücadeleye sempati ve güven duymaları hiç de önemli değildi. Onun bütün amacı sağlanmış olan devrimci potansiyeli dağıtmak ve etkisizleştirmekti. Bu amaca ulaşmak için tüm araçlar kullanılabilirdi. Ve bu amaçlarını gizlemek için dergilerinin ilk sayılarında silahlı devrimci mücadele hakkında söz söylememeye özen gösterdiler.
Öte yandan politikleşmiş askeri savaşın sürdürülmesini düşünenler, ilkin dağınıklığın giderilmesi ve az da olsa bir örgütlülüğün oluşması gerektiğinin bilincindeydiler. Bu ise en ileri unsurların örgütlenmesi, daha tam deyişle kadrolaştırılması demekti. Bu unsurların bulunması, bunlar üzerindeki kendiliğindenciliğin etkisinin kırılması ve politikleşmiş askeri savaşa uygun olarak eğitilmesi o günün temel göreviydi. Bu görev kaçınılmaz olarak bu unsurların kendiliğinden toplaştığı mekanlara girilmesini gerektiriyordu. Pratik faaliyetin doğru ya da yanlışlığının tek ölçütü ise, Mahir Çayan yoldaşın yazıları, özellikle de son yazısı olan "Kesintisiz Devrim II-III"dü. İlişkileri belirleyen kurallar da THKP-C Tüzüğü'nde mevcuttu.
Kendiliğindenciliğin aşılması, bilinçli bir sürecin içine girilmesi, en ileri unsurların yaşamlarında topyekün bir değişiklik yaratacaktı. Bu ise onlara bir yandan doğru devrimci çizgiyi anlatıp, onun etrafında toplanmaları çağrısı yapmayı, öte yandan pratikte kendiliğindenci çalışmanın yanlışlığını göstermeyi gerektiriyordu. Ayrıca kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadele ve örgütlenmesi için kılavuzluk yapmak, revizyonizmin etkisizleştirilmesi için gerekliydi de. 1971-72 mücadelesiyle yaratılmış potansiyelin yitirilmemesinin ve etkin biçimde örgütlenip harekete geçirilmesinin temel yolu da politikleşmiş askeri savaştı.
Böylece bir ikilem ortaya çıktı: Silahlı devrimci mücadelenin sürdürülmesi zorunluluğu ve bunun sürdürülmesi için gerekli bir gücün bulunmayışı. Bu ikilemden, herşeyi, mümkün olan en kısa sürede, temel mücadele biçimini yürütecek gerekli gücün (asgari örgütlenme) yaratılmasına yönelterek çıkılabilineceği saptandı. Ancak, teorik olarak sorun çözümlenmekle birlikte, bunun pratiğe geçirilmesi sanıldığı kadar kolay ve kısa sürede olmamıştır. Sorun, pratikte çözümlenmesi gereken bir dizi yeni sorun yaratıyordu.
1974 başlarında soldaki durum ise şöyleydi: Bir yanda legal yayın organları etrafında toplanmış ve illegal mücadele ile silahlı mücadeleye karşı yoğun bir ideolojik kampanya yürüten oportünist ve revizyonist koalisyon, öte yanda 1969-71 dönemine benzer bir yol izleme eğilimleri taşıyan öğrenci hareketi ve doğru devrimci çizgi etrafında 1971'in sempatisiyle en ileri unsurları örgütlemeye çalışan devrimci unsurlar.
İllegal örgütlenme konusunda hiçbir deneyime ve geleneğe sahip olmayan ve öğrenci hareketinde yoğunlaşan samimi unsurların, devrimci bir öncüye sahip olmadıkları bir ortamda legaliteye ağırlık vermeleri ve kendiliğindenciliğe kaymaları kaçınılmazdı. "İlkellik" ve "amatörlük" diyerek Lenin tarafından uzun uzadıya eleştirilmiş kendiliğinden-gelmecilik, 1974 Türkiye'sinde geçmişin (1969-71'in) aynen ve yeniden yaşanması biçiminde ortaya çıkmıştı. Yine de bu duruma düşülmesinde samimi unsurların ne yapacaklarını bilmemeleri etkin olduğunda, giderek belirleyici olan revizyonizmin ideolojik ve pratik tutumu olmuştur. Birbiri peşi sıra dernekler kurmaya ve kurdurmaya başlayan revizyonistler, böylece samimi unsurların biraraya gelebileceği, "ne" ve "nasıl" sorularını tartışacakları bir mekan sağlamış oluyorlardı. Özellikle öğrenci dernekleri "İlke-Kitle" dergileri etrafında toplanmış olan revizyonistler tarafından birbiri peşi sıra kuruldu. Kurulduktan sonra -basit bir yasal süreç- buralara mümkün olduğu kadar çok devrim sempatizanı ve devrimci unsurları toplamak gerekiyordu. Bunun sağlanmasına paralel tekil ve şehirsel derneklerin tek bir çatı altında (federasyon) toplanmasına geçilecekti. Böylece dinamik unsurlara sahip olan öğrenci hareketi denetime alınacaktı. Bu oluşumun tarihsel örneği "Dev-Genç"ti. Ama revizyonist koalisyonun amacı yeni bir "Dev-Genç" yaratmak değil; kendiliğinden oluşarak kendilerine karşı bir gelişmeyi engellemekti. Bu nedenle silahlı mücadeleye sempati duyan ya da silahlı mücadeleyi benimsemiş unsurların kendi kurdukları derneklere gelmelerine göz yumdular. Yönetim ellerinde olduktan sonra, bu kişiler sorun olmayacak ve üstelik bu unsurların başka alanlara yönelmeleri (illegal alana) önlenmiş olacaktı. TÖB-DER, öğretmen kitlesinin durumuna uygun olarak büyük ölçüde revizyonistlerin elindeydi. İşçi sınıfının ekonomik örgütü olan DİSK ise yıllardır revizyonistlerin denetimi altında bulunuyordu. Geriye dinamik unsurlara sahip öğrenci kesimi kalıyordu.
Öğrenci kesiminde silahlı devrimci mücadelenin prestiji çok yüksekti. Ama öte yandan bu kesimde teorik düzey düşüktü ve legal yayınlarla teorik bilgi edinebiliyorlardı. Legal bir parti kurma hazırlıkları yapan revizyonistler, bu durumda ilkin, militan bir öğrenci hareketinin bağımsız olamayacağı düşüncesini yaymaya giriştiler. Bu amaçla birbiri peşi sıra Dimitrov'un -ama özellikle de gençlik üzerine yazılmış- kitapları piyasaya sürüldü. Buna paralel olarak öğrenci hareketinin "bağlanacağı" odak oluşturma çalışmaları yoğunlaştırıldı. "Sosyalist Parti" kuruluş çalışmaları ve tartışmaları ile öğrenci hareketi için "federasyon" kurma çalışmaları ve tartışmaları eş zamanlı olarak gelişecekti. Ama yaşam bir kez daha kendi yolunu izledi.
"Sol sapma", "maceracılık" diyerek silahlı devrimci mücadeleye saldırmanın zamanı geldiğini düşünen revizyonist koalisyon, "İlke-Kitle"de birbiri peşi sıra yazılar yayınlamaya başladılar. Özellikle öğrenci kesiminde bulunan en ileri unsurlara dönük bu faaliyet, duygusal nedenlerle de olsa bir tepki yarattı. Bu tepki, revizyonist koalisyonun kurduğu öğrenci derneklerinden uzak durulması şeklinde kendini dışa vurdu.
Revizyonistlerin hiç istemedikleri bu tutum, öğretim yılının yarısına gelinmiş olmasıyla birleşince, eş zamanlı düşündükleri sürecin bozulmasına ve böylece de planlarının işlemez hale gelmesine yol açtı. Öte yandan ise, 1972'den beri özellikle teorik olarak yetkinleşmiş ve Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni benimsemiş devrimciler, kitlenin içinde ve en ileri unsurlarla temas halindeydi. Bu unsurlar, sonuçta etkin bir konuma gelmiş revizyonist planın bozulmasının getirdiği boşluğu doldurmuşlardı. Ve yasal olarak yapılması gereken ilk dernek kongrelerinde fiili yönetimi elinde tutanların yasal yönetimi ele geçirmeleri mümkün oldu. (Ankara'da ADYÖD bazı özgün durum içeriyorsa da, son tahlilde İstanbul'daki İYÖKD'ünkü kadar kesin sonuçluydu.)
Yıllar boyu, Marksizm-Leninizmi tekellerinde tutmaya alışmış oportünist ve revizyonistler, 1965-71 döneminde yetişmiş devrimcilerin yitirilmesiyle gene eski günlere kavuşmanın sevinci ve rehaveti içindeyken karşılaştıkları bu durumla şoka girdiler. Politik olarak toy, teorik olarak zayıf olduklarını düşündükleri devrimcilerden gördükleri karşılık, üç yıldır varlığını koruyan revizyonist koalisyonun parçalanmasına yol açtı. Ülkede herşeyi kendilerinin bildiğini sananların devrimci potansiyelin kendilerine kanalize olmadığını görmeleriyle birbirine düşmeleri çok doğaldır. Revizyonist koalisyonun parçalanmasıyla, her parça kurulacak "Sosyalist Partiönin yönetimini eline geçirmek -ya da tek başlarına kurmak- için öğrenci hareketinin desteğine daha çok gereksinme duyuyordu. Bu da, daha düne kadar "sol sapma", "maceracı", "anarşist" olarak suçladıkları proleter devrimcilere "saygı" yarışı halini aldı. Mihri Belli, kıyısından girdiği koalisyonu en hızlı terk eden olarak "reel politiker" niteliğini yitirmediğini ve buna layık olduğunu kanıtladı. "Kıvılcımcılar" ise, geleneksel olarak hep ayrı bulunma (tabi T"K"P'de toplaşanlardan) tavrını, önüne çıkan ilk bahaneyi kullanarak sürdürdü. T"K"P'li revizyonistler ise, 50 yıllık alışkanlık ve deneyimle, "gizliliklerini" koruyarak, TSİP'in doğumunda yer aldılar. (TSİP'in kuruluşuna yönelttikleri eleştiri ve suçlamaları bu bağlamda ele alınmalıdır.) Behice Borancı TİP'liler ise, Af'ı beklediklerinden, son ana kadar koalisyonu sürdürme yanlısıydılar, ama TSİP aftan önce kurulunca hızla koalisyonu terk ettiler.
1974 yazına girildiğinde, büyük ölçüde öğrenci çevrelerinde bulunan, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni savunanların (o günkü yaygın deyişiyle "Cepheciler"in) durumu şöyleydi: Bir yandan teorik çalışma ile ideolojik düzey yükseltilmeye çalışılıyor, öte yandan ise, özellikle öğrenci kesiminde yer alan yeni ve samimi unsurlarla bağlantı kuruluyordu. Bağlantı ve örgütlenme çalışmaları, mümkün olduğu kadar düzenli ve dar biçimde, gizlilik kurallarına bağlı olarak yürütülüyordu. Revizyonist ve oportünist saldırı ve tahrifatlara karşı takınılacak tutum bu arada gelişmeye ve olgunlaşmaya başlamıştı. Bir süredir bireysel planda sürdürülen çabalar da böylece kollektif ve sistematik hale getirilebilecekti. Yine de bağımsız bir yapılanmaya, yani kendi kendini "Cepheci" ilan edenlerden ayrı bir yapılanmaya yönelmek düşünülmüyordu. Birer militan, bir sıra neferi olmak onlara yetiyordu. THKP-C yönetici ve önder kadrolarını yitirmiş olmasına rağmen, belli bir pratikten geçmiş kadrolarının bir kısmı cezaevinde bulunuyordu. Bunların bir kısmına karşı geçmiş mücadelelerinden gelen önemli bir saygı duyuluyordu. Özellikle THKP-C Genel Komitesi'nde yer almış olanların, örgütün merkezi yapılanmasını yeniden sağlayacaklarına olan umut sürmekteydi. Bunların THKP-C'nin stratejik çizgisine nasıl baktıkları hiç düşünülmediği gibi, stratejiyi (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) aynen benimsedikleri var sayılıyordu. İşte bu hava içinde, dışarda bulunan THKP-C'liler içerdekilerin çıkmasını bekleyen ve o güne kadar da dışarıda bir şeyleri var etmeye çabalayan kişiler durumundaydılar. Büyük ölçüde ODTÜ kökenli olanlar, çalışmalarını 1972'den beri koordineli olarak sürdürmeleri nedeniyle mevcut tek oluşumdu. THKP-C'nin yaşayan Genel Komite üyelerine duydukları saygı ve güven, onların 1971-72'deki gibi, THKP-C ODTÜ birimi olarak çalışmalarını sürdürmelerine neden oluyordu. Bu çalışmalar kadro niteliğinde ve profesyonel olarak çalışmaya hazır önemli sayıda unsurun ortaya çıkmasını sağlamıştı.
Yaza girilmesiyle, hemen hemen pek çok politik faaliyetin kesintiye uğraması ülkemizin bir geleneğiydi ve 1974 yazında da öyle oldu. Gerek Af'ın çıkması, gerekse de öğrenci hareketinin o günkü politik faaliyetin odağı olması 1974 yazında da geleneğin sürmesine yol açtı. Bu yaz dönemi, herkesin kesin bir "muhasebe" yapmaları için de gerekli bir ortam yaratmıştı. İçeriden çıkanlar ne yapacaklarına karar vermekle uğraşırken, o güne dek çalışmalarını "Kesintisiz Devrim II-III" temelinde sürdürenler nasıl yapacaklarını düşünüyorlardı. Artık beklenen af çıkmış, kuruldu kuruluyor denen parti "TSİP" olarak sahneye çıkmıştı. Kısaca geleceğe ilişkin düşüncelerin açıkça ifade edilmesinin koşulları mevcuttu artık.
1972'den beri kendi çaplarında çalışan THKP-C'li unsurlar için sorunlar şu şekilde görünüyordu:
1° Politikleşmiş askeri savaşınş ya da yaygın deyimiyle Öncü Savaşının sürdürülmesi. (Bu sorun tümüyle THKP-C'nin merkezi yapılanmasının oluşturulması sorunu ile birlikte düşünülüyordu. Bu yüzden sorun, pratikte eski THKP-C'lilerin -içeriden çıkanlar- tutumunun ne olduğu şeklinde görünüyordu.)
2° Başlatılan Öncü Savaşının, geçmişte görülmüş eksiklikleri (özellikle kır örgütlenmesinin zayıflığı nedeniyle kır gerilla savaşına geçilemeyiş), taşımaması gereği temel sorunu oluşturuyordu. Bu yüzden baştan itibaren, yani hazırlık aşamasından itibaren, işler sıkı biçimde ele alınmalı ve böylece kır gerillası için gerekli alt yapı, techizat, tecrübe, mühimmat gibi maddi ve manevi ön koşulların yaratılmasına özel bir önem verilmeliydi.
3° Revizyonizmin etkisinden kurtarılmı, olan öğrenci hareketinin belli oranda merkezileştirilerek düzenlenmesi ve bu hareket içinde bulunan en ileri unsurların profesyonel devrimciler haline dönüştürülmeleri.
4° Revizyonizmin ve oportünizmin silahlı devrimci mücadeleye karşı başlattıkları ideolojik saldırı ve tahrifatlara karşı aktif bir tutum alınması. Bu tutum, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin anlatılmasına paralel yeni dönemin getirdiği yeni tahrifatlara karşı bir teorik yazının hazırlanması, yayınlanması şeklinde olacaktı.
1974 yazında oldukça ("cehenneme" götürecek kadar) iyi niyetle ele alınan bu sorunların çözümünde THKP-C'nin merkezi yapısının kurulup işler hale getirilmesi temel halka olarak düşünülüyordu. Ama 1974 Ekim'inde üniversitelerin açılmasıyla başlayan yeni dönem, umulanın ötesinde bir tablo oluşturuyordu.
Üç yıldır süren revizyonist koalisyonun dağıtılması, öğrenci hareketi önündeki engelin yapay olduğunu gösterdi. Öğrenci hareketi büyük ölçüde "Cepheciler"in denetimi ve yönetimi altına girmişti. Ancak Af'ın getirdiği bazı gelişmeler de ortaya çıkmakta gecikmedi. 1971 öncesinde ve 1971 yılında kısmen özerk yapılar oluşturmuş bazı çevreler Af sonrasında öğrenci kesimine geri dönerek, eski tutumlarını sürdürmek istediler. Ama bunların eklektik görüşleri kısa sürede açığa çıkarıldı. Öte yandan o güne dek şu ya da bu nedenle revizyonizmin etkisinde kalmış ve pratik tüm devrimci çalışmalardan uzak durarak salt entellektüel faaliyetlere yönelen pek çok ileri unsur geleceğin "Cepheci"likte olduğunu görmeye başlamışlardı. Özellikle teorik sorunlarda "Cepheci"lerin yetkinleşmiş durumu bu kesimi etkilemişti. Ve daha üniversitelerin açılmasından kısa bir süre sonra MHP'li faşist milislerin saldırıya geçmeleri öğrenci kesimini bir araya toplamaya zorladığı gibi, mücadelenin şiddete dayanmaksızın, silahsız olarak sürdürülmesinin olanaksız olduğunu da kanıtladı. Bu da öğrenci hareketine büyük bir ivme sağlamış ve bu harekete umulanın üzerinde hız kazandırmıştı.
Özellikle kırsal kökenli öğrencilerin yoğunluğu ve bunların kırsal alanlarda örgütlenmek için gereken potansiyeli taşımaları, uzun bir süre kentlerde öğrenci hareketi içinde kalmayı ve örgütlenme çalışmasını (temel olarak 1971'in yarattığı etkiyi örgütlemek) bu kesimle sınırlandırmayı gereksizleştiriyordu. Bir başka deyişle, 1971'in yarattığı etkiyi, şehirlerde hızla örgütleyebilmenin ve kırsal alanlarda sürdürmenin nesnel koşulları olgunlaştırıldı. Bu da uzun dönemli eylem programının hazırlanmasını ve buna uygun olarak mevzilenmeyi gündeme getiriyordu. O gün için belli bir plana göre en ileri unsurları profesyonel kadrolar haline getirmek ve bunları temel olarak kırsal alanlara yollamak acil sorun olarak ortaya çıkmıştı. Bunun önündeki tek engel THKP-C'nin dağınık durumuydu. Bunun giderilmesi ve merkezi bir yapıya ulaşılması pratik faaliyeti belirliyordu. Engel kaldırılmadığı sürece, sistemli ve bütünsel bir çalışmanın yürütülmesi olanaksızdı.
İşte bu nedenle, ilkin içerden çıkmış "eski" THKP-C'lilerle temas kurarak yapılması gerekenleri saptamaya yönelindi. 1974 sonralarında 8 sayfalık bir yazı ile "sosyal emperyalizm"i bulmuş olan İstanbul kökenli bazı unsurların THKP-C ile hiçbir ilgilerinin olamayacağı açıkça görüldü. Yine aynı şehirdeki bazı "eski"ler de salt entellektüel bir faaliyete yönelmişlerdi. Bunlara göre 1971-72'nin en önemli dersi, devrimcilerin geri kültüre sahip olduklarıydı. Entellektüel faaliyet onları bu gerilikten (!) kurtaracaktı. Bu gelişme İstanbul'daki öğrenci hareketinde yer alan "Cepheciler" için önemli bir avantaj sağlıyordu, ama bu pratik faaliyette göreli rahatlıktan öteye bir değere sahip değildi. Ve gözler bir kez daha Ankara'ya çevrildi. Artık THKP-C'nin geleceği bu kentte çizilecekti.
Ankara'da içerden çıkmış eski Dev-Genç'liler ile THKP-C'liler bireysel olarak ayrı olmalarına karşın davranış ve düşünce olarak iki bölüme ayrılmıştı. Bir kısmı günlerini teoriyi öğrenme çalışmalarıyla geçirirken, eskinin (yani Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) tümüyle yanlış olduğunu ileri sürüyorlardı. Onlara göre, özellikle Öncü Savaşı yanlıştı, bu yolla Halk Savaşı başlatılamazdı. Ama buna karşıt "doğru" henüz ufukta görünmüyordu. Bu "doğru" kendi teorik çalışmaları belli bir düzeye geldiğinde, nasıl olsa bulunacaktı. Diğer kesim ise, "Kesintisiz Devrim II-III"de ortaya konulmuş olan THKP-C'nin çizgisini kabul ettiklerini söylüyorlardı. Ama günümüzdeki temel ve acil görevin öğrenci hareketinin denetime alınması ve merkezi bir yapıya (federasyon) kavuşturulmasıydı. Bu, yeni bir "Dev-Genç" olacak ve "Dev-Genç" sürecini başlatacaktı. Nasıl ki, 1965-71 dönemi bu yolla THKP-C'yi oluşturduysa, bu yeni süreç de, THKP-C'nin merkezi yeni yapısını yaratacaktı. Öncü Savaşı için gerekli kadrolar bu süreçte ortaya çıkacak ve "pişecekölerdi.
Bu iki tutum arasında 72'den beri çalışmalarını hep Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre yürüten grubun tavrı, THKP-C'nin geçmişine duyulan saygı ve insanlara duyulan güvenle bağlantılıydı. Açıkça Öncü Savaşını reddedenlerle ortak hiç bir yan olmadığı belirtilirken, diğer anlayışta olanların sağ bir hata içinde oldukları, ama bunun stratejik değil, taktik düzeyde olduğu söylendi. Öyle ki son tahlilde temel-tali ilişkisine göre yapılması gereken bazı şeyler ayrışmıştı. Tali olarak düşünülen ve ele alınan bazı görevler ve alanlar, bu sağ anlayışın yöneldiği çalışmayı kapsıyordu. Madem ki stratejik olarak aynı olduğu söyleniyordu, öyle ise böyle bir fark olsa olsa bir "işbölümü" bağlamında ele alınabilirdi. Onlar öğrenci hareketi ve bunun sorunları ile uğraşırken, kendileri de Öncü Savaşının hazırlığına ve kırlara ağırlık verebilirlerdi. Böylece öğrenci hareketinin doğal evrimi nedeniyle şehirlerde kalan pekçok kadro kolaylıkla kırsal çalışmaya aktarılabilinecekti. Uzun dönemde aynı stratejinin (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) ve aynı örgütün (THKP-C) parçaları olunduğu savlandığına göre, doğal bir iş bölümü niçin mümkün olmasındı. Bu iyi niyetli yaklaşım, yolların er ya da geç birleşeceği sanısıyla, öğrenci hareketinin genel ve merkezi yönetimini diğer unsurlara bırakarak, kendi rotasında (1972'den beri izlenen bir rotaydı) çalışmaya tüm gücün seferber edilmesini sağladı. Artık tüm çabalar en kısa sürede Öncü Savaşının başlatılmasına yönelik olacaktı. Bu ise en ileri unsurların politik ve ideolojik eğitimlerinin yapılması, örgütlenmesi ve mevzilendirilmesi demektir. İşte "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" bu ortamda ele alındı ve yayımlandı. Broşür, o günkü koşullarda ülkemizde öne çıkmış ve devrimci hareketin kendi önüne koyduğu acil sorunlara yanıt olarak hazırlanmıştır. Broşürün giriş bölümünde bu acil sorunların iki bölümde ele alınacağı ifade edilmişti: İlk bölüm, ülkemiz solunda öne çıkmış sorunların genel düzeyde ele alınışını kapsarken, ikinci bölüm; ülkemiz somutunda Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin yürütülmesine ilişkin konuları içerecekti. Ve ilk bölüm 1975 yazında yayınlandı ve sadece 300 adet basıldı.
1975 yılı politik deneyimsizliğin, örgütlenme pratiği eksikliğinin, devrimci teoriye olan sarsılmaz güven, azami fedakârlık ve iyi niyetle aşılmaya çalışıldığı bir yıldı. Ve bu yıl içinde her alanda yoğun bir deneyim kazanıldı. O güne kadar THKP-C'nin 1971-72'deki Genel Komitesi'nden arta kalanlara olan beklentilerle gerçek bir merkezi yapılanmaya ve çalışmaya girişilmemiş olması nedeniyle kazanılamamış deneyim yavaş yavaş elde ediliyordu. Özellikle kişilerin hiçbir kayıt altına alınmamış ve gelecekte inkâr edilebilecek beyanlarına, sözlerine verilen değerin anlamsızlığı kısa sürede kendini göstermede gecikmedi.
Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşenmiş olduğunu ve oportünizmin salt revizyonistlere özgü olmadığını öğrenmek fazla uzun sürmedi. Ayrıca bugün için küçük görünen ve nüansa ilişkin olduğu düşünülen farklılıkların, zaman içinde nasıl büyük farklılıklara yol açabileceği, yine yaşanarak öğrenildi. Teori ile pratik arasında, çok doğal ve masum görünen bir kopuşun, zaman içinde "yeni" teorilerin ortaya çıkmasını nasıl kaçınılmaz kıldığı görüldü.
Öte yandan 1975'in başlarından itibaren faşist milis saldırıları yaygınlaşmış ve yoğunlaşmıştı. Temel amacı kitle pasifikasyonu olan bu saldırılar, İstanbul'da Kerim Yaman'ın öldürülmesiyle başlayıp TÖB-DER toplantılarına yapılan baskınlar, Erzincan, Malatya olaylarıyla gelişip, I. MC'nin kuruluşuyla bütünleşmişti. Bu gelişme, doğru devrimci çizginin pratiğe geçirilmesinin acilliğini daha da artırmıştı. Solda ise, revizyonist koalisyon tamamen parçalanmış ve kısa dönemde yeniden kurulamayacak halde atomlaşmıştı. Mayıs ayında B. Boran'ın TİP'i, Aybar'ın SP'si, M. Belli'nin TEP'i oluşturmasıyla "solöda dört legal parti ortaya çıkmıştı.
T"K"P ise legal yayınlarla kendine özgü faaliyet yürütürken, örgütlenmede elinde tuttuğu DİSK yönetiminden yararlanıyordu. "Sovyet sosyal emperyalizmi" teorisi ise, tarihinin en parlak günlerini yaşıyordu. Öğrenci hareketi ise yaz başlarında tümüyle "Cephecileröin denetimine ve yönetimine girmişti. Diğer yandan ideolojik, politik eğitimleri tamamlanmış ve profesyonel olarak çalışmaya hazır pek çok unsur kırsal alanlarda örgütlenmek ve Öncü Savaşının buralarda hazırlığını yürütmek için çalışmaya başlamıştı. Denilebilir ki 1975 yazına girildiğinde, öğrenci hareketinin doğal evrimine tabi olarak pratikte (lafta ne derse desinler) THKP-C'nin stratejik rotasına aykırı hareket edenler bir yana bırakılırsa, 1972'den beri faaliyetlerini sürdüren ODTÜ kaynaklı hareket dışında Öncü Savaşını savunan ve onu başlatmayı hedefleyen hiç kimse yok gibiydi. "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I", ideolojik, homojenlik ve politik eğitim yönünden önemli gelişme sağlamıştı. Merkezi bir liderliğe geçilmişti, ama askeri bilgi, eğitim, donatım ve deneyim eksikliği varlığını sürdürüyordu.
1975 yazında ülkenin her yanına dağılan yeni kadrolar gittikleri yörenin ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve askeri özelliklerini değerlendirirken, gelecekte silahlı propaganda için gerekli alt-yapıyı oluşturmaya çalışıyorlardı. Profesyonel çalışmanın gerektirdiği maddi olanakların sınırlılığına rağmen, büyük bir özveriyle yürütülen bu çalışmalar, Öncü Savaşına yeniden başlama yönünde önemli bir itici güç oluşturuyordu.
1971'in yarattığı etkiye ek olarak, gittikçe yaygınlaşan faşist milis saldırılar, silahlı devrimci mücadeleye yönelik büyük bir hareketlilik oluşturuyordu. Ülkenin hemen hemen her yerinde politikleşmiş askeri savaşa katılma yönünde büyük bir potansiyel mevcutken, katılımın niteliği ve kadroların niceliği önemli bir yetersizliğe yol açıyordu. Artan oranda unsurun Öncü Savaşına katılımı, ancak kır gerilla savaşının başlatılmasıyla mümkün olabilecekken, kır gerilla savaşının başlatılabilmesi için de atılması gereken adımlar vardı. Profesyonel örgütçü kadroların, yoğun olarak şehir gerilla savaşının gerekli teknik ve alt-yapısal hazırlıklarına yönelmesi, potansiyelin daha çok örgütlenmesinin önünde engel oluşturuyordu.
Teorik olarak sorun, mevcut potansiyelin durumu ve ülkedeki gelişmelerin ışığında, kitlelerin politik-askeri bir mücadele için büyük birimler halinde (sovyetler) örgütlenmesini, bunu koruyacak silahlı güç bulunmadığından gerçekleştirilememesi (ki bu Halk Savaşı evresinde mümkün olacaktır) ile kitlelerin, ekonomik ve kendiliğindenci bir mücadele içinde pasifize olmaları olasılığı şeklinde ortaya çıkıyordu. Şehir gerilla savaşına bir an önce başlanılması, bu nedenle de kaçınılmaz hale geliyordu. 71'in silahlı eylemlerinin yarattığı potansiyelin yitirilmemesinin ve harekete geçirilmesinin tek yolu, Öncü Savaşına şehir gerillasıyla başlamaktı. Kır gerilla savaşıyla işe başlanılması ve şehir gerilla savaşıyla birlikte yürütülmesi doğru çözüm olmakla birlikte, kadroların politikş askeri ve örgütsel deneyime sahip olmamaları, kısa dönemde hareketin sürekliliğini sağlama konusunda önemli bir pratik engel oluşturuyordu. Bir yandan deneyimsizliğin getireceği dezavantajları giderici önlemler alınırken, öte yanda hızla savaş içinde deneyim kazanılması gerekiyordu.
Tüm bunlar, "Kesintisiz Devrim II-III"de formüle edilmiş ve "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" ile genel bağlantıları ayrıntılaştırılmış Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin somut planlamasına yönelik gelişmelerdi. Yine de deneyim eksikliği kendini gösteriyordu. Bu, pratik faaliyetlerin planlanmasında teoriden yeterince yararlanamamak, yani teorinin kılavuzluğunu sağlayamamak şeklinde ortaya çıkıyordu. Öyle ki, atılan adımların kısa ve uzun vadeli sonuçlarını önceden saptamakta oldukça yetersiz kalınıyordu. Tıpkı kendilerinin farklılığını "taktik" olarak ortaya koyanların durumu konusundaki nesnellikten uzak (iyi niyetli) değerlendirme yapılması gibi. Kısacası, oportünizmin değişik biçimlerine karşı mücadelede ortaya çıkan öznellik, örgütlenme ve çalışma tarzında da sürmekteydi.
II.
THKP-C'NİN BİRLİĞİ İÇİN GİRİŞİMLER
ve
BAĞIMSIZ ÖRGÜT YAPILANIŞININ KURULMASI
"Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"in yayınlanmasıyla bağımsız bir örgüt yapılanmasına geçiş, belli oranda mümkün olmuştu, ama yine de "Cepheciler" bir bütün olarak kabul ediliyordu. Ve dolayısıyla bu anlamda bağımsızlık söz konusu değildi. Öyle ki, bağımsız yapı belli oranda ortaya çıkmış olmasına rağmen farklılığı belirten "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" dışında farklılığın simgesi olabilecek bir örgüt adı kullanmaktan uzak duruluyordu. Kitle açısından pratik değere sahip isim konusu, THKP-C'nin birliği ve onun saygın mücadelesine layık bir dizi harekâtın başarısına bağlı olarak ele alındığından, zamana bırakılmıştı. Bu da oportünizm tarafından kendi çıkarlarına ve karalama amaçlarına uygun olarak çeşitli sıfatların yakıştırılmasına yol açtı. "184'lükler" gibisinden ifadeler yanında "risaleciler" biçiminde dini-feodal kışkırtmacılığa atıf yapan tanımlar oportünistler tarafından piyasaya sürüldü. "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" yaygınlaşmasına paralel olarak da "Acilciler", "184'lükler" sıfatı aynı çevrelerce türetildi. Devrimci bir ahlâk sorunu olarak ortaya çıkan THKP-C adının bir süre için kullanılmaması, hiçbir ilkeye bağlı olmayan oportünistlerin hiç anlayamayacağı bir şeydi.
1975 yaz sonlarına doğru yapılan değerlendirmeler, Öncü Savaşına başlamak için gerekli asgari örgütlenmenin tamamlanmak üzere olduğunu gösteriyordu. Özellikle askeri alandaki eksikliğin tamamlanmasına paralel harekete geçilebileceği ortaya çıkmıştı. Görece olarak güçlü bir kır örgütlenmesinin mevcudiyeti, Öncü Savaşına salt şehir gerillası ile başlanmasının aşılmasına olanak sağlıyordu. Kır ve şehirde, ama ağırlıkla kırlarda, askeri eylemlerin gerçekleştirilmesi kadrolara ve örgüte savaş deneyimi kazandıracak ve buna paralel olarak, kır gerilla savaşına geçilecekti. Böylece 1971-72'de karşılaşılan sorunlar çözümlenecek, kır-şehir diyalektik bütünlüğü kurulacaktı. Bu saptamayla büyük kentlere özgü şehir gerillası (metropol gerillası) anlayışı aşılıyordu. Şehir gerillası, artık salt büyük kentleri kapsamıyor, bu savaşa uygun tüm şehirler hesaba katılıyordu. Yine bu saptamayla tek boyutlu kır gerilla savaşı aşılıyor ve kapsamı genişletiliyordu. Bu genişleyen kapsamıyla kır gerilla savaşı, hareketli gerilla birliği temelinde, tüm kırsal alanları kapsayan savaş haline dönüştürülüyordu. Bu boyutuyla kırsal örgütlenme, salt hareketli gerilla birliğine ilişkin olmamakta; bunun yerine, hareketli gerilla birliği temelinde, bölgesel ve yerel planda, tüm kırsal alanda, silahlı eylemler gerçekleştirebilecek bir yapıya ulaşmaktaydı. Bu saptamaların ışığında somut olarak 1976 baharında harekete geçirilmesi planlanan kır gerillası (hareketli gerilla birliği), o güne kadar gerçekleştirilecek kır ve şehir silahlı eylemlerinin getirdiği deney ve yeni katılımlarla güçlendirilmiş olacaktı. Ülke somutu göz önünde tutularak ve uluslararası gerilla savaşı deneyimlerinin ışığında yapılan bu saptamalar, gene de pratik deneyim eksikliği nedeniyle tam olarak geliştirilememişti. Bu nedenle kendi içinde bazı eksiklikleri taşıyordu. Ama bunlar pratikte aşılabilecekti.
1975 yaz sonlarında, Öncü Savaşına 3-4 ay içinde başlamayı planlayan örgüt, bunun teknik ve örgütsel hazırlıklarına yöneldiği sırada iki gelişme ortaya çıktı.
Birincisi, 1972'den bu yana sürdürülen çalışma ile oluşan yapıda, teorik faaliyetin ağır basması yüzünden, bazı bireylerin pratik-örgütsel faaliyetlerden uzak kalmasıydı. Bir başka deyişle, Merkez Yönetim'de bazı bireyler teorik konularda uzmanlaşırken, diğerleri pratik-örgütsel faaliyette bulunuyordu. Bu, giderek politik yönetim ile pratik ve askeri yönetim ayrışmasına yol açmak durumundaydı. Salt teorik konularla uğraşan bireyler, hem teori ile pratik arasındaki uyumsuzluğun artmasına yol açıyor, hem de politik ve askeri liderliğin birliği ilkesinin yaşama geçirilmesini engelliyordu. Özellikle silahlı eylem kararlarının (isterse teknik eylemler olsun) alınmasında "teorisyenlik" tavrına girilmesi, çözülmesi gereken bir sorun yaratmıştı. İdeoljik ve politik düzey yönünden önemli sayılabilecek hiç bir farklılık yokken, salt akademik bazı çalışmaları olan bireylerin "teorisyen" olarak kendilerini görmeleri, pratik faaliyeti engellemesiyle sorun haline geldi. Yapılan eleştiriler karşısında doğruyu kabul etmekten başka yolu kalmayan bu bireylerin, Öncü Savaşına başlama kararının alındığı bir ortamda "manevra" olanakları pek yoktu. Sonuçta bazıları özeleştiri yaparak tutumun yanlış olduğunu açıkça kabul ederken, diğerleri iflâh olmayacaklarını sergilediklerinden örgütten ihraç edildiler. Bu ihraçlara paralel olarak, bundan böyle örgüt içinde, gerekli teorik metinlerin hazırlanması ve yazılmasında, 1972'den beri izlenen yolun özsel niteliği korunarak, hiçbir biçimde bireysel işbölümü yapılmayacağı karara bağlandı. Örgüt, yayınlanmış ve yayınlanacak tüm broşürlerin örgütün kollektif çabasının ürünü ve kollektif iradesinin sonucu olduğunu ve olacağını, bir kez daha vurguladı. Örgütün stratejik ve taktik görüşlerini içeren broşürlerin yayınlanmasında izlenecek rota şöyle tanımlanıyordu: Genel olarak dünyanın, özel olarak ülkemizin somutunda ve pratiğimize ilişkin olarak gereksinme duyulan bir ya da birkaç konu en geniş biçimde örgüt içinde ele alınacak ve bu süreçte ortaya çıkan genel değerlendirme bir taslak metin haline getirilecektir. Bu taslak metin, ilkin, Merkez Yönetim'de ele alınarak değerlendirilecek (varsa düzeltmeler, çıkartmalar vb. yapılarak) ve buna paralel örgüt içinde geniş bir katılımla tartışılacaktır. Bu tartışmalar ve değerlendirmeler ışığında, metin gerekirse yeniden kaleme alınacak ya da değiştirilmiş haliyle Merkez Yönetim tarafından son kez ele alınıp -oy birliğiyle- yayınlanacaktır. Eğer taslak metnin tümüyle değiştirilmesi söz konusu olursa, süreç gene aynı olacaktır. Böyle bir yolun izlenmesi (kimi durumlarda uzun bir zamanı gerektirir), hiçbir biçimde "zaman" gerekçe gösterilerek değiştirilemez.
İkinci gelişme ise, o güne kadar kişiler olarak bilinen, ama faaliyet içinde olduğu hiç bilinmeyen bir grubun varlığının ortaya çıkmasıdır. 1971'den kalma unsurların oluşturduğu "Yurt-Dışı" adı verilen grubun bulunması THKP-C'nin birliğinin tamamlanması yönünde "umut" yaratıyordu. Çünkü o gün için, Öncü Savaşının başlatılması yönünde hazırlık yapanlar ile öğrenci hareketini "taktik" nedenlerle (!) öne çıkardıklarını söyleyenler THKP-C'yi temsil ediyorlardı. Ama gelecekte doğru olmadığı açığa çıkmış olsa da, o gün için temel mücadele biçimi konusunda -genel olarak da strateji- tam birlik (lafta) mevcuttu, ama temel mücadele biçiminin yürütülmesinde böyle bir birlik yoktu ve olması gerekiyordu. Yeni grubun varlığı ile THKP-C'nin gerçek bir birliğine ulaşmak, 1972'den sonra dağılmış parçaların bir araya getirilmesini sağlamak, olanaklı hale gelebilecekti. (1975 yaz sonlarında, "Militan Gençlik" olarak bilinen, gelecekte "Halkın Yolu" haline dönüşen ve sonuçta da PDA oportünistlerine katılan 1971'in İstanbul kökenli bazı unsurları ile Öncü Savaşını yanlış bulan ve doğruyu zaman içinde bulacaklarını söyleyen geleceğin "KSDölileri gerçek anlamda THKP-C'nin dışındaki oluşumlardı. Belli bir dönemde bir örgüt içinde yer alarak, o örgütün görüşlerini kabul eden unsurların, zaman içinde görüş değiştirmeleri doğal bir şeydir. Ama bu unsurların örgüt adını, değişen durumda bile, kullanmaları bazı ön koşullar gerektirir. THKP-C, ülkede yeni bir dönemin yaratıcısı olarak, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'yle ve bu stratejinin ortaya konulduğu "Kesintisiz Devrim II-III"le özdeştir. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni reddederek örgüt adına sahip çıkar görünmek sıradan bir oportünizmdir. Ama yine de bunu engelleyecek pek birşey yoktur. Sorunun tarihsel ve etik özelliği oportünizm için bir şey ifade etmez.)
Yeni grubun, dışsal bir gözlemle, gizli çalışma ve askeri alanda oldukça fazla deneyime sahip oldukları görülüyordu. Ayrıca "Yurt-Dışı" grubu, kurulan temaslar sonucunda, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni bütünsel ve uluslararası devrimci mücadelelerle bağlantılı olarak ele alan ve ideolojik homojenliğe yönelen "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"i hemen hemen tümüyle benimsiyorlardı. Yönelttikleri tek eleştiri "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"de emperyalist-kapitalist ülkelerdeki proletaryanın mücadelesi üzerine fazla vurgu yapılmadığıydı. Bu eleştiri, yazının içeriği ve hacmiyle bağlantılı olarak ele alındığında ortadan kalkmış oldu. Bu durumda, iki yapının nicelik ve niteliğine bakılmaksızın THKP-C adı altında birleşmeleri devrimci bir sorumluluk gereğiydi ve görevdi. Örgütsel oportünizmi önemsememe tutumu (öznellik) bir kez daha nesnelliği geride bırakıyordu. Değişik yönleriyle örgütsel oportünizmi ve "bir insan hakkındaki fikrimizin, onun kendi hakkında düşündüklerine" dayanmaması gerektiğini, yaşayarak öğrenmek kaçınılmaz hale geldi.
İlkin, öğrenci hareketinde yer alan bazı "Cepheciler"in niyetleri ve gerçek düşünceleri açığa çıktı. O güne kadar Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni kabul ettiklerini, ama mevcut durumda taktiklerde anlaşamadıklarını söyleyenler, alabildiğine açık bir dedikodu kampanyasına giriştiler. ("Risaleciler" ya da "Acilciler" adları da bu kampanyanın ürünüdür.) Özellikle öğrenci kesimindeki en ileri unsurlar arasında ve gizli çalışmaya ve illegal mücadeleye karşı bir kışkırtma faaliyeti başlattılar. Bu unsurları, mesleki bir yayının paketleme hizmetlerinde kullanırken, öte yandan bu unsurlara özellikle kırsal alanlarda çalışan kadroların kendilerini küçük gördükleri yalanını yayıyorlardı. Gerçekte tam bir "tasfiyecilik" anlayışının ürünü olan bu demagoji küçük-burjuva unsurlar arasında etkili olacaktı. Hiçbir ideolojik-politik gerekçe ya da düşünce ortaya konulmaksızın yürütülen bu kampanya onlara karşı takınılan iyi niyetli tavrın subjektif olduğunu anlamaya hizmet etti. Böylece, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin yaşama geçirilmesinde, bu unsurların olası yararları hesap dışı tutuldu. Bir başka deyişle, gerçek anlamda bağımsız merkezi bir yapılanma yönünde bir ileri adım daha atıldı. (Bu gelişmenin yanında ülke çapında ulaşılamayan yörelerde Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi temelinde küçük toplaşmalar da ortaya çıkmıştı.)
İkinci olarak "Yurt-Dışı" grubunun sanılanın tersine, hiç de politik, askeri, örgütsel alanlarda, az da olsa, deneyim sahibi olmadıkları ve savaşçı unsurlardan oluşmadığı pratikte görüldü. Birleşme kararı alındıktan sonra, hiçbir kayıt ve şart ileri sürülmeksizin "Kesintisiz Devrim II-III" ve "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I" temelinde (bir bütün olarak Marksist-Leninist evrensel tezler üzerinde) çalışmalar birleştirildi ve merkezi yönetim oluşturuldu. "Genel Komite" olarak adlandırılan bu yönetim, birleşme sonrası oluşan yapının tüm faaliyetlerinden sorumlu oluyordu. "Genel Komite"nin oluşturulmasında bireylerin geldikleri grup esası değil, bir bütün olarak oluşan yeni yapı içindeki deneyim (bir bakıma "kıdem") ölçüt olarak alınmıştı. Bu ilk "Genel Komite" gelecekte -illegalite koşullarına bağlı olarak- toplanacak THKP ve THKC Kongrelerine kadar görevini sürdürecekti (geçici özelliği). Böylece oluşan Genel Komite'de, sayısal olarak, "Yurt-Dışı" grubundan gelen unsurlar salt çoğunluğa sahiptiler. Bunun bazı sakıncalarını dengelemek için, pratik faaliyetin izlenmesi ve yönlendirilmesi için oluşturulan komitede sayısal dağılım aksi biçimde yapıldı. (Bir çeşit koordinasyon komitesi)
"Yurt-Dışı"lı unsurların ideolojik ve politik düzeyleri zayıf, pratik-örgütlenme deneyimleri yetersiz ve ellerindeki askeri olanaklar, söylenen ve umulanın -üstelik birleşme öncesi yapının düzeyinin- altında olduğu kısa sürede görüldü. Ama bunlar aşılabilecek engellerdi ve bu nedenle daha önce alınmış karara uygun olarak çalışmalar kesintisiz sürdürüldü. Ama örgütlenme anlayışı farklılığı, çalışma tarzı farklılığıyla birlikte kısa sürede pratik faaliyeti aksatmaya başlamıştı. Marksist-Leninist bir örgüt ile küçük-burjuva radikal örgütlenmesi arasında hiçbir fark görmeyen "Yurt-Dışı" unsurlarının pratik faaliyeti uyumsuzluk yaratarak aksatması kaçınılmazdı. (Bu da, 1975 yaz başında alınan karara uygun olarak yürütülen çalışmanın aksaması ve dolayısıyla da Öncü Savaşına planlandığı boyutta ve biçimde başlanılmasının mümkün olmaması demekti.)
Öncelikle büyük şehirler (metropoller olarak ifade edilebilir) dışında ve kırsal alanlarda faaliyette bulunan kadrolar ile yeni katılan unsurlar ("Yurt-Dışı"lı) arasında ayrılık belirginleşti. "Yurt-Dışı" grubundan gelen unsurlar büyük ölçüde radikal küçük-burjuva örgütlenme ve çalışma tarzına (özellikle Cezayir ve Filistin'de görülen) göre yetiştirilmiş olduklarından "fedai" zihniyetine sahip bulunuyorlardı. Bu zihniyet pratikte gizli bir merkezden gelecek direktiflere göre hareket etme ve direktif gelene kadar da düzen içinde tam anlamıyla erime şeklinde belirginleşiyordu. Böyle bir anlayışın kadroları salt askeri nitelikte olması gerekiyordu ve örgüte körce bir bağlılık içinde olacak bu askeri kadroların, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi çalışmalarıyla uğraşmaları, doğrudan bağ kurmaları yasaklanıyordu. Silahlı eylem "timleri" olarak belli yerlerde 2-3 kişilik gruplar halinde merkezden gelecek emirleri beklemek bu kadroların yaptığı tek işti. Yıllar "büyük eylemler" için gelecek emirlerin beklenilmesiyle geçiyor ve sözcüğün tam anlamıyla illegalitenin çarkları pasifizm adına dönüyordu. Sürekli bekleyiş halinde bulunan unsurlar yalıtık ortamlarında, kendi iç dünyalarında, kendi bireysellikleriyle başbaşa yaşamak durumundaydılar.
"Yurt-Dışı" grubunun bu örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzının, açık işgal koşullarında bulunan ve tüm ulusun bu işgale karşı olduğu ve de tepkilerini -şu ya da bu biçimde- açıkça ortaya koydukları bir ülkede yürütülen ulusal savaş anlayışına, yani ulusal askeri bir mücadeleye denk düştüğünü söylemek pek yanlış olmayacaktır. Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nın, özellikle de Filistin mücadelesinin 1965'den sonraki durumuna denk düşen bu anlayış, işgalci ve yayılmacı bir güce karşı yürütülen küçük çaplı askeri operasyonlara özgüdür.
Özellikle küçük-burjuva Filistin örgütlerinin silahlı eylemleri bir dönem bu biçimdeydi. Ancak açık ve kitle içindeş yani kamplarda bulunan Filistin örgütleriş gönüllü askerlik sistemiyle zorunlu askerlik görevinin özgün bir bileşimi yoluyla kitle içinden sürekli "kadro" temin ettiğinden, "kadro yetiştirme" sorunu salt askeri eğitimle sınırlıdır. Siyonizme karşı geniş kitleleri (Filistin halkını) bilinçlendirme sorunu ya hiç yoktur ya da hemen hemen yoktur. Var olan ise kitlelerin bilinçlendirilerek kazandırılması değil -bu mevcuttur- var olan anti-siyonist bilinci ve "Filistinli" olma bilincini ayakta tutmakla sınırlıdır. Pek çok ülke tarafından resmi olarak kabul edilmiş düzenli bir orduya sahip olan bir halkın mücadelesinin kendine özgü niteliklere sahip olması kaçınılmazdır. [1]
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin ortaya koyduğu gibi, temel mücadele biçimi silahlı propagandadır. Ve silahlı propaganda tek başına silahlı eylem demek değildir. Mahir Çayan yoldaşın deyişiyle, "Silahlı propaganda askeri değil, politik mücadeledir; ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır." Bir başka biçimde söylersek, silahlı propaganda, silahlı (gerilla) eylemleri üzerinde yükselen bilinçlendirme, siyasi eğitim, propaganda ve örgütlenme faaliyetini içerir. Bu nedenle, kadrolar, hem askeri, hem politik kadrolardır; hem savaşçı, hem örgütçü olmak zorundadırlar. Temel mücadele biçiminin bu şekilde ele alınışı diğer politik, ekonomik ve demokratik mücadele biçimlerinin ihmal edileceği demek değildir. Ancak bu mücadele biçimlerinin kullanılması, kadroların belirtilen niteliğini değiştirmez, çünkü bu mücadele biçimleri temel mücadele biçimine tabidir ve ona göre biçimlenir.
1972'den beri Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ne göre çalışmış kadroların, her şeyi askeri düzeyde ele alan ve örgütü salt silahlı operasyonları gerçekleştirmeye yönelik bir oluşum olarak görenlerle ters düşmesi doğaldı. Bir yanda ülkenin her yerinde ve her alanda örgütlenme çalışmasını yürüten ve Öncü Savaşına başlama hazırlığı içinde bulunan bir örgüt, öte yanda "merkez"den gelecek silahlı eylem direktifini bekleyen bir grup bulunuyordu. Böyle bir durumda "Yurt-Dışı" grubundan gelme unsurların yeniden eğitime tabi tutulmaları zorunluydu. Ancak Genel Komite'de yer alan "Yurt-Dışı"lı unsurlar, mevcut farklılaşmanın bir "işbölümü" bağlamında ele alınabileceğini ve böylece sorunun aşılabilineceğini düşünüyorlardı. Yani askeri kadro-politik kadro ayrımı resmileştirilmeliydi. Oysa ki, son tahlilde ya askeri yan politik yana tabi olacak ya da militarist bir sapmaya düşülecekti. Bundan başka bir üçüncü yol yoktu.
Örgüt içi bu sorun, giderek Öncü Savaşının hazırlıklarının tamamlanması yönündeki faaliyetin önünde engel oluşturarak, kesintilere yol açıyordu. Öte yandan ise, ülkedeki gelişmeler, alınan kararların yaşama geçirilmesini gün be gün kaçınılmaz kılıyordu. MC'nin oluşturulması ve aynı zamanda faşist milis saldırıların yoğunlaşması karşısında kitlelere öncülük edecek ve oligarşiye karşı gerçek bir siyasi alternatif (devrimci) olarak silahlı devrimci mücadeleyi yürütecek savaşçı bir örgütün varlığını duyurmak ve savaşmak, 1975 sonlarında acil sorun olarak varlığını yoğun biçimde ortaya koyuyordu. Özellikle, faşist milis saldırıların halk kitlelerini, özel olarak da işçi sınıfını politik faaliyetten uzak tutma (pasifikasyon) ve yıldırma amaçlarını genişleterek, kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadele ve örgütlenmelerini engellemeyi de kapsaması; kendiliğinden-gelme çalışmaların da önünde engel oluşturmaya başlamıştı. Böylece başlatılacak Öncü Savaşı, kısa dönemde de oldukça önemli görevleri yerine getirmek zorundaydı.
Legal solda, tam anlamıyla bir iç mücadelelerin getirdiği kargaşa, keşmeke, ve gövde gösterileri ortalığı toza dumana boğuyordu. Üniversitelerin açılmasıyla birlikte öğrenci hareketini ele geçirme mücadelesi başlamıştı. "Gençliği elinde tutan geleceği de elinde tutar" mantığıyla hemen hemen herkes buralarda toplanmıştı. Birbiri peşi sıra gençlik dergileri çıkartılmaya başlanıldı. İlk sayılarda gençlik üzerine yapılan değerlendirmeler -özde hiçbir farkı olmayan değerlendirmelerdir-, giderek her konuda fikir beyan etmeye yöneliyordu. Böyle bir ortamda hiç kimsenin halk kitlelerini düşünmeye zamanı olmayacağı doğaldı. "Kitlelere" gittiklerini sananlar ise, öğrenci derneklerindeki tartışmaları mahallelere taşımaktan öte bir iş yapmıyorlardı.
İşte böyle bir ortamda, örgüt içindeki sorunun yarattığı olumsuzluğa ve "Yurt-Dışı" grubunun Genel Komite'de Öncü Savaşına başlanılması konusunda takındığı engelleyici ve karşı çıkıcı tutumuna rağmen, sınırlı amaçlı bir harekâta girişilmesine karar verildi. Karar oybirliğiyle alınmıştı, ama çoğunluk tamamıyla ikircikliydi. Sınırlandırılmamış bir harekât, kesintisiz olarak sürdürülmesi gereken bir Öncü Savaşı demekti, ama öte yandan sınırlandırılmış da olsa gerçekleştirilecek harekât Öncü Savaşına başlamak zorunda bırakabilirdi. Her iki durumda da, başlatılacak ya da başlamak zorunda kalınacak Öncü Savaşı için hazırlıkların yeterliliği konusunda şüpheler vardı. Asgari bir örgütlenme gerekliydi, ama asgarinin ölçüsü neydi? Asgari örgütlenmenin gerçekleştirilip gerçekleştirilemediği sorusundaki tutum, doğrudan Öncü Savaşından, dolayısıyla Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nden ne anlaşıldığına bağlıdır. Oysa bunlar "Kesintisiz Devrim II-III" ve "Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I"de net biçimde ortaya konulmuştu. Farklılık bu durumda özsel nitelikte görünüyordu. Böylesine özsel farklılıkların ortaya konulup tartışılması ise, yıllar önce yapılmış (ve aşılmış) olanların yinelenmesi demekti. Genel Komite çoğunluğu, sorunu bu gerçek boyutu ile ortaya koymaktan uzak durdu; aksi bir tutum, bu örgütte ne işleri olduğu sorusunun sorulmasına yol açacaktı.
Öncü Savaşına başlama konusundaki bu ikircikli tutum, her yönüyle yapılacak olan harekâtın planlanmasına yansıdığı için, özel bir öneme sahipti.
Herşeyden önce bu ikirciklik ve çekingenlik, THKP-C'nin birleşik yapısının ikili durumuna denk düşüyordu. Ve onun dışa vurumuydu. Politikleşmiş askeri savaşın ne olduğunu hiç düşünmemiş "Yurt-Dışı" grubunun sorumlularının böyle bir savaşın başlatılmasıyla karşılaşacakları sorunları bireysel düzeyde ele almaları, pek çok şeyin ortaya çıkması demekti. Herşeyden önce bu unsurlar, mücadelenin olası gelişmesiyle birlikte, ortaya çıkacak zorluklara göğüs geremeyecek nitelikte olduklarını gösterdiler. Gerek bu unsurların, gerekse 1972'den beri süren hazırlık aşamasında, şu ya da bu nedenle örgüt saflarına katılmış bazı unsurların, silahlı devrimci mücadelenin sert, acımasız ve pek çok özveri isteyen niteliğini kavramamış ve her şeyin, her zaman hazırlık aşamasında olduğu gibi kalacağını sandıklarından, Öncü Savaşına başlamanın gündeme gelmesiyle tam bir paniğe kapıldıkları görüldü. Artık mücadele üst bir evreye geçecekti ve bu topyekün bir değişim, eski alışkanlıkların ve yetersizliklerin aşılması da demekti. Buna hazır olmayanların, devrimciliği salt entellektüel bir faaliyet, boş zamanları dolduran bir hobi olarak düşünenlerin (yada sananların) karşı çıkması doğaldı. Sözün özü, küçük-burjuvazinin uzun dönemli, kalıcı, köklü (radikal-devrimci) değişikliğe karşı duydukları korku bir kez daha devrimci saflarda ortaya çıkmıştı. (Özel mülkiyet düzeninin getirdiği konformizm.)
Küçük-burjuvazinin, bu devrimin gelişimi karşısındaki tutumunun (ki belli ölçüde karşı-devrimci yanıdır) 1975 Aralığında ortaya çıkması doğaldı. Küçük-burjuva kökenli, proleter devrimci olamamış unsurların Öncü Savaşı karşısında duydukları korku, sağ bir anlayışın formüle edilmesiyle kendini netleştirdi. Bu sağ anlayışa göre: Öncü Savaşı sadece silahlı eylem ve propaganda değildir ve asıl önemli olan etkinin yaratılması değil, etkinin örgütlenmesidir. Bu da silahlı eylemlerle etkiyi yaratmak ve diğer mücadele biçimleriyle etkiyi örgütlemek demektir. Bu nedenle diğer mücadele biçimlerinin yürütülmesine ağırlık vermek gerekir. "Etkinin yaratılması ile etkinin örgütlenmesi süreçleri" birbirinden farklı olduğundan, etkinin yaratılmasına ağırlık vermek gerekli değildir. İkinci olarak, etkinin yaratılması sınırlı bir değere ve görece olarak kısa bir zaman dilimine sahip olduğuna göre, bunun, tüm örgüt birimlerinde, bölgelerde, kısaca ülke çapında yapılması hiç de gerekli değildir. Zaten "tek bir bölgede yapılan eylem, diğer bölgelerdeki örgütlenmeyi hızlandırır". Böylece, mevcut durum nedeniyle gerekli olan silahlı eylemlerin bazı bölgelerde (bir ya da birkaç bölgede) yapılması gerekir. Bu bölgelerde, silahlı eylem yapmaya hazır ve bunun sonuçlarını kaldırabilecek durumda bölgeler olmalıdır.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin bu tür sağ yorumu yeni olmamakla birlikte, Öncü Savaşına başlanacağı bir zamanda ortaya çıkması, zararlarının boyutunu artıracak bir nitelik taşıyordu. Yine de sağ anlayışın planladığı biçimiyle harekete geçilmesi kararı, merkeziyetçilik gereği hayata geçirilecekti. Dönemin doğru bir değerlendirmesi ve buna bağlı olarak mevcut güçler dengesi ve devrimci taktiğin ortaya konulması, sağ anlayışın olası zararlarını aza indirici olabilirdi. "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" yazısında doğru devrimci taktik ortaya konmuştu. Ama yukarda belirttiğimiz gibi, örgüt disiplini gereği, karar alındığı biçimiyle uygulanacaktı. Aksi bir tutum, örgütlenme geleneğine sahip olmayan bir ülkede örgüt anarşisini artırmadan öteye geçmeyecekti. Azınlığın (doğru bir çizgi savunsa bile) çoğunluğa, alt organların merkez organlara tabi olması, Marksist-Leninist bir örgütlenmenin sürekliliğinin ve düzenli çalışmasının güvencesidir. Hiçbir kişi ya da organ, böyle bir örgütte kişisel güvensizlik vb. şeyler ileri sürerek alınan kararlara karşı duramaz. Yapılacak olanlar, örgüt konusundaki Leninist tüzük ilkelerinde belirlenmiştir. Bu ilkeler, özel olarak yazılı ve onaylanmış bir tüzük halinde belirtilmemiş olsalar bile, yok sayılamazlardı. Çünkü Marksist-Leninist unsurlar için Bolşevik Parti Tüzüğü, ilkeleriyle evrensel nitelik taşır. İşte bu nedenle alınan karara uyulmuş ve uygulamaya geçilmiştir.
Genel Komite'de yapılan örgütün mevcut durum değerlendirmesi de, sağcı anlayışın etkisi altında yapılmıştı. Özellikle somutta hangi bölgelerin, yapılması kararlaştırılan eylemlere uygun yapıda olduğunu saptamak söz konusuyken, sağ anlayışın yaratacağı sonuçları önceden kestirmek kolay değildi. Sonuçlar ne olursa olsun, devrimci kararlılık ve özverili bir çalışmayla en az zararlı düzeyde tutulabileceği düşünülüyordu. Genel Komite, yaptığı değerlendirme sonucu silahlı eylem yapmaya uygun ve yeterli alt-yapısı olan bir bölgede (Sivas-Malatya-Adıyaman) ilk silahlı eylemin yapılmasına karar verdi. Karara göre, bu bölgede eylemler yapılırken, göreceli olarak güçlü bir-iki bölgede son hazırlıklar tamamlanacak ve silahlı eyleme geçilecektir. Böylece eylemlerin sürekliliği sağlanmış oluyordu. Gerek ilk bölgede yapılan eylemlerin propagandasının yapılması, gerekse diğer bölgelerde silahlı eylemlerin sürdürülmesi örgütün bir bütün olarak harekete geçmesini gerektirmekteydi. Ama Genel Komite'deki sağcı unsurların küçük-burjuva zaafları ağır basıyordu. Alınan kararın mantıki sonuçlarını ortadan kaldırmak amacıyla bu sağcı unsurlar, pratikte kararın yürütülmesini engellemeye başladılar. Kararın oluşumunu belirleyen ve son haline getiren Genel Komite çoğunluğunun kararlarının uygulanmasını engellemeye kalkışması, küçük-burjuvazinin kaypaklığının somut ifadesiydi. İlk silahlı eylemlerin gerçekleştirilmesi için gerekli askeri malzemelerin eylem bölgesine nakli söz konusu olduğunda, merkez yönetimin sağcı unsurları malzeme "yokluğu"nu öne sürerek kendi bölge imkanları ile, eylemi yapmaları gerekliliğini belirterek askeri malzeme vermeyi kabul etmediler. Alınan karar, bölgenin silahlı eyleme uygun ve yeterli alt-yapısı olduğunu ifade etmiyor muydu? İşte sağcı unsurların böylesine oportünist tutum takınmaları, mevcut örgüt birliğinin, kendileri tarafından (fiilen) sona erdirilmesi ya da en azından belli bir bölgenin fiilen örgüt dışına çıkartılması demekti. Genel Komite'de salt çoğunluğu elinde bulunduran "Yurt-Dışı" grubunun tutumunu iki üyenin desteklemesi ilginç bir görünüm oluşturuyordu. Örgüt bölümünde ise, Genel Komite'deki çoğunluk, "Yurt-Dışı" grubundan gelen bazı unsurların oluşturduğu azınlığı temsil ediyordu. Gizlilik koşulları ve mevcut durumun Öncü Savaşına başlamayı kaçınılmaz kılması, örgüt içi sorunun çözümünün ertelenmesine (her şeye karşın devrimci sorumluluk gereği yapılacak olan ilk silahlı eylem sonrasına) yol açtı.
Örgütte kalabilecek nitelikte bazı “Yurt-Dışı”lı unsurların, gizlilik nedeniyle o dönemde bulunmaları olanaksızdı. Özellikle İstanbul ve İzmir bölgelerinin yöneticiliğini “Yurt-Dışı”lı unsurların üstlenmiş olmaları, onlara ulaşmayı daha da olanaksız kılıyordu. Bu nedenle bu unsurlar bir bütün olarak örgüt dışına çıkartılmak durumunda kaldılar. Uzun dönemde bu unsurlara ulaşmak mümkün olmasına rağmen, Öncü Savaşını sürdürme çalışmalarının yoğunluğu bunu engelledi.
Ayrıntılı bilgi için bakınız: Giap: “Halk Savaşının Askeri Sanatı” ve “Vietnam’da Ulusal Kurtuluş Savaşı”
Lenin: İki Taktik, s: 79-İkinci Baskı, Sol yay.
Bkz. Lenin, Collected Works, c: 11, s. 351
Oportünizm tarafından yapılmış tahrifatlar nedeniyle bu “kitle hareketleri”n-den hep ekonomik-demokratik kitle hareketleri anlaşılmıştır. Oysa ki bu kitle hareketi, politik nitelikte, kitlelerin kendiliğinden tepkilerini ifade eder.
Burada bazı tahrifatlara ve yanılgılara yol açmamak için kısa bir anımsatma yapalım. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin açık biçimde ifade edildiği “Kesintisiz Devrim II-III”de Mahir Çayan yoldaş devrimci rotayı dört evrede formüle ederken, ilk iki evreyi şöyle tanımlar:
“1. aşama: Şehir gerillasını yaratma
2. aşama: Şehir gerillasını geliştirme
Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, psikolojik yıpratma belli bir dönem için konulmaktadır. Kır gerillasının başlatılmasını da kapsadığı anlamda, psikolojik yıpratma kır ve şehir gerilla savaşının ikisi için de geçerlidir ve giderek (3. aşama ve sonrası) maddi yıpratma öne geçer. Ve bir bütün olarak savaşın yıpratma savaşı olmasının diyalektik ifadesidir bunlar.
Bu yanlış çizgiler için ayrıntılı bilgi “TDAS-I”, “Eylem Kılavuzu-III”de bulunabilir. Ayrıca Che’nin “Gerilla Savaşı: Bir Yöntem”, H. Bejar’ın “Peru 1965”, J. Quartim’in “Brezilya’da Diktatörlük ve Silahlı Mücadele” ve R. Debray’ın “Strategy for Revolution” kitaplarında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Venezüella konusunda ayrıntılı bilgi için “TDAS-I”, “Eylem Kılavuzu-III”e ve R. Gott: “Rural Guerilla in Latin America”, R. Debray: “Long March in Latin America”, “F. Castro Konuşuyor”, D. Bravo: “Ulusal Kurtuluş Cephesi” kitaplarına bakılabilinir.
En yaygın biçimiyle taciz, 1976’ların günlük diliyle “kurşunlama” eylemidir, ama bombalama da bu kapsamda kullanılır bir araçtır.