SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI

SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI


  1.
 
  Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
  duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
  gümüş ibriklerde şarap,
  bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
  Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
  yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
  Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.
  Çelebi hünkar idi amma
  Al Osman ülkesinde esen
  bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi.
  Köylünün göz nuru zeamet
  alın teri timar idi.
  Kırık testiler susuz
  su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
  Yolcu, yollarda topraksız insanın
              ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
  Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
                    köpüklü atlar kişner iken
  çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
                          tarumar idi.
  Velhasıl hünkar idi, timar idi, rüzgar idi,
                          ahuzar idi.
 
 
 
  2.
 
  Bu göl İznik gölüdür.
  Durgundur.
  Karanlıktır.
  Derindir.
  Bir kuyu suyu gibi
                içindedir dağların.
 
  Bizim burda göller
  dumanlıdırlar.
  Balıkların eti yavan olur,
  sazlıklardan ısıtma gelir,
  ve göl insanı
                sakalına ak düşmeden ölür.
 
  Bu göl İznik gölüdür.
  Yanında İznik kasabası.
  İznik kasabasında
  kırık bir kürek gibidir demircilerin örsü.
  Çocuklar açtır.
  Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
  Ve delikanlılar türkü söylemez.
 
  Bu kasaba İznik kasabası.
  Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
  Bu evde
  bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
  Boyu küçük
                sakalı büyük
                      sakalı ak.
  Çekik çocuk gözleri kurnaz
  ve sarı parmakları saz gibi.
 
 
  Bedreddin
  ak bir koyun postu üstüne
  oturmuş.
  Hattı talik ile yazıyor
                    "Teshil"i.
  Karşısında diz çökmüşler
  ve karşıdan
  bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
  Bakıyor:
  Başı tıraşlı
  kalın kaşlı
  ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
  Bakıyor:
  kartal gagalı Torlak Kemal..
  Bakmaktan bıkıp usanmayıp
  bakmağa doymıyarak
  İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..
 
 
 
  3.
 
  Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
  Ve gölde ipi kopmuş
                  boş bir balıkçı kayığı
                  bir kuş ölüsü gibi
                      suyun üstünde yüzüyor.
  Gidiyor suyun götürdüğü yere,
  gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.
 
  İznik gölünde akşam oldu.
  Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
  güneşin boynunu vurup
                  kanını göle akıttılar.
 
  Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
  bir sazan balığı yüzünden
                    kaleye zincirlenen balıkçının kadını.
 
  İznik gölünde akşam oldu.
  Bedreddin eğildi suya
                  avuçlayıp doğruldu.
 
  Ve sular
  parmaklarından dökülüp
  tekrar göle dönerken
                dedi kendi kendine:
  "-O ateş ki kalbimin içindedir
  tutuşmuştur
  günden güne artıyor.
  Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
  eriyecek yüreğim..
 
 
  Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
  Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
  Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
  biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
                          iptal edeceğiz..."
 
 
 
  Ertesi gün
  gölde kayık parçalanır
                  kalede bir baş kesilir
                    kıyıda bir kadın ağlar
 
  ve yazarken
  Simavneli "Teshil"ini
  Torlak Kemalle Mustafa
  öptüler
            şeyhlerinin elini.
  Al atların kolanını sıktılar.
  Ve iznik kapısından
  dizlerinde çırılçıkplak bir kılıç
  heybelerinde al yazma bir kitapla çıktılar...
 
  Kitaplarını adı:
                    "Varidat"dı.
 
 
 
  4.
 

  Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal, Bedreddinin elini
  öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına
  gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola
  çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda

  Duyduk Mustafa huruç eylemiş
  Aydın elinde Karaburunda.
  Bedredinin kelamını söylemiş
  köylünün huzurunda.
 
  Duyduk ki; "cümle derdinden kurtulup
  piri pak olsun diye,
              on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
  ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
  verilmiş ortaya hünkar beylerinin timarı zeameti."
 
  Duyduk ki...
  Bu işler duyulurda durmak olur mu?
  Bir sabah erken,
  Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
  sıska bir söğüt altında zeytin tanesi yedik.
  "Varalım,
              dedik.
  Görelim,
              dedik.
  Yapışıp
              sabanın
                    sapına
  şol kardeş toprağını biz de bir yol
                      sürelim, dedik."
  Düştük dağlara dağlara,
  aştık dağları dağları...
 
  Dostlar,
  ben yolculuk etmem bir başıma.
  Bir ikindi vakti can yoldaşıma
                  dedim ki:geldik.
                  Dedim ki:bak
  başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
  bir adım geride ağlayan toprak.
  Bak ki incirleri iri zümrüt gibidir,
  kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
  Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
  ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
  ve körpe kuzu gibi aktır
                  yumuşaktır etleri.
  Dedim ki bak,
  burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
                                                                        bereketli.
  Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
 
 
 
 
  5.
 
          Arkamızda hünkarın ve hünkar beylerinin timar ve zeametli
  topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk
  karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpare ak
  libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı
  renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle
  Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.
          İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir
  gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden.
          Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu,
  yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine
  benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
          İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:
          --Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman
  iseniz
  boynunuz kıldan incedir.
          --Dostuz, dedik.
          Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani
  toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler
  Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.
          Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi
  ki:
          --Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş
  soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler
  böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla
  suladık da ondandır.
          Müjde büyüktü. rehberim:
          --Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.
          Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine
  bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Al Osman oğullarının
  karanlığına daldık.
          Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava
  ıslak ve
  kederliydi.
          Bedreddin.
          --Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
          Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık,
  onlarla
  aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini
  duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı atı benim al atımla
  Anastasınkiki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz. Ona bir
  kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin
  babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça
  Bedreddine yaklaşıyorduk.
          Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık.
  Oradan bir gemiye bindik.
 
 
 
  6.
 
  Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                  ve bir yelkenli vardı.
  Bir gece bir denizde bir yelkenli
                  yapayalnızdı yıldızlarla.
  Yıldızlar sayısızdı.
  Yelkenler sönüktü.
  Su karanlıktı
                ve göz alabildiğine dümdüzdü.
 
  Sarı Anastasla Adalı Bekir
                  hamladaydılar.
  Koç Salihle ben
          pruvada.
  Ve Bedreddin
          parmakları sakalına gömülü
          dinliyordu küreklerin şıpırtısını.
 
  Ben:
      -Ya! Bedereddin! dedim,
          uyuklayan yelkenlerin tepesinde
            yıldızlardan başka birşey görmüyoruz.
          Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
          Ve denizin içinden
              gürültüler dumuyoruz.
          Sade bir dilsiz, karanlık su,
          sade onun uykusu.
  Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
                                                                    güldü,
                                                      dedi:
  -Sen bakma havanın durgunluğuna
  derya dediğin uyur uyur uyanır.
 
 
  Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                        ve bir yelkenli vardı.
  Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
                        gidiyordu Deliormana
                            Ağaçdenizine...
 
 
 
  7.
 
  Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
  demek ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
  "Malum niçin geldik,
                malum derdi derunumuz" diye
          her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
 
  Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
  Köylü bek ekinini, çırak çarşıyı yakıp
                reaya zinciri bırakıp gelmiş.
  Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
          kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...
 
  Bir kızılca kıyamet!
  Karışmış birbirine
          at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
          gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
  Ne böyle bir alem görmüşlüğü vardır,
  ne böyle uğultu duymuşluğu var
              Deliorman deli olalı beri...
 
 
 
  8.
 
        Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugahında bırakıp ben ve
  rehberim
  Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba
  bir dildade yüzünden. biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lakin
  bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında
  seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden
  Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.
        İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki
  yaşındaki
  oğlunun elinden tutan Beyazid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını
  duyduk.
        İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk
  ki bir
  bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz
  salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin
  üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, biri fesli. Selam
  verdiler. Selam aldık. Kavuklulardan biri Neşri imiş. Dedi ki:
        --Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan
  Mehemmed
  Beyazid Paşa'yı gönderir.
        Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihabiddin imiş. Dedi ki:
        --Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi
  şer'i
  Muhammediye muhalif nice işleri aşikar oldu.
        Kavuklulardan üçüncüsü Aşıkpaşazade imiş. Dedi ki:
        --Sual: ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
        --Cevap:Allah bilir anınçünkim biz anın mevti halini bilemezüz..
        Fesli olan çelebi İlahiyat Fakültesi tarihi kelam müderrisiydi.
  Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey
  demedi.
 
        Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz
  ağacı
  altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri
  nallarımızın tozları ardında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin
  yanına vardık.
 
 
 
 
  9.
 
  Sıcaktı.
  Sıcak.
  Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
                                                      sıcak.
 
  Sıcaktı.
  Bulutlar doluydular,
  bulutlar boşanacak
                boşanacaktı.
  O, kımıldamadan baktı,
        kayalardan iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
  Orda en yumuşak, en sert
  en tutumlu, en cömert,
  en
                seven
  en büyük, en güzel kadın:
                                      TOPRAK
                                            nerdeyse doğuracak
                                                                doğuracaktı.
 
  Sıcaktı
  Baktı Karaburun dağlarından O
  baktı bu toprağın sonundaki ufka
            çatarak kaşlarını:
  Kırlarda çocuk başlarını
  kanlı gelincikler gibi koparıp
  çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
  beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku yarıp.
 
  Bu gelen
        Şehzade Murattı.
  Hükmü hümayun sadır olmuştu ki Şehzade Muratın
  ismine
  Aydın eline varıp
  Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
 
  Sıcaktı.
  bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
  baktı köylü Mustafa
  Baktı korkmadan
        kızmadan
              gülmeden.
  Baktı dimdik
        dosdoğru.
  Baktı O.
  En yumuşak, en sert
  en tutumlu, en cömert,
  en
          seven,
  en büyük, en güzel kadın:
                                      TOPRAK
                                            nerdeyse doğuracak
                                                                doğuracaktı.
 
  Baktı.
  Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
  Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
            fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
  Oysaki onlar bu toprağı,
        bu kayalardan bakanlar, onu,
  üzümü, inciri, narı,
  tüyleri baldan sarı,
        sütleri baldan koyu davarları,
  ince belli, aslan yeleli atlarıyla
  duvarsız ve sınırsız
  bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
 
  Sıcaktı.
  Baktı.
  Bedreddin yiğitleri baktılar ufka..
 
 
  En yumuşak, en sert,
  en tutumlu, en cömert,
  en
            seven,
  en büyük, en güzel kadın:
                                      TOPRAK
                                            nerdeyse doğuracak
                                                                doğuracaktı.
  Sıcaktı.
  Bulutlar doluydular.
  Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
  Birden-
          -bire
  kayalardan dökülür
            gökten yağar
                yerden biter gibi,
  bu toprağın verdiği en son eser gibi,
  Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
                                çıktılar.
  Dikişsiz ak libaslı
              baş açık
                yalnayak ve yalın kılıçtılar.
 
  Mübalağa cenk olundu.
 
  Aydını Türk köylüleri,
        Sakızlı Rum gemiciler,
            Yahudi esnafları,
  on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
  düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
  Bayrakları al, yeşil,
        kalkanları kama, tolgası tunç
                saflar
  pare pare edildi ama,
  boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
  on binler iki bin kaldı.
 
  Hep bir ağızdan türkü söyleyip
  hep beraber sulardan çekmek ağı,
  demiri oya gibi işleyip hep beraber,
  hep beraber sürebilmek toprağı,
  ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
  yarin yanağından gayrı her şeyde
                her yerde
                hep beraber!
                    diyebilmek
                      için
  on binler verdi sekiz binini...
 
  Yenildiler.
 
  Yenenler, yenilenlerin
        dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
                                        kılıçlarının kanını.
  Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
  hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
  Edirne sarayında damızlanmış atların
                  eşildi nallarıyla.
 
  tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
            zaruri neticesi bu!
                deme, bilirim!
  O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
  Ama bu yürek
        o, bu dilden anlamaz.
  O "hey gidi kambur felek,
  hey gidi kahbe devran hey,"
                        der.
  Ve teker teker,
  bir an içinde,
  omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
            yüzleri kan içinde
  geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
  geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları..
 
 
 
  10.
 
  Karanlıkta durdular.
  Sözü O aldı, dedi:
  "-Aylasuğ şehrinde pazar kurdular.
  Yine kimin dostlar
        yine kimin boynun vurdular?"
 
  Yağmur
        yağıyordu boyuna.
  Sözü onlar alıp
        dediler ona:
  "-Daha pazar
        kurulmadı
              kurulacak.
  Esen rüzgar
        durulmadı
              durulacak.
  Boynu daha
        vurulmadı
              vurulacak."
 
  Karanlık ıslanırken perde perde
  belirdim onların olduğu yerde
  sözü ben aldım, dedim:
  "-Aylasuğ şehrinin kapısı nerde?
              Göster geçeyim!
  Kalesi var mı?
  Söyle yıkayım.
  Baç alırlar mı?
        De ki vereyim!"
 
 
  Sözü O aldı, dedi:
  "-Aylasuğ şehrinin kapısı dardır.
                    Girip çıkılmaz.
  Kalesi vardır,
        kolay yıkılmaz.
  Var git al atlı yiğit
              var git işine!.."
  Dedim: "-Girip çıkarım!"
  Dedim: "-Yakıp yıkarım!"
  Dedi: "-Yağış kesildi
                gün ağarıyor.
            Cellat Ali,
              Mustafayı
                çağırıyor!
        Var git al atlı yiğit
              var git işine!.."
 
  Dedim:"-Dostlar
        bırakın beni
        bırakın beni.
        Dostlar
        göreyim onu
        göreyim onu!
        Sanmayınız
        dayanamam.
        Sanmayınız
        yandığımı
        el aleme belli etmeden yanamam!
 
        Dostlar
        'Olmaz!' demeyin,
        'Olmaz!' demeyin boşuna.
        Sapından kopacak armut değil bu
              armut değil bu,
        yaralı olsa da düşmez dalından;
        bu yürek
        bu yürek benzemez serçe kuşuna
              serçe kuşuna!
 
        Dostlar
        biliyorum!
        Dostlar
        biliyorum nerde, ne haldedir O!
        Biliyorum
        gitti gelmez bir daha!
        Biliyorum
        bir deve hörgücünde
        kanıyan bir çarmıha
        çırılçıplak bedeni
        mıhlıdır kollarından.
        Dostlar
        bırakın beni,
        bırakın beni.
        Dostlar
        bir varayım göreyim
        göreyim
        Bedreddin kullarından
        Börklüce Mustafayı
        Mustafayı."
 
 
  Boynu vurulacak iki bin adam,
  Mustafa ve çarmıhı
  cellat, kütük ve satır
  her şey hazır
        her şey tamam.
 
  Kızıl sırma işlemeli bir haşa
  altın üzengiler
  kır bir at.
  At üstünde kalın kaşlı bir çocuk
  Amasya padişahı şehzade sulatn Murat.
  Ve yanında onun
  bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Beyazid Paşa!
 
  Satırı çaldı cellat.
  Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
  yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
              birbiri ardınca düştü başlar.
  Ve her baş düşerken yere
  çarmıhından Mustafa
  baktı son defa.
  Ve her her yere düşen başın
  kılı depremedi:
  -İriş
        Dede Sultanım iriş!
              dedi bir,
  başka bir söz demedi..
 
 
 
 
  11.
 
        Beyazid Paşa manisaya gelmiş, Torlak Kemali anda bulup anı dahi
  anda
  asmış, on vilayet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilayet
  betekrar bey kullarına timar verilmişti.
        Rehberimle ben, bu on vilayetten geçtik. Tepemizde akbabalar
  dolaşıyor
  ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine
  süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin
  üstüne iniyorlardı.
        Yollarda, hünkar beylerinin alaylarına rastlıyorduk.
        Hünkarın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük
  bir
  güçlükle kımıldanabilen rüzgarların içinden ve parçalanmış toprağın
  üstünden geçerek, rengarenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile
  timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilayeti arkada bıraktık.
  Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:
        Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün
  değil.
        Bir kayık bulduk.
        Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç
  kapağından
  koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz
  gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan
  bir alın görmemişimdir.
        Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor,
  kurşun
  boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu
  ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:
        --Serbet ve insan esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak
  kölesi,
  usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir
  zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen
  açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
 
 
 
  12.
 
        Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selanik
  kalesindeki
  muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana
  ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.
        Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan
  Deliorman
  taraflarından gelip Serez şehrine giden üç atlı, doludizgin önümüzden
  geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana
  benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim
  ki:
 
 
 
 
  Ben tanırım bu nal seslerini.
  Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
  karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
  hep böyle terkilerinde bağlı esir götürdüler.
 
  Ben tanırım bu nal seslerini.
  Onlar
              bir sabah
  çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
  Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
  Hava öyle güzeldir,
  yürek öyle umutlu,
  göz çocuklaşmış
  ve hakim dostumuz ŞÜPHE uykuda...
 
  Ben tanırım bu nal seslerini.
  Onlar
              bir gece
  çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
  Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
  ve terkilerinde
        en değerlimizin
              arkadan bağlanmış kolları vardır.
 
  Ben tanırım bu nal seslerini
  onları Deliorman da tanır.
 
 
 
 
  Filhakika bu nal seslerini Deliormanında tanıdığını çok geçmeden
  öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki,
  Beyazid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını,
  bunların karargaha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil
  oldukalrını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp
  kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rsatladığımız üç atlı Osmanlı
  tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde
  götürdükleri esir de Bedreddindi.
 
 
  13.
 
  Rumeli, Serez
  ve bir eski terkibi izafi:
                    HUZURU HÜMAYUN.
 
  Ortada
  yere saplı bir kılıç gibi dimdik
                          bizim ihtiyar.
  Karşıda hünkar.
  Bakıştılar.
 
  Hünkar istedi ki:
  bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
  son sözü ipe sermeden önce,
  biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
  adab ü erkaniyle halledilsin iş.
 
  Hazır bilmeclis
  Mevlana Hayder derler
  mülkü acemden henüz gelmiş
  bir ulu danişmend kişi
  kınalı sakalını ilhamı ilahiye eğip,
  "Malı haramdır amma bunun
              kanı helaldır" deyip
                halletti işi...
 
  Dönüldü Bedreddine.
  Denildi: "Sen de konuş."
  Denildi: "Ver hesabını ilhadının."
 
  Bedreddin
  baktı kemerlerden dışarı.
  Dışarda güneş var.
  Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
  ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
  Bedreddin gülümsedi.
  Aydınlandı içi gözlerinin,
                    dedi:
  --Madem bu kerre mağlubuz
  netsek, neylesek zaid.
  Gayrı uzatman sözü.
  Mademki fetva bize aid
  verin ki basak bağrına mührümüzü..
 
 
 
  14.
 
  Yağmur çiseliyor,
  korkarak
  yavaş sesle
  bir ihanet konuşması gibi.
 
  Yağmur çiseliyor,
  beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
  ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
 
  Yağmur çiseliyor,
  Serezin esnaf çarşısında
  Bedreddinim bir ağaca asılı.
 
  Yağmur çiseliyor.
  Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
  Ve yağmurda ıslanan
  yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
  çırılçıplak etidir.
 
  Yağmur çiseliyor.
  Serez çarşısı dilsiz,
  Serez çarşısı kör.
  Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
  Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
 
  Yağmur çiseliyor.
 
 
  TORNACI ŞEFİĞİN GÖMLEĞİ
 
 
        Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki
  deniz
  ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile
  gayet iyi hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum.
  Dönüp baktım. Tornacı Şefik. İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme
  dikmiş:
        --Bu gece uyumadın galiba, diyor.
        Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri gelmiyordu. Ortalık
  ağarınca
  onlar uykuya varmış olmalılar. Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri
  de manalarını kaybediyor. Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli
  olan sert çizgileri yumuşuyor.
        Koğuşun kapısı dışardan açıldı. İçerde çocuklar teker teker
  uyanıyorlar.
        Şefik soruyor:
        --Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?
        Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:
        --Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm. Nah şu pencerenin
  arkasına
  geldi. Yekpare ak bir gömleği vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu
  yan yana, daha doğrusu onun rehberliğiyle yaptım..
        Tornacı Şefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:
        --Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın müridiyle değil, benim
  gömleğimle
  yapmışsın. Bak, dün gece asmıştım. Hala pencerede..
  Ben de gülüyorum. Simavne Kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana
  rehberlik eden tornacı Şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum.
  Şefik gömleğini sırtına geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları
  "yolculuğumu" öğrendiler. Ahmed:
        --Bunu yaz işte, diyor. Bir "Bedreddin destanı" isteriz. Hem
  sana ben
  de bir hikaye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın...
        Ahmedin anlattığı hikayeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum.
 
 
 
 
 
  AHMEDİN HİKAYESİ
 
 
        Balkan harbinden önceydi. Dokuz yaşlarındaydım. Dedemle,
  Rumelinde, bir
  köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı
  biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş bir bıçak
  gibi keskin kışlarından biri.
        Köyün adını hatırlamıyorum. Yalnız, yola kadar bizimle gelen
  jandarma,
  bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı
  köylüleri diye anlattıydı.
        Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gavurdular. Belki
  kızılbaştılar. Ama, tam da kızılbaş değil.
        Köye girişimiz hala aklımdadır. Güneş battı batacak. Yol don
  tutmuş.
  Yolda cam parçaları gibi pırıldayan kaskatı su birikintilerinde
  kızıltılar.
        Köyün karanlığa karışmıya başlayan ilk çitlerinde bizi bir köpek
  karşıladı. İri, alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman
  görünen bir köpek. Havlıyordu.
        Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru
  sıçrayıp
  saldırıyor.
        Ben, "Ne oluyoruz?" diye başımı arabacının arkasından dışarı
  uzattım.
  Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan
  ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın
  bir ses duydum:
        --Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın?
        Dedem arabadan indi. Köpeğin kalın sesli sahibine "merhaba"
  dedi.
  Konuştular. Sonra köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde
  konuk etti.
        Kulağımda çocuklğumdan kalan birçok konuşmalar vardır. Bunlardan
  çoğunun manasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş,
  kimisine kızmışımdır. Fakat, çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir
  konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün
  hayatımın boyunca müessir olmamıştır.
        Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın, hırçın
  ve
  inanmış bir sesle konuşuyordu.
        onun kalın sesi diyordu ki:
        --Hünkarın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde,
  çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü
  iki yana ağır ağır sallaanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam
  belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at.
  Bedreddinin asıldığı ağacın altına geldiler. Soldaki pabuçlarını
  çıkardı. Ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler.
  Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince bir yılan
  çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı.
  Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı.
  Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra, eğildi,
  yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü
  elleriylr açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi
  Bedreddinin ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti. Onlar
  çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi. En
  gençleri oydu. Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim
  köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü. Ama sonra
  hünkar atlıları köyü bastılar. Atlılar gidince delikanlı, ölüyü kara
  ağacın altından çıkardı. Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi
  bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.
        Dedem soruyor:
        --Bunun böyle olduğuna eminmisin?
        --Elbette. Bunu bana anamın babası anlattı. Ona da dedesi
  söylemiş.
  Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider...
        Odada bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla
  boyadığı
  alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar. Arasıra bir ikisi
  kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri,
  yüzlerinin bir parçassı, omuzlarından bir tanesi kızıllaşıyor.
        Bakır sakallının sesini duyuyorum:
        --O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek
  yine.
        Dedem gülüyor:
        Sizin bu itikadınız, diyor, hırıstiyanların itikadına benziyor.
  Onlar
  da, İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hatta müslümanların
  içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine
  inananlar vardır.
        Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık vermiyor. Kalın
  parmaklı
  elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmız
  dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var.
  Kavga eder gibi konuşuyor:
        --İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla
  dirilecekmiş. Bu
  yalandır. Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı,
  dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte.. Biz
  Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan
  bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine
  gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir,
  diyoruz.
        Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı,
  inanmadı
  mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda
  yine inanıyorum.
 
 
 
          "Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!
         Dünü bugüne
          bugünü yarına bağlayın"
 
  Nazım Hikmet