Pal Sokağı Çocukları

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI



ONUNCU BÖLÜM

    Rakoşi Sokağındaki küçük, sarı evde derin bir sessizlik vardı. Öteden beri avluda toplanıp dedikodu yapmak alışkanlığında olan kiracılar, Nemeçek'in kapısı önünden ayaklarının ucuna basarak geçiyorlardı. Hizmetçiler derseniz, giysilerin tozunu almak, halıları dövüp silkelemek için, avlunun ta dibine gidiyor, hasta gürültüden rahatsız olmasın diye, şöyle üstünkörü bir temizlik yapıyorlardı. Halılar şaşmayı bilseler, şaşıp kalacaklardı bu işe. Çünkü, öfkeli vuruşlar yerine, yumuşak fiskelerle okşanıyorlardı sanki.
    Camlı kapıdan sık sık içeriye göz atan kiracılar, soruyorlardı:
    - Küçük nasıl? Karşılık hazırdı:
    - Kötü, çok kötü. Hediyelik öteberi taşıyan kadınların, ardı arkası kesilmiyordu.
    - Komşucuğum, şu çam sakızı çoban armağanı şarabı kabul edin, iyi şaraptır.
    Yada,
    - Kusura bakmayın bayan Nemeçek, biraz şekerleme getirmiştim de...
    Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş ufak tefek kadıncağız, her gelene kapıyı açıyor, getirilen armağanlara incelikle teşekkür ediyor, ama bu armağanları ne yapacağını bilemiyordu.
    - Hiçbir şey yemiyor ki zavallıcık. İki gündür bütün içtiği iki kaşık süt. Onu da zorla akıtabildik ağzından.
    Terzi saat üçe doğru evine döndü. Dükkândan iş getirmişti. Hiç ses çıkarmamaya dikkat ederek mutfağın kapısını açtı, içeri girdi. Hiçbir şey sormadı karısına. Yalnızca bakıştılar.
    Sesini iyice hafifleten terzi,
    - Uykuda mı? diye sordu.
    Sesini yükseltmekten sakınan kadıncağız, başını 'Evet' anlamında salladı. Çocuk yatağındaydı, ama uyanık mı, yoksa uyuyor mu, belli değildi.
    Avlunun dış kapısına hafifçe vuruldu.
    - Belki de doktordur, diye fısıldadı kadın. Kocası, kapıyı açmasını söyledi karısına. Kadın çıktı, kapıyı açtı. Eşikte duran, Boka'ydı. Oğlunun yakın dostunu gören kadın, hüzünlü hüzünlü gülümsedi.
    - Girebilir miyim?
    - Gir oğlum. Boka, içeri girdi.
    - Nasıl?
    - Pek iyi değil.
    - Kötü mü?
    Bir karşılık beklemeden o da odaya girdi. Kadın da ardından...
    Şimdi üçü de yatağın başucunda hiç ses etmeden duruyorlardı. Onlar böyle yatağın başucunda dikilmiş dururken, küçük hasta, kendisini rahatsız etmemek için konuşmadıklarını anlamış gibi, gözlerini hafifçe araladı. Önce babasına, sonra da anasına baktı dertli gözlerle. Derken, Boka'yı gördü, bir gülümseme belirdi yüzünde. Güç duyulur bir sesle,
    - Sen de mi buradasın, Boka? diye sordu.
    Boka, yatağa yaklaştı.
    - Elbette buradayım.
    - Kalacak mısın burada?
    - Evet.
    - Ben ölünceye kadar kalacak mısın?
    Boka, verecek karşılık bulamadı. Küçük dostuna gülümsedi, sonra bir öğüt bekliyörmüş gibi döndü, arkasında duran kadına baktı. O sırada kadın arkasını dönmüş, önlüğünün ucuyla gözlerini siliyordu.
    - Saçmalıyorsun oğlum, dedi terzi. Daha neler, hadi hadi saçmalayıp durma öyle.
    Ama, Ernö Nemeçek, babasının söylediklerini umursamadı bile. Boka'ya şöyle bir baktı, babasını işaret etti başıyla.
    - Bunların hiçbir şeyden haberi yok, dedi.
    - Niye? Hiç de öyle değil, dedi Boka. Onlar her şeyi senden iyi biliyor.
    Nemeçek kımıldadı, başını yastıktan güçlükle kaldırdı, yatağında doğruldu. Yardım etmelerini istemedi. İşte buna dayanamazdı. Parmağını kaldırıp ciddi bir sesle,
    - İnanma onlara, dedi. Düşündüklerini söylemiyorlar. Ben öleceğimi biliyorum.
    - Saçma.
    - Saçma mı dedin?
    - Evet.
    - Yalan mı söylüyorum yani?
    Kızmaması için yatıştırdılar küçük Nemeçek'i. Kendisini yalan söylemekle suçlayan falan yoktu. Ama, ona inanmamaları ağrına gitmişti. Etkili bir tavır takınarak,
    - Size söz veriyorum, dedi. Öleceğim.
    Kapıcının karısı başını kapıdan içeri uzattı.
    - Hanımefendi, doktor geldi.
    İçeri giren doktoru saygıyla selamladılar. Sakin, yaşlıca bir baydı doktor. Tek bir söz bile çıkmadı ağzından. Yalnız, içeri girerken ciddi bir yüzle selam vermişti hepsine. Doğru yatağa gitti. Çocuğun bileğini tuttu, alnını okşadı. Sonra, başını göğsüne dayayıp dinledi. Kadın sormadan edemedi:
    - Çok rica ederim doktor, söyleyin, daha mı kötü?
    - Hayır, dedi doktor.
    Doktorun ağzından çıkan ilk sözdü bu. Ne var ki, bunu söylerken kadının yüzüne bakmadı bile. Sonra şapkasını alıp gitmeye yeltendi. Terzi fırladı, doktora kapıyı açmaya koştu.     - Sizi geçireyim, doktor.
    Mutfağa girdiler. Doktor, kapıyı kapamasını işaret etti terziye. Zavallı terzi, doktorun gizlice görüşmek istediğini sezmişti. Kapıyı kapattı.
    - Bay Nemeçek, dedi doktor. Siz erkek adamsınız, onun için açık konuşacağım sizinle. Terzi başını önüne eğdi.
    - Küçük hastamız sabahı bulamayacaktır sanırım, belki akşamı bile!
    Terzi olduğu yerde dondu kaldı bir süre. Bir iki saniye sonra, başını sallayabildi ancak.
    Doktor, konuşmayı sürdürdü:
    - Varlıklı bir adam değilsiniz. Acı olay sizi hazırlıksız bulursa, sizin için güç olur herhalde. Onun için... şey... eğer... eğer... zamanında gereken şeyi... yani gerekeni sağlarsanız...
    Bir an yüzüne baktı terzinin, sonra elini omzuna koydu.
    - Tanrıdan umut kesilmez. Bir saate kadar burada olurum.
    Terzinin hiçbir şey duyduğu yoktu artık. Mutfağın tertemiz fırçalanmış tuğlalarına dikilmişti gözleri. Doktorun ayrılıp gittiğinin bile farkına varmadı. Kafasına takılıp kalan bir düşünce vardı: Bir şeyin sağlanması gerektiği... Doktor ne demek istemişti acaba? Böyle bir anda sağlanması gereken şey... tabut falan olmasındı sakın?
    Terzi sendeleyerek odaya girdi, bir sandalyeye çöktü. Ağzından söz alınacak gibi değildi. Karısı boşuna uğraştı:
    - Ne dedi doktor?
    Adamcağız, başını sallayıp duruyordu boyuna. Çocuğun yüzüne de olağanüstü bir neşe yayılmıştı sanki. Boka'dan yana döndü.
    - Boka, yanıma gelsene!
    Boka, dostunun yanına yaklaştı.
    - Yatağıma otur. Korkmazsın değil mi?
    - Korkmak mı? Neden korkayım?
    - Belki korkarsın da... Yatağıma ilişince ölürüm diye korkarsın belki. Ama merak etme, ben öleceğimi anlayınca önceden duyururum sana!
    Boka, Nemeçek'in yanına ilişti.
    - Ee, söyle bakalım!
    Boka'nın boynuna sarılan çocukcağız, çok önemli ve gizli bir şey söylüyormuş gibi,
    - Söylesene, dedi, Kızıl Gömleklilere ne oldu?
    - Yendik onları.
    - Sonra?
    - Sonra kamplarına, Botanik Bahçesine gitmişler. Toplantı yapmışlar orada. Akşam geç saatlere kadar Ferenç Atş'ı beklemişler. Ama kodunsa bul Ferenç'i. Gelmemiş. Onlar da beklemekten bıkıp ev lerine dağılmışlar.
    - Peki, neden gelmemiş Ferenç Atş?
    - Herhalde kendinden utanıyordur da ondan. Başkanlıktan atacaklarını düşünüyordur. Savaşı kazanamadı çünkü. Bugün öğleden sonra yine bir toplantı yapmışlar. Bu toplantıya Ferenç Atş da katılmış. Dün gece onu burada, sizin evin önünde gördüm.
    - Burada mı?
    - Evet! Senin iyi olup olmadığını sordu kapıcıya.
    Bunu duyunca; Nemeçek çok gururlandı. Kulaklarına inanamıyordu.
    - O muydu gerçekten?
    - Oydu.
    Vay canına! Olacak şey değildi. Demek Ferenç gelip sağlığını sormuştu ha! Boka, sürdürdü konuşmayı:
    - Dediğim gibi, Adada toplantı yapmışlar. Gürültülü patırtılı bir toplantı. Büyük çapta bir kavga bile çıkmış aralarında. Ferenç Atş'ı atmak istemişler komutanlıktan. Hemen hemen hepsi istemiş. Ferenç'i tutanlar iki kişiymiş: Vendaver ile Sebeniç. Pastor Kardeşler, Ferenç'in can düşmanı kesilmişler. Büyük Pastor göz dikmiş komutanlığa. Ama sonunda ne olmuş biliyor musun?
    - Ne olmuş?
    - Yeni komutan seçilip gürültü yatışınca bir de ne görsünler! Botanik Bahçesinin bekçisi gelmiş, karşılarında duruyor. Adam, açmış ağzını yummuş gözünü. Müdürün bu gürültüyü çekemeyeceğini söyleyip, hepsini atmış bahçeden. Adayı kapatmışlar, köprüye kapı yapmışlar.
    Bu habere için için gülen küçük Yüzbaşı,
    - Çok hoş, çok hoş, dedi. Peki, ama sen nereden biliyorsun bunları?
    - Bana da Kolnay anlattı. Şimdi buraya gelirken yolda karşılaştık. Arsaya gidiyordu. Macun Derneğinin toplantısı varmış.
    Bunu duyan Nemeçek'in dudakları büküldü.
    - Artık sevmiyorum onları, dedi. Benim adımı küçük harflerle yazdı onlar.
    Boka, küçük sarı oğlanı yatıştırdı.
    - O işi düzelttiler, dedi. Hem düzeltmekle de kalmayıp, Karar Defterine adını baştan sona büyük harflerle geçirdiler.
    Nemeçek inanmamıştı. Başını salladı.
    - Doğru konuşmuyorsun. Hasta olduğum için konuşuyorsun böyle. Niyetin beni avutmak.
    - İnan ki öyle değil, doğru konuşuyorum yeminle söylüyorum; doğru.
    Nemeçek, cılız, incecik parmağını havaya kaldırdı.
    - Beni avutmak için yalan söylüyorsun, yemin ediyorsun üstelik.
    - Ama...
    - Sus, konuşma!
    Bir yüzbaşı kalksın da koca bir generali azarlasın. Olacak şey miydi bu? Olurdu işte, Nemeçek azarlamıştı Boka'yı. Aynı şey Arsada olsa suç sayılırdı elbette. Ama burada suçla falan ilgisi yoktu. Boka, hiç aldırmayıp gülümsedi.
    - Peki öyle olsun, dedi. Bana inanmıyorsun, ama az sonra kendin de göreceksin. Senin için özel bir 'Onur Belgesi' kaleme aldılar. Birazdan burada olacaklar. Getirip gösterirler sana. Dernek üyelerinin hepsi geliyor.
    Küçük sarı oğlan, yine dayanamadı,
    - Görmeden inanmam, dedi.
    Boka, omuz silkti. "Aslında inanmaması daha iyi, onları görünce daha çok sevinecek," diye düşündü.
    Gelgelelim, istemeyerek de olsa, bu konu hastayı sinirlendirmişti. Macun Derneğinin yaptığı bu haksızlık zavallıya çok dokunuyor, içi içini yiyordu çocuğun.
    - Sen de farkındasın ya, bunların bana yaptığı haksızlık çok çirkindi doğrusu.
    Boka, fazla konuşmaktan çekiniyor, Nemeçek'in daha da sinirleneceğinden korkuyordu.
    Hasta,
    - Haklı değil miyim? diye sorunca,
    - Haklısın, diyerek onu yatıştırmak istedi. Yatağına abanarak doğrulan Nemeçek,
    - Hem, ben onlar için savaştım, dedi. İsterim ki Arsa onlara kalsın. Kendi çıkarım için savaşmadım ben. Çünkü Arsayı nasıl olsa bir daha göremeyeceğim.
    Sustu. Arsayı bir daha göremeyeceğini düşünürken çok acı çekiyordu. Eh, ne yaparsın, Nemeçek daha çocuktu işte. Şu dünyada bırakamayacağı hiçbir şey yoktu. Ama Arsanın hali başkaydı, canı gibi sevdiği Arsasından ayrı komasınlardı onu.
    Hastalığı süresince olmayan bir şey oldu: Nemeçek'in gözleri yaşla doldu. Ama, onu ağlatan, çektiği acı değil, kanadı kolu kırılmış bir öfkeydi. Onu Pal Sokağı'na, kalelere, kulübeye gitmekten alıkoyan ne idüğü belirsiz bir güce karşı duyduğu öfkeydi. Derken, bıçkıeviyle sundurma ve şu iki büyük dut ağacı aklına takılıverdi birden. Çele'yle birlikte dut yaprağını da eksik etmeyecektim elbette. Bizim fiyakacı Çele, giysilerini yıpratmayı göze alıp ağaca tırmanamazdı ya! Tutar Nemeçek'i çıkarırdı ağaca. Öyle ya, Nemeçek erdi.
    Sonra, keyifli keyifli dumanını püfürdeten incecik demir bacayı düşündü. Baca, kar beyazı buhar bulutlarını duru mavi göğe üfler dururdu. Saniye geçmez, buhar bulutları gökyüzünde eriyip yok olurdu. Sonra bıçkının, koca kütükleri biçerken, onları doğrayıp ufaltırken çıkardığı o tanıdık ses... Sanki, Nemeçek'in odasına kadar ulaşıyordu.
    Küçük Yüzbaşının yüzü kıpkırmızı kesildi, gözleri parladı.
    - Arsaya gitmek istiyorum! diye haykırdı. Boka, elini tuttu.
    - Gideceksin, dedi. Haftaya gideceksin. Elbette gideceksin, iyi olunca.
    Nemeçek, dayattı:
    - Hayır, ben şimdi gitmek istiyorum. Şimdi hemen! Beni giydirin. Başıma da Pal Sokağı çocuklarının kepini giyeceğim.
    Elini yastığın altına götürdü. Yüzünde, kazanılan zaferin parıltısı, yamyassı olmuş kırmızı-yeşil bir kep çıkardı yastığın altından. Bir an bile yanından ayırmadığı kepini başına geçirdi.
    - Giysilerimi de... Babası, üzgün bir sesle,
    - Hele iyi ol da Ernö, dedi. O zaman... Ama, artık başa çıkılacak gibi değildi. Hasta, ciğerlerinin elverdiğince bağırıyordu:
    - Ben iyileşmem artık!
    - Öylesine yukardan alarak söyledi ki bu sözü, kimse karşı duramadı.
    - İyileşmeyeceğini ben! diye bağırdı. Bana yalan söylüyorsunuz. Öleceğimi çok iyi biliyorum, dilediğim yerde öleceğim, bana karışmayın. Arsaya gitmek istiyorum ben...
    Olacak iş değildi. Nemeçek'i yatıştırmaya çalışıyorlardı:
    - Şu sırada olamaz ki Ernö!
    - Hava çok kötü!
    - Haftaya gidersin inşallah!
    Artık yüzüne karşı açıkça söylemeyi pek de göze alamadıkları sözü yinelemek zorunda kalıyorlardı:
    - Hele iyileş de o zaman...
    Ne var ki, bütün bu sözleri yalanlayan işaretler gün gibi ortadaydı. Kötü havadan dem vurdukları sırada, avlu günlük güneşlikti. Ne var ne yok her şeyi canlandıran, ancak Ernö Nemeçek'in sağlığını geri vermeyen güçlü, bol ışıklı bir ilkyaz güneşi! Çocukcağız ateşler içinde yanıyordu. Eli kolu havayı dövüyordu; yüzü gözü kıpkırmızıydı. İncecik burun delikleri açılmıştı. Sayıklamalar da baş göstermişti artık.
    - Bu Arsa başlı başına bir ülkedir! Sizin haberiniz yok ki bundan, siz yurdunuz için savaşmış değilsiniz ki!
    Dışarıdan kapıya vuruldu.
    Bayan Nemeçek, açmaya gitti.
    - Biraz bakar mısın? Bay Çetneki gelmiş! dedi kocasına.
    Terzi, mutfağa geçti. Bu, Bay Çetneki, belediyede memurdu, giysilerini Bay Nemeçek'e diktirirdi. Terziyi görür görmez, sinirli sinirli,
    - Çift düğmeli kahverengi giysim ne oldu? dedi.
    Odadan o garip sayıklama geliyordu:
    - Borular ötüyor... Arsa toz duman içinde... İleri! İleri!
    - Efendim, dedi terzi, dilerseniz provanızı yapabilirim. Ama burada, mutfakta giymenizi rica edeceğim. Çok özür dilerim... Oğlum ağır hasta... İçerde yatıyor...
    - İleri! İleri! diye haykırıyordu içerdeki çocuk kısık sesiyle. Arkamdan gelin. Topluca saldıracağız! Kızıl Gömlekliler oradalar işte, görüyor musunuz? Ferenç Atş, gümüş mızrağıyla önden gidiyor. Beni suya atacaklar şimdi!
    Bay Çetneki, kulak verdi içeriye.
    - Ne var kuzum, ne oluyor?
    - Bağırıyor zavallı!
    - Peki hastaysa niye bağırıyor?
    Terzi omuz silkti,
    - Artık hastadır denemez, efendim... Son dakikalarını yaşıyor... Ateşten sayıklıyor böyle.
    Terzi gitti, çift düğmeli, beyaz iplikle teyellenmiş kahverengi ceketi getirdi. Odanın kapısını açtığında şu sözler duyulmaktaydı:
    - Hendek siperdekiler, dikkat! İşte geliyorlar, geldiler bile! Borazancı, çal borunu, durma çal... tra... tra tra tra...
    Boka'ya bağırdı:
    - Durma, sen de çal!
    İki eline ağzına götüren Boka, boru çalıyormuş gibi yaptı. Şimdi ikisi birden çalıyorlardı. Biri yorgun, kısık ve zayıf bir sesle, ötekiyse sağlıklı bir sesle. Hüzünlü bir görünümdü bu. Boka'nın gözleri yaşarmış, boğazı düğümlenmişti. Ama, yine de dayandı. Borunun çalınması, ona da sevinç veriyormuş gibi bir tavır takınmıştı.
    Gömleğine kadar soyunmuş olan Bay Çetneki,
    - Üzgünüm, ama dedi. Bu kahverengi giysi acele gerekli bana.
    Odadan, "Tra ta tra ta" diye sözüm ona boru sesleri geliyordu hâlâ.
    Terzi, ceketi müşteriye giydirdi, bir yandan da yavaşça konuşmaya başladı:
    - Kendinizi rahat bırakın, lütfen kıpırdamayın.
    - Koltuk altı pek rahat değil.
    - Bakarız, efendim.
    - Tra ta tra ta!
    - Şu düğme azıcık yukarda, daha aşağı alın!
    - Peki beyefendi.
    - Topluca saldırıya geçin!
    - Kolu da biraz kısa gibi.
    - Sanmam.
    - Ama iyi bakın. Yaptığınız ceketlerin kolları kısa oluyor genellikle. Sizin sorununuz bu!
    "Benim sorunum hiç de o değil," diye düşünen terzi, ceketin kolunu işaret etti.
    İçerdeki gürültü arttıkça artıyordu.
    - Hah haa, diye bağırıyordu çocuk sesi. Demek buradasın ha? Gelip karşıma geçtin ha? Sonunda enseledim seni işte. Müthiş Şef kimmiş göstereceğim sana şimdi, hele bir dur, hangimiz güçlüyüz göreceğiz şimdi!
    Bay Çetneki,
    - Biraz vatka koyun içine, dedi. Biraz omza, biraz da göğsüne, hem sağa koyun hem de sola.
    - Hah haa, uzandın kaldın işte!
    Bay Cetneki'nin provası bitmişti, kahverengi ceketi çıkardı, öbür ceketini giydi.
    - Ne zaman hazır olur?
    - Yarın değil öbür gün.
    - Peki. Ama sıkı çalışın da yine haftaya kalmasın!
    - Ah Bay Çetneki, çocuk hasta olmasaydı... Bay Çetneki omuz silkti.
    - Üzülmekte haklısınız, ben de üzüldüm üzülmesine, ama ne gelir elden. Hem, dediğim gibi, ceket acele gerekli bana. Bir an önce bitirmeye bakın.
    Terzi içini çekti,
    - Çalışırım efendim.
    - Hoşça kalın, diyen Bay Çetneki keyifle ayrıldı. Dönüp kapının oradan seslendi:
    - Hemen başlayın da çabuk bitsin!
    Güzelim kahverengi ceketi eline alan terzi, doktorun söylediklerini düşündü. Böyle zamanlarda, sağlanması gereken şeyleri sağlamak zorunluymuş. Ara vermeden işinin başına geçmeliydi öyleyse. Şu kahverengi ceket için alacağı parayı nereye harcayacaktı kimbilir? Belki de kazanacağı birkaç lira, tabutçu marangoza gidecekti. Bay Çetneki'ye gelince, o da, yeni ceketiyle şişinerek gezinecekti Tuna boyunda.
    Odaya dönen terzi, hemen dikişe başladı. Yatağa hiç bakmıyordu bile. İplik geçirilmiş iğne, telaşla batıp çıkıyordu kumaşa. İş, çok aceleydi. Hem de her bakımdan. Bay Çetneki kadar, marangoz bakımından da aceleydi...
    Küçük Yüzbaşıyla başa çıkılacak gibi değildi artık. Yeniden güç bulmuş, yatakta ayağa kalkmıştı. Uzun gecelik entarisi ayak bileklerine dek uzanıyor, yana eğilmiş kırmızı-yeşil kepiyle bir de cakalı duruyordu ki... Hırıltılı bir sesle konuşurken, bakışları taa uzaklarda bir yerdeydi.
    - Sayın Generalim, Kızıl Gömleklilerin komutanını yere serdiğimi saygıyla bildiririm. Rütbemin yükseltilmesini diliyorum. Ben bugüne bugün Yüzbaşıyım, ona göre! Yurdum için savaştım, yurdum için ölüyorum. Tra tra ta tra taa! Çal Kolnay, sen de çal!
    Tek eliyle yatağının başucuna sımsıkı tutunmuştu.
    - Kaledekiler, burçlardakiler, yağdırın bombalarınızı! Ha ha haayt! İşte Yano da orada! Dikkat Yano, yakında sen de yüzbaşı olacaksın! Üstelik senin adını küçük harflerle yazmayacaklar. Tüüh! Kötü yürekli çocuklarsınız, kötü! Boka beni sevdiği için kıskanıyorsunuz. En yakın arkadaşı benim de ondan. Macun Derneği baştan aşağı zırva! Dernekten çıkıyorum, çıkıyorum! Ayrıldığımı karar defterine hemen geçirin!
    Alçacık masanın başında oturan terzi, ne bir şey görüyor, ne de bir şey duyuyordu artık. Kemikli parmakları ceketin üzerinde çabuk çabuk gidip geliyor, iğneyle yüksük pırıl pırıl parlıyordu. Dünyaları verseler dönüp de yatağa bakamazdı şu sırada. Gözü oraya bir ilişirse, çalışmaya hevesi kalmaz, Bay Çetneki'nin ceketini fırlatıp attığı gibi, oğlunun yanı başına diz çöküp kalır diye korkuyordu.
    Yüzbaşı yatağında oturmuş, gözlerini yorgana dikmişti.
    Boka, yavaşçacık sordu:
    - Yorgun musun?
    Nemeçek, bir karşılık vermedi. Boka, yorganı üzerine çekti küçük oğlanın. Annesi, yastığını düzeltti.
    - Konuşma artık, dinlen!
    Nemeçek, Boka'ya bakıyordu, ama onu görmediği belliydi. Şaşkın bir yüzle,
    - Baba, diyebildi. General boğuk bir sesle,
    - Hayır, dedi. Ben baban değilim. Tanımadın mı beni? Ben Yohan Boka.
    Hasta, bitkin bir sesle, bilinçsizce Boka'nın dediklerini tekrarladı:
    - Ben... Yohan... Boka...
    Uzun bir sessizlik oldu. Nemeçek, gözlerini kapadı, derin derin içini çekti. Sanki, bütün üzgün insanların bütün acıları onun küçük ruhuna sinmişti.
    Kadın fısıldadı:
    - Belki uyuyacak. Sabahlara kadar uykusuz kalmaktan ayakta zor durabiliyordu yavrucuğum.
    Boka, çok hafif bir sesle,
    - Yalnız bırakalım, dedi.
    Bir kenara çekildiler, havı dökülmüş, yeşil bir divana oturdular. Terzi de işini bıraktı. Kahverengi ceketi dizine koyup, başını alçak masanın üzerine eğdi. Hepsi de susuyordu. Koyu bir sessizlik çöktü odaya. Sinek uçsa duyulacaktı.
    Avluya bakan pencereden çocuk sesleri geliyordu. Dışarıda bir sürü çocuk bir araya gelmiş yavaşça birbirleriyle konuşuyorlardı sanki. Tanıdık bir ses çarptı Boka'nın kulağına. Biri, bir ad fısıldadı:
    - Barabas!
    Ayağa kalkıp, parmaklarının ucuna basarak yürüdü, odadan çıktı. Mutfağın camlı kapısını açınca bir de ne görsün? Karşısında bir sürü tanıdık yüz. Kapının dibinde bir grup Pal Sokaklı çocuk, ürkek ve çekingen duruyordu.
    Vays, fısıldadı:
    - Macun Derneği üyelerinin hepsi buradalar.
    - Ne istiyorsunuz?
    - Bir 'onur belgesi' getirdik Nemeçek'e. Bütün Derneğin kendisinden özür dilediğini, adını da Karar Defterine büyük harflerle geçirdiğimizi kırmızı mürekkeple yazdık. Karar defteri de yanımızda. Ayrıca, Kurul da tam kadro burada.
    Boka, başını salladı.
    - Daha önce gelemez miydiniz?
    - Neden?
    - Şu sırada uyuyor da, ondan.
    Kurul üyeleri bakıştılar.
    - Kurul Başkanı seçiminde büyük tartışma çıktı da o yüzden erken gelemedik. Vays'ın seçilmesi yarım saatimizi aldı.
    Kadıncağız eşikte göründü.
    - Uyumuyor, dedi. Sayıklıyor.
    Çocuklar hiç kıpırdamadan duruyorlardı. Hepsi de ürkmüş gibiydiler. Kadıncağız,
    - İçeri girin çocuklar, dedi. Sizi görünce belki kendine gelir yavrucuğum.
    Kapıyı ardına kadar açtı. Sırayla içeri girdi çocuklar. Önce bir durakladılar. Saygılı bir duygusallıkla kutsal bir yere girer gibiydiler. Daha dışarıdayken, eşikte keplerini çıkarmışlardı. En sonuncusu da içeri girdikten sonra kapı kapatıldı. Oda kapısının önünde, hiç ses etmeden, gözlerini iri iri açarak beklediler. Terziye ve yatağa bakıyorlardı. Terzi bu bakışlar karşısında bile durumunu bozmadı. Başını eline dayamış, düşünüyordu. Ağlamıyordu, ama çok yorgundu, hem de çok. Yüzbaşı Nemeçek, yatakta gözleri açık yatıyor, çok güç soluk alıyordu. İnce, küçük ağzı açıktı. Artık kimseyi tanıdığı yoktu. Kadıncağız çocuklara yol açtı.
    - Gidin, yanına gidin!
    Yatağa doğru yürüdüler. Çok zorlanıyorlardı yürürken. Birbirlerini yüreklendiriyorlardı.
    - Sen yaklaş!
    - Önce sen!
    Barabas'ın sesi duyuldu:
    - Kurul Başkanı sensin.
    Bunun üzerine Vays, usulcacık yaklaştı yatağa. Ötekiler de onun arkasına sıraya girdiler. Küçük Nemeçek, başını döndürüp bakmadı bile onlara.
    Barabas fısıldadı:
    - Haydi konuş!
    Vays, titrek bir sesle söze başladı:
    - Nemeçek... Bakar mısın biraz? Ama, Nemeçek duymadı. Sık sık soluyordu, gözlerini duvara dikmişti.
    - Nemeçek... diye tekrarladı Vays, ağlamaklı. Barabas, Vays'ın kulağına eğilip,
    - Zırlama! dedi.
    - Zırladığım falan yok, diye karşılık verdi Vays.
    Hiç ağlamadan bu kadar konuşabildi diye de sevindi. Sonra toparlandı.
    - Çok sayın Yüzbaşımız, diyerek söze başladı ve cebinden bir yazı çıkardı.
    - Buraya kadar gelerek... ve ben Başkan olarak... Dernek adına bildiriyorum: Büyük bir yanılgıya düştüğümüzü kabul ediyor... bizleri bağışlamanı diliyoruz... Getirdiğim şu 'onur belgesi'nde her şey yazılı.
    Geriye döndü. Gözlerinde iki damla yaş parlıyordu. Ama sesindeki şu resmi havayı, bütün çocukların severek kullandıkları ses tonunu, dünyanın hiçbir hazinesine değişmezdi. Arkasına dönüp fısıldadı:
    - Yazman, Karar Defterini verin!
    Lejik hemen uzattı defteri. Vays, defteri çekingen bir tavırla yatağın kenarına koydu, kararın yazılı olduğu sayfayı açtı. Hastaya,
    - Bak, dedi. İşte hepsi yazılı burada!
    Küçük Nemeçek'in gözleri ağır ağır kapandı. Bir süre beklediler. Derken Vays yeniden konuştu:
    - Baksana, bak da gör işte!
    Küçük Nemeçek'te ne bir ses, ne de bir kıpırtı. Yatağa iyice sokuldular. Kadıncağız, çocukların arasından yol açtı kendisine. Tir tir titriyordu. Çocuğunun üzerine eğildi. Çok garip, titrek bir sesle kocasına,
    - Baksana, dedi. Soluk almıyor artık.
    Başını çocuğun göğsüne eğdi, dayadı. Ve kendini tutamayıp bağırdı birden:
    - Baksana, soluk almıyor, hiç soluk almıyor!
    Çocuklar geriye çekildiler. Birbirlerine iyice sokulmuş, küçük odanın bir köşesinde yan yana duruyorlardı. Derneğin Karar Defteri yataktan kayıp yere düştü. Vays'ın açtığı şekilde kaldı yerde.
    - Baksana, elleri buz gibi, buz gibi elleri!
    Boğucu sessizlik içinde, şimdiye kadar başı ellerinin arasında dilsiz oturmuş olan terzi, birden boşalırcasına hıçkırmaya başladı. Zavallı adam, bu durumda bile, bay Çetneki'nin güzel kahverengi ceketine gözü gibi bakıyordu. Gözyaşları üzerine damlamasın diye, dizinden kaydırmıştı ceketi.
    Kadın, yavrusunun ölüsüne sarılmış, öpüp duruyordu boyuna. Derken, yatağın önüne o da diz çöktü, yüzünü yastığa gömdü, hıçkırmaya başladı. Macun Toplayanlar Derneği sekreteri, Pal Sokağı Arsasından küçük Yüzbaşı Ernö Nemeçek, yüzü duvar gibi bembeyaz, sonsuz bir uykuya gömülü ve gözleri kapalı, yatağında yatıyordu.
    Barabas,
    - Geç kaldık, diye fısıldadı.
    Boka, başını önüne eğmiş, odanın ortasında duruyordu. Daha bir iki dakika önce, yatağın kenarında otururken, gözyaşlarını güçlükle tutmuştu. Şimdi, hiç ağlayamayışına pek şaşıyordu. İçinde sonsuz bir boşluk duygusu, çevresine bakınıp duruyordu boyuna. Bir köşeye çekilmiş olan çocukları gördü. En önde duran Vays'ın elindeki 'onur belgesi'ni Nemeçek hiç göremeyecekti. Çocukların yanına yaklaştı.
    - Hadi evlerinize gidin, dedi.
    Zavallı çocuklar, artık onlara yabancılaşmış bu küçük odadan, arkadaşlarının cansız yattığı bu odadan çıkıp gidebileceklerine nerdeyse sevindiler. Sırayla, odadan mutfağa, mutfaktan da günlük güneşlik avluya çıktılar usulcacık. Lejik, en sona kaldı. Parmaklarının ucuna basarak yürüdü, karyolanın yanına gitti, yerdeki Karar Defterini aldı. Yatağa ve yatağın içinde sesi soluğu çıkmadan yatan küçük yüzbaşıya baktı bir süre. Sonra o da ötekilerin ardından, güneşli avluya çıktı. Avludaki cılız ağaçların dallarında küçücük serçeler, yavru kuşlar şen şatır cıvıldaşıyorlardı. Çocuklar, durup kuşları seyrettiler. Hiçbir şeyin farkında değillerdi sanki. Arkadaşlarının öldüğünü biliyor, ama derinliğine kavrayamıyorlardı. Yaşamları boyunca ilk kez karşılaştıkları bu anlaşılmaz, yabancı olay karşısında, birbirlerine şaşkınlıkla bakıyorlardı.

DOKUZUNCU BÖLÜM  |  ON BİRİNCİ BÖLÜM