|
|
|
PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Karanlık bastırdığı sırada Boka, sokaktaydı. Yarın zorlu bir gün olacağı için, çalışması gerekirdi aslında. Yannki Latince dersi için dünyanın ödevi vardı. Öğretmen Racz, hanidir derse kaldırmamıştı onu. Bu kez kaldıracağı kesindi. Gelgelelim, çalışmaya hiç mi hiç gönlü yoktu. Kitabı da sözlüğü de bir kenara atıp sokağa fırlamıştı.
Boş gezenin boş kalfası gibi sokaklarda gezinip duruyordu. Pal Sokağı'nın bulunduğu bölgeden bucak bucak kaçıyordu. Bu acılı günde Arsayı yeniden mi görecekti? Bunu düşünmek bile içini dağlıyordu.
Ama nereye giderse gitsin, Nemeçek'i unutamıyordu bir türlü.
Ülloi Caddesi... Çonakoş'la üçü birlikte, Botanik Bahçesini keşfe gittiklerinde işte buradan geçmişlerdi.
Köztelek Sokağı... Hani bir öğle üstü, okuldan çıktıktan sonra bu küçücük sokağın ortasında durmuşlar, Nemeçek ciddiyetle, bir, gün önce müzenin bahçesinde milelerine Pastorların el koyduklarını anlatmıştı. Çonakoş da tütün fabrikasının oraya gitmiş, bodrum pencerelerindeki demir parmaklıklardan tütün tozu alıp burnuna çekmişti. Nasıl da hapşırmışlardı öyle! Müzenin oralar... Oradan da geri döndü. Öyle geliyordu ki ona, Arsadan ne kadar kaçsa, uzaklaşsa da, acı bir duygu kendisini o yöne sürüklemekteydi. Dolambaçlı yollara başvurmadan, yüreklice ve doğruca, Arsaya bir an önce varabilmek için hızlı hızlı yürümeye başladı. Ülkelerine yaklaştığını hissettikçe, içini saran hafiflik de artıyordu. Maria Sokağından bir an önce Arsaya ulaşmak için, koşmaya başladı. Akşam karanlığı giderek yoğunlaşıyordu. Köşeye varıp da, çok iyi tanıdığı o boz renkli tahta perdeyi görünce, yüreği küt küt atmaya başladı. Durmak zorunluluğunu duydu. Acele etmesi için bir neden yoktu. İşte oradaydı artık. Küçük kapısı açık duran Arsaya yaklaşıyordu. Kapının önünde tahta perdeye sırtını dayamış olan bekçi Yano, piposunu tüttürmekteydi. Boka'yı görünce, sırıttı, başını salladı.
- Nasıl hakladık onları, ha nasıl?
Boka, suratı asık, dudaklarında acı bir gülümseme, bir şeyler mırıldandı, ama Yano coştukça coşuyordu.
- Hakladık hepsini... kovaladık... kovduk... General ağırbaşlılıkla,
- Evet, dedi. Öyle!
Gelip, bekçinin önünde durdu. Kısa bir süre sustuktan sonra,
- Başımıza geleni biliyor musun Yano? dedi.
- Ne var, ne oldu?
- Nemeçek öldü.
Bekçinin gözleri büyüdü, ağzındaki pipoyu çıkardı, sordu:
- Nemeçek mi? Hangisiydi o bakayım?
- Hani küçük, sarı bir oğlan...
- Deme yahu! O küçük, sarışın oğlan ha... Piposunu yeniden iliştirdi ağzına.
- Vah zavallı.
Boka, içeriye girdi. Geride kalmış nice neşeli saatin tanığı Arsa, şimdi bomboş ve sessiz uzanmış duruyordu önünde. Yavaşça karşıya geçen Boka, hendek siperlere vardı. Siperlerde hâlâ savaşın izleri görülüyordu. Kum, ayak izleriyle doluydu. Hendekten saldırıya geçtikleri sırada tümseğin bazı bölümleri çökmüştü.
Odun yığınları kapkara ve karanlık, yükseliyordu ötede. Tepelerindeki burçların duvarlarında, Pal Sokağı çocuklarının kullandığı küçük kum yığınları görülüyordu.
Bir tümseğin üzerine oturan General, çenesini eline dayadı. Arsada ses seda yoktu. Böyle akşam vakti, küçük demir baca da soğuktu, sabah olsun da, çalışkan eller ateşini yeniden canlandırsın diye bekliyordu. Bıçkı da dinlenmekteydi. Küçük yapıya gelince, oda, tomurcuğa durmuş yabaniasma dalları arasında uykudaydı. Uzaklardan kentin gürültüsü geliyordu. Arabalar takır tukur sesler çıkararak geçiyorlar, öteden beriden bağrışmalar duyuluyordu. Komşu evin mutfak penceresiydi bu, bir lamba yanıyordu. Neşeli bir şarkının yankısı vardı havada. Anlaşılan bir hizmetçi kızdı şarkıyı söyleyen.
Ayağa,kalkan Boka, odun yığınlarını dolaşıp kulübeye yöneldi. Nemeçek'in o koca Ferenç Atş'ı, tıpkı Davud Peygamberin Calut'u yendiği gibi, alaşağı ettiği yere gelince, durdu. Toprağın üzerine eğildi, o değerli ayak izlerini aradı. Ayak izleri, tıpkı küçük dostunun şu dünyadan silinip gittiği gibi, silinmişti. Toprak bozulmuş, karışmıştı. Ne ayak izi ne de bir şey! Nemeçek'in ayak izleri öylesine küçüktü ki zaten, Botanik Bahçesinde gördüklerinde Kızıl Gömlekliler bile şaşırmışlardı. Vendaver'in ayak izlerinden de küçük, diye düşünmüşlerdi.
Boka, içini çekerek yürüdü. Küçük sarışın oğlanın, Ferenç Atş'ı ilk kez gördüğü üçüncü burca geldi. Hani, Atş da Nemeçek'i görmüş, alay ederek bağırmıştı oradan: "Korkuyor musun Nemeçek?"
General yorgundu. Bugünkü olaylar çok üzmüş, yıpratmıştı onu. Boka, sendeliyordu. Sert bir içki içmişti sanki. 2 numaralı burca zar zor tırmanabildi, bir köşeye çekilip oturdu. Kimseye görünmezdi buradan hiç değilse. Kimse de onu rahatsız etmez, tatlı anılarıyla oyalanabilir, içinden gelirse, bir güzel de ağlayabilirdi.
Hafif hafif esen rüzgârla birlikte birtakım sesler geliyordu. Burçtan aşağıya baktı. Kulübenin önünde küçük gölgeler gördü. Karanlıkta tanıyamadı onları. Kulak kabarttı.
İki çocuk kendi aralarında konuşuyorlardı:
- Bana bak Barabas, diyordu biri. Nemeçek'in ülkemizi kurtardığı yer, işte burası. Bir süre sustular. Boka, yine duydu konuşmaları:
- Barabas, burada barışalım artık. Hem, sonsuz bir barış olsun. Dargın durmamız çok saçma.
Barabas yutkunarak,
- Olur, dedi, barışalım. Zaten onun için gelmedik mi buraya?
Yeniden bir sessizlik oldu. Çocuklar hiç ses etmeden karşı karşıya duruyor, ikisi de, ilk girişim ötekinden gelsin diye bekliyordu.
- Hadi bakalım, ver şu elini, dedi Kolnay neden sonra.
Barabas duygulanmıştı.
- Hadi bakalım, sen de uzat! El sıkıştılar. Uzun bir süre öylece el ele durdular.
Bu iş de böylece kapanmış oluyordu artık. Mucize gerçekleşmişti. Burcun tepesinden iki çocuğu izleyen Boka, kendini hiç göstermedi. Yalnız kalmak istiyordu, hem tutup da neden rahatsız etsindi onları?
İki çocuk, Pal Sokağı'na doğru yürümeye başladılar. Hafif bir sesle konuşuyorlardı aralarında:
- Yarına, Latinceden çok ödev var yine, dedi Barabas.
- Evet, öyle.
- Senin için kolay. Sen, dün derse kalkmıştın. Ben çoktandır kalkmadım. Korkarım sıra bendedir.
- İkinci bölüm, onuncu satırdan yirmi üçüncü satıra kadar çalışılmayacak, işaretlemiş miydin?
- Yoo!
- Sakın o bölümü de bellemeye kalkma. Şimdi sana uğrayayım da çalışılmayacak yeri göstereyim istersen?
- İyi olur!
Böylece, okul yeniden yerleşiyordu kafalarına. Oysa, ne de çabuk unutmuşlardı. Nemeçek ölmüş olsa bile, öğretmen Racz yaşıyordu. Her şeyden önce kendileri de yaşıyordu.
Yürümeyi sürdürüp, akşam karanlığında gözden kayboldular. Boka, neden sonra yapayalnız kalmıştı işte. Ne var ki, kalede daha fazla kalmadı. Geç olmuştu. Kiliseden akşamın hafif çan sesleri geliyordu.
Burçtan aşağıya inen Boka, kulübenin önünde durdu. Pal Sokağı'na bakan kapıdan içeri girip, kulübesine dönen Yano'yu gördü. Yanında Hektor vardı. Bir yandan yerleri kokluyor, bir yandan da kuyruğunu sallayarak ilerliyordu. Boka, iyice yaklaşsınlar diye bekledi.
- Küçükbey, eve gitmek yok mu bugün? diye sordu bekçi Yano.
- Gidiyorum ya işte!
Bekçi Yano sırıttı.
- Evde var güzel, sıcak yemek.
- Güzel, sıcak yemek, diye tekrarladı Boka bir robot gibi.
Ve birden Rakoşi Sokağındaki terziyle karısını hatırladı. Belki, şu sırada onlar da akşam yemeğine oturmuşlardı mutfakta. Odada, mumlar yanıyordu herhalde. Bay Çetneki'nin iki düğmeli, güzelim kahverengi takımı da orada olsa gerekti.
Kulübeden içeri rastgele bir göz attı. Tahta duvara garip şeyler dayalıydı. Yuvarlak, kırmızı, beyaz teneke levhalar! Hani tren bekçilerinin ellerinde görülen gereçler vardır, işte onları andıran şeyler. Bir de üç ayaklı bir sehpa vardı. Tepesinde de sarı pirinçten bir boru... Sonra, beyaza boyanmış kazıklar....
- Bunlar da neymiş? diye sordu.
Yano, içeriye baktı.
- Bunlar, ha işte, bunlar mühendis beyin...
- Hangi mühendis beyin?
- İnşaat mühendisinin.
Boka, yüreğinin küt küt attığını duyuyordu.
- İnşaat mühendisi mi? Ne zoru varmış burayla?
Piposundan bir soluk çeken Yano,
- İnşaat yapacak, dedi.
- Burada mı?
- Evet. Pazartesiye işçiler gelecek. Kazacaklar arsayı. Atacaklar temeli...
Boka, kendini tutamayıp bağırdı:
- Ne dedin? Ne dedin? Ev mi yapacaklar buraya?
- Evet, dedi bekçi Yano umursamadan. Büyük, üç katlı bir ev... Arsa sahibi yaptırıyor.
Dünya şimdi Boka'nın başına yıkılmıştı sanki. Gözyaşlarını tutamıyordu. Koştu, kapıya doğru atıldı. Buradan, bu vefasız toprak parçasından kaçıp gidecekti artık. Alıp başını gidecekti. Ne acılar pahasına, ne kahramanlıklarla savunmuşlardı burayı! Oysa, dişleriyle tırnaklarıyla savundukları Arsa, şimdi onları yüzüstü bırakıyordu, sırtına bir apartman yüklenmek için.
Kapının oradan dönüp, son bir kez daha baktı. Bir daha dönmemecesine ülkesinden ayrılıyordu sanki. İçini burkan bu acıyı az da olsa hafifietebilen tek, küçük bir avuntu vardı. Zavallı Nemeçek, bağışlanmak için gelen Macun Derneği Kurulunu kabul edecek kadar yaşamamıştı, ama hiç olmazsa, uğrunda can verdiği yurdunun elinden alındığını da görmemişti.
Ertesi gün, bütün sınıf sessiz sedasız yerine otururken, öğretmen Racz, bir tören havası içinde, ağır adımlarla kürsüye çıktı. Sınıfı saran derin sessizlik içinde, hafif bir sesle konuştu. Arkadaşları Ernö Nemeçek'i anmak üzere, bütün sınıfı yarın öğleden sonra saat üçte Rakoşi Sokağındaki eve çağırdı. Herkesin, siyah olmasa da koyu renkli giysiyle gelmelerini istedi.
Yüzü çok ciddileşmiş olan Boka, önündeki sıraya dikmişti gözlerini. Şu sırada, o tertemiz çocuk ruhu ilk kez, şimdiye kadar hiç kapılmamış olduğu bir sezgiye kapılmaktaydı:
Şu yaşam denilen şey, ne biçim şeydi? Kimi zaman sevinçler veren, kimi zaman içimizi acılarla dolduran, kölesi olduğumuz şu yaşam neyin nesiydi böyle?
S O N
ONUNCU BÖLÜM | Sayfa başı
|
|