DÜŞÜNCE TARİHİ
Orhan Hançerlioğlu
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında:
Düşünce Tarihi (2.390 KB)
II. BÖlüm
İKİ KURUM
Boş zamanlarında Cicero’nun felsefesel öğütleriyle eğlenen Romalı, pratik yaşamında katı yürekli, gözü pek bir işadamıdır. Kölelerini çalıştırırken ne yaşlılık tanır, ne de dostluk. Yunanlıların düşünsel kavramlarını Latinlere aktarıp Batı felsefesinin [sayfa 112] terimsel temellerini atan Cicero’nun bile ne yaman bir işini bilir olduğu ilerde görülecektir. Romateorisi gelecek yüzyıllara öğütler düzenlerken Roma pratiği gelecek yüzyıllara miras bırakmak üzere iki Toplumsal kurum pekiştirmektedir: Mülkiyet ve aile.
Mülkiyet, insanlık tarihinin belli bir aşamasında meydana çıkmış tarihsel bir olgudur. Tarihsel süreçte üretim tarzıyla belirlenmiştir. Yunan ozanlarının altınçağ adını verdikleri komünal toplumda özel mülkiyet yoktu, komünal topluluğun hep birlikte mülkiyeti demek olan ortak mülkiyet vardı. Çünkü insanlar tek başlarına değil, kollektif bir biçimde hep birlikte üretebiliyorlardı. Ortak çalışma zorunluğu ortak mülkiyeti gerektiriyordu. İnsanlar arasındaki çeşitli ilişkiler, eşdeyişle üretim ilişkileri, hep bu ortaklıkla düzenlenmişti. Zamanla üretim aletleri gelişti, bir aile başka ailelerin yardımı olmaksızın üretebilme gücünü kazandı. Çalışma özelleşince mülkiyet de özelleşti. Daha açık bir deyişle mülkiyet, nasıl ortak çalışmada ortak olmak zorundaysa, özel çalışmada da özel olmak zorundaydı. Ne var ki insanlar arasındaki ilişkiler de, buna uygun olarak, yeni biçimlere dönüşüyordu. İnsanlar nasıl üretirlerse öylece tüketirler, tüketim biçimi üretim biçiminden ayrılamaz. Ortak çalışma nasıl ortak mülkiyeti ve ortak tüketimi gerektirmişse özel çalışma da öylece özel mülkiyeti ve eşit olmayan özel tüketimi gerektirdi. İnsanlar nasıl üretmişlerse öylece mülk edinmişler ve öylece tüketmişler, buna uygun siyasal sistemler kurmuşlardır. Bundan ötürüdür ki insanlık tarihinde toplumların siyasal sistemleri, üretim biçimleriyle koşullanan mülkiyet biçimleriyle belirlenmektedir. Romalıların köleci imparatorlukları böylesine bir belirlenmenin ürünüdür. Daha sonra oluşacak olan feodal, anamalcı ve toplumcu sistemler de böylesine bir altyapıyla belirleneceklerdir. Ne var ki insanlar aletsiz çalışamaz, üretim araçlarına sahip olmaksızın üretemezler. Her insanın elinde üretim aleti bulunduğu sürece insanlar birbirleriyle eşit kalırlar, ama insanların bir bölümü öbür bölümünün elinden üretim aletlerini zorla alırlarsa sınıflar gerçekleşir. Bir bölüm insanlar köleleşirken bir bölüm insanlar da köle sahibi olurlar. Sadece köle sahibi olmakla da kalmazlar, aynı zamanda ve aynı nedenden ötürü aile sahibi de olurlar.
Aile, tarımın ve köleliğin gerçekleşmesiyle meydana gelmiştir. Demek ki özel mülkiyetin ürünüdür. İlkin, insanlar arasında her türlü kuraldan yoksun cinsel ilişkiler vardı. Bunlar, bir aile ilişkileri değil, bir aşiret ilişkileriydi. Ana, Çocuk, kardeş gözetilmeksizin aşiretin bütün kadınlarıyla bütün erkekleri birbirleriyle cinsel ilişki kurabilirlerdi. Bu durumda Baba belli olmadığından çocuklar toplumundu. Aşiretin ekonomik yapısı da buna uygundu, herkes aşiret için çalışır ve her şey herkes arasında bölüşülürdü. Bu durum, mülkiyet haklarının meydana çıkmasıyla, zorunlu olarak ailenin bugünkü biçimi olan tek eşli evlilik biçimine dönüştü. Mülkiyet ve bundan doğan miras haklarını sürdürmek için babaları kesinlikle belli olan çocuklar yetiştirmek gerekiyordu. Bu aşama, başka cinsel ilişkinin sadece kadına yasaklanmasıyla gerçekleşti. [sayfa 113]
İLK KAVGA
Mal edinme yüzünden ilk kavga, ilk insanla başlıyor. Musa’nın birinci kitabının dördüncü bölümü bu masalı şöyle anlatır: Ve Adem, karısı Havva’yı. bildi. Havva gebe kalıp Kabil’le Habil’i doğurdu. Kabil çiftçi, Habil çoban oldu. Günler geçti. Kabil, Tanrı’ya toprağın ilk ürünlerini sundu. Habil de sürünün ilk ürünlerini. Tanrı, Habil’in armağanını aldı, Kabil’in armağanına bakmadı. Kabil çok öfkelendi ve kırda karşılaşınca kardeşi Habil’i öldürdü. Günler geçip koşullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar: Ezenler ve ezilenler... Kavga, bunlar arasında olmaktadır. Nitekim ilk büyük kavgalara da, ezenlerle ezilenlerin en çok sivrildikleri Roma imparatorluğu topraklarında rastlıyoruz.
Bu kavgalardan ilki, Lucius Sergius Katilina’nın (İ.Ö. 109-6l) yönettiği kavgadır. Bu kavgada, tarihsel diyalektik çok önemli bir dönüşme örneği veriyor: Ezenlerin soyundan geldiği halde ezilenlerin savunucusu Katilina’yla ezilenlerin soyundan geldiği halde ezenlerin savunucusu Çiçeron karşı karşıyadır. Güçlülere dayanan Çiçeron, Katilina’ya karşı konsül seçilmiştir. Katilina, yoksullara toprak dağıtılmasını ve çeşitli faizlerle haksızca kabaran borçlarının silinmesini istemektedir. Buna karşı Çiçeron, Görevler adlı yapıtında şöyle yazıyor: Varlıklıların elindeki toprağı almak ve borçları silmek ha?.. Fakat bu, devletin temellerini sarsmak demektir. Çünkü, devletin görevi, mülkiyeti korumaktır. Kendi paramla yaptırdığım evi başkaları kullansın, böyle şey görülmüş müdür? Borç olarak verdiğim kendi paramı köylüden geri istememeliymişim, bu da ne demek oluyor?.. Bunun ne demek olduğunu, Katilina ayaklanmasına katılan komutan Manlius, bir mektubunda şöyle anlatıyor: Bütün anlaşmazlıkların ve savaşların kaynağı olan zenginliği istemiyoruz. İstediğimiz, sadece özgürlüktür... Katilina, önceleri, sosyal adaleti olumlu bir yoldan gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Bunun için de iki kez konsül seçilmeye çalışmıştı. Ama olumlu yol kapanınca olumsuz yola başvurmak zorunda kaldı. Büyük bir ayaklanma tertipledi. Ne var ki bu ayaklanmanın sonunda, üstün güçler karşısında dayanamayarak arkadaşı Manlius’la birlikte savaş alanında öldürüldü. Tarihçi Salluste, Katilina ayaklanmasını yerdiği halde, onun, Floransa dolaylarında kahramanca can verdiğini yazmaktadır. Şöyle diyor: Yüzü, ölümünden sonra bile kahramanlığını yitirmemişti, varlıklıları küçümsemekte devam ediyordu... Katilina olayı, 1611’de B. Johnson’un ve 1748’de Crebillon’un yazdıkları iki ünlü trajediye konu olmuştur.
Ezilenlerin ezenlere karşı ikinci büyük ayaklanması, gene Roma’da, Spartaküs adlı kölenin yönettiği ayaklanmadır (İ.Ö. 73-71). Spartaküs, Trakya’dan devşirilmiş, çok üstün nitelikleri olan bir adamdı. Kimi tarihçiler onu, Anibal değerinde bir komutan saymaktadırlar. Roma’da büyük çiftliklerin işletilmesi kölelerin gücüne dayanıyordu. Roma, gittikçe gelişen zenginliğini kölelere borçluydu. Köleler, genellikle savaş tutsaklarıydı. Kölelerin sağladıkları üstün bir mutluluğa erişen Roma, ne var ki bu mutluluğu ödemekte pek cimriydi. Romalı kölelerin yaşayışı, Romalı [sayfa 114] hayvanların yaşayışından daha kötüydü. Tanınmaları için kızgın demirle göğüsleri damgalanıyor, kaçmamaları için kalın zincirlerle birbirlerine bağlanıyorlardı. Romalı soyluları eğlendirmek için birbirleriyle dövüştürülüyor, birbirlerini boğazlamak zorunda bırakılıyorlardı. Vahşi hayvanların önüne atılıp parçalattırılmaları da başka bir eğlence biçimiydi. Spartaküs de bu kölelerden biridir. Yetmiş kadar köleyle birlikte kaçmanın yolunu bulmuş, arkalarından gönderilen üstün kuvvetleri darmadağın ederek silahlarını ele geçirmiştir. İtalya’nın dört bir yanından koşup gelen bütün ezilmişlerin katılmasıyla kısa zamanda büyük bir ordu kurarak Roma’yı titretmeye başlamıştır. Bu, öylesine bir titremeydi ki, Romalı analar yaramazlık eden çocuklarını, "Spartaküs geliyor" diye sindiriyorlardı. Spartaküs, üstüne gönderilen kocaman Roma ordularına karşı birçok önemli başarılar elde ettiği halde, sonunda, yenilgiden kurtulamamıştır. Bu yenilgi, Romalıların bile ummadıkları bir sonuçtu. Çünkü Spartaküs, Roma’yı kökünden temizleyecek yolun dörtte üçünü aşmış bulunuyordu.
İKİ KAVRAM
Bir yanda ezenlerle ezilenler her gün biraz daha uçlaşırken öbür yanda ezenler sınıfından toprak sahiplerinin karşısına para adamları dikilmektedir. Böylelikle insan düşüncesinde iki önemli kavram daha oluşmaktadır: Vergi ve faiz.
Vergi, devlet kurumunun masraflarını karşılamak için halktan alınan paradır. Daha açık bir deyişle, Roma’nın köleci devletinde köleleri baskı altında tutmak ve başkaldırmalarına engel olmak için kurulan devlet örgütünün parasını da köleler öder. 1793 Fransız Anayasası, "hiçbir vatandaş devlet masraflarına katılmak şerefinden yoksun bırakılamaz" demekle, onu bir şeref olarak nitelemiştir. Bununla beraber, birçok vatandaşlar bu şereften, açık ve gizli olmak üzere iki yolla, yoksun bırakılmışlardır. Bu şeref yoksunluğunun açık yoluna maliye dilinde vergi muafiyeti denir. Gizli yolsa birçok karmaşık vergi formülleriyle gerçekleştirilir. Bu karmaşık hesap formüllerinin kolaylıkla anlaşılabilecek olanı araçlı vergilerdir. Bir ölçek tuz alırken Romalı konsülle Romalı köle aynı vergiyi öder. Gerçekte her ikisinin de tuz ihtiyacı aynı niceliktedir. Daha açık bir deyişle, bir varlıklı, parası çok olduğundan ötürü daha çok tuz yiyemez. Bu vergiyi ödeyen konsülün varlığından hiçbir şey eksilmez, ama köle belki de bütün varlığını harcamış olur. Vergiyi ödeyen konsülle köledir ama, vergi tuzdan alınıyormuş gibi görünür. Her şey bir vergi konusudur. İngiltere Başbakanı Gladstone, yeni kurulan Faraday laboratuarlarını gezerken: "Elektrik ne işe yarar?" diye sormuş. Faraday da: "Devletin vergi almasına yarar efendim!" demiş. İşte başkaldıran kölelerin azaltılmasını istediği vergi bu vergidir.
Faiz, kiralanan paranın kira bedelidir. Borç para verenle borç para alan arasındaki anlaşmadan ya da yasalardan doğar. Büyük dinler, paranın gittikçe artan gücüne karşı toprak sahipleri sınıfını korumak için faizi yasaklamışlardır. Çünkü büyük dinlerin meydana çıktıkları çağlarda egemen sınıf, köleci eşdeyişle toprak [sayfa 115] sahipleri sınıfıydı. Toprak sahipleriyse topraklarını işletebilmek için daima borç para almak durumundaydılar. Aldıkları borç paraya karşı faiz ödemek istemiyorlar, kendilerine borç verenlerin erdemli ’olmakla yetinmeleri gerektiğini ileri sürüyorlardı. Tanrı adına bunun da çaresi bulunmuş ve faiz bütün büyük dinlerce yasaklanmıştır. Ne var ki egemenlik, köleci eşdeyişle toprak sahipleri sınıfından para sahipleri sınıfına geçince dinler önce pek zor bir durumda kaldılar. Çünkü daima egemen olan sınıfı korumak görevini yüklendiklerinden bu sefer de para sahipleri sınıfını korumaları gerekiyordu. Ama Tanrı adına bunun da yolu kolaylıkla bulundu ve hiyle-i şer’iyye’lerle faize göz yumma yolu tutuldu.
Vergiler ve faizlerle ezilenleri avutmak gerekiyordu. Metafiziğin güçlü kurumları bu avutma görevini yerine getirebilmek için tarihsel süreçte durmadan değişiyorlar, yeni çareler arıyorlar, yeni biçimlere dönüşüyorlardı.
DİNSEL BİREŞİM
Görüldüğü gibi, din kurumu her zaman ve her yerde güçlülerin yanındadır. Bu dünyadan umutlarını kesmiş bulunan ezilmişler, onun öbür dünya vaatlerine dört elle sarılmışlardır. Ne var ki bu oyalanma da yetmiyor, ara sıra canları boğazlarına gelip başkaldırıyorlar. Oyalamanın bir başka yolu dinleri çeşitlendirip, bu çeşitli dinleri de küçük ayrıntılarla çeşitli mezheplere ayırarak, ezilmişleri birbirlerine saldırtmaktır. İ.S. III. yüzyılda İran’da akıllı bir adam yaşadı. Bu adam, bütün dinlerin aynı kaynaktan doğduğunu, değmez ayrıntılar yüzünden bunca yıldır insanların boş yere birbirleriyle boğuştuklarını görerek bütün dinleri tek bir dinde toplamaya, bir çeşit dinler bireşimi (sentez) yapmaya kalktı. Bu akıllı adamın adı Mani’dir (İ.S. 216-276). Fransızlar, Manés ya da Manichée diyorlar, Latincede de Mancius deniyor. Bu büyük İranlının kurduğu dinin adı Manilik’tir (Manicheisme). Manilik dünyanın dört bucağına hızla yayılmış, XI. yüzyılda Fransa’ya bile sokulmuştur. Ermiş Augustinus bile bir ara bu dini benimsemiştir. Manilik, dinlerin bireşimini yaparak, dinler arasındaki kavgayı kaldırmak amacını güdüyordu. Zerdüşt rahipleri İ.S. 276 yılında Mani’yi yakalayarak derisini yüzüp astılar. Oysa Manilik akımını önleyemediler. Bu akım, için için kaynayarak yüzyıllar boyunca yaşadı ve günümüze dek geldi.
Maniliğin temelinde hemen her dinden, akıl ölçüsüne uyularak alınmış, bir parça vardır. Dinin ana kuralı, iyilikle kötülük karşıtlığına dayanmaktadır. İyilik, ışık ve ruhtur, kötülük de karanlık ve bedendir. Evren, bir iyilikle kötülük karışımıdır. Evrenin bir parçası olan insan da öyledir, ruh ve bedenden, iyilikle kötülükten yapılmıştır. Bedenin (maddenin) içine hapsedilip acı çeken ruhları kurtarmak gerekir. Bütün ruhlar arınarak maddeden kurtulup gerçek yerlerine, ışık göğü’ne çıktıkları zaman dünyanın sonu gelecektir.
Mani, İsa’dan da yararlanmış; İsa’nın kendisini müjdelediğini, sözünü ettiğini Kutsal Ruh’un kendisi olduğunu ileri sürmüştür. [sayfa 116]
Mani, bütün dinlerin güneş-ışık gücü temeline dayandığını görmüş, dinin bütün dualarını bize ışık gönderen güneşe ve aya yöneltmiştir. Oruç tutmak, kardeşçe bir arada yemek yemek gibi çoğu dinlerdeki ortak biçimlere de önem vermişti. İnsanların, kendilerini bağlayan ve zora sokan biçimlerden ne kadar hoşlandıklarını biliyordu. Hıristiyanlara ermiş Pavlus’un yazdıklarına aldırmamalarını söyleyerek, gerçek İsa’nın bir ışık habercisi olduğunu, bu ışığın da Manilik bireşim diniyle gerçekleştiğini bildiriyordu. İyi bir Mani olabilmek için her türlü tutkudan ve yalancılıktan sakınarak yaşamak yetecekti. İyiliğin ilkeleri, tutkularını yenmesini bilmekle doğru sözlü olmaktı. İnsanlardan istediği, yaşadıkları sürece, bu kadarcık bir çaba gösterebilmeleriydi. Bu çabayı gösterebilenler arınmış, kurtulmuş (erdemli) ruhlar olacaklardı.
TANRIYA GÖTÜREN ÜÇ YOL
Erdeme, tanrıya benzemeye çalışmakla ulaşılır, diyor Plotinos. İnsanın amacı, tanrıya benzemek olmalıdır. Plotinos (203-270), Mısırda yerleşmiş bir Romalı ana babanın çocuğudur. Likopolis’te doğmuştur. O zamanlar Mısır toprakları Roma İmparatoru Septimus Severus’un egemenliği altındaydı. Plotinos, İ.S. 231 yılında, yirmi sekiz yaşındayken felsefeyle ilgilendi. İskenderiye’de. Ammonios Sakkas’ın öğrencisi oldu. Roma İmparatoru Gordianus’un İranlılara karşı açtığı savaşa katıldı. Romalıların başarısızlığıyla biten bu savaştan sonra, 243 yılında, Roma’ya yerleşti. Roma’da kurduğu felsefe okulunda, ölümüne kadar, sürekli olarak yirmi beş yıl felsefe okuttu. Hemen herkesçe beğenilen, aşırı saygı gören mutlu bir kişiydi. Öğrencileri arasında o çağın en ünlü bilginleri, sanatçıları, İmparator Gallienus, İmparatoriçe Salonina vardı. Okulu, bilgili kişilerin buluşma yeriydi.. İmparatordan saygı, sevgi; yardım görüyordu. O kadar ki, İmparator Gallienus, Platon’un düşüncesine uygun olarak örnek bir devlet kurmak için ona bir yer göstermeyi bile düşünmüştü. Devlet adamları, imparatoru bu isteğinden güçlükle vazgeçirdiler. Plotinos, düşüncelerini yazmaya başladığı zaman elli yaşındaydı. Her birinde dokuzar yazı bulunan altı kitabını, öğrencisi Porphyrios yayımladı. Plotinos’un yapıtına, bu yüzden, Ennead’lar (Dokuzluklar) adı verilmiştir. Enneadlar’ın tam basımını 1835 yılında Oxford’da Creutzer yaptı. Bouillet’nin üç ciltlik Fransızca çevirisi de 1856 yılında Paris’te yayımlandı.
Plotinos’a göre evren, tanrıdan geliyor, tanrıya dönüyor. İnsan da tanrıdan gelmiştir, tanrıya dönmektedir. İniş merdiveninin ilk basamağında ruhlar, ikinci basamağında hayvanlar, üçüncü basamağında cisimler vardır. Çıkış merdiveninin alt basamağındaysa anlamak, orta basamağında sonuç çıkarmak, son basamağında da mistik seziş bulunmaktadır. Bu merdiven inilmiştir, öteki merdivenden çıkılacaktır. Mademki yeniden çıkacaktık, şu halde niçin indik? diye sormazsanız Plotinos’un varlık düşüncesini başlangıç noktasında biten bir yuvarlak olarak çizebilirsiniz.
Özdek (madde), önce tanrıya karşı gibi görünür. İlk bakışta iki ayrı uçta durur gibidirler. Biri etkilenen, öbürü etkileyendir. Tanrı, özdeği sürekli olarak etkilemektedir. [sayfa 117] Her varlık, bir özdekle bir biçim birleşiğidir. Tanrı, biçimdir. Oysa özdek bu biçimle biçimlendiğine göre; tanrının karşısında değil, içindedir. Varlığın ilkesi tektir. Bu ilke, birlik, başka bir deyişle tanrıdır. Tanrı, kendisi hiçbir şey olmadığı halde, her şeyin ölçüsüdür. İyilikçi değildir, çünkü salt iyiliktir. Güzelliği yoktur, çünkü salt güzelliktir. Düşünceleri bulunmaz, çünkü salt düşüncedir. Ona nitelikler vermeye çalışmamalıyız, çünkü bu niteliklerle onu sınırlamış oluruz. Tanrı, bizim düşündüğümüz hiçbir şey değildir, çünkü her şeydir. Bizler ondan geldik, yeniden ona gidiyoruz.
Bu açıdan bakarsanız her yaratık er geç erdemli olmak zorundadır: Çünkü tanrıya gidiş, vazgeçilmez bir gidiştir, hiç kimse gitmemezlik edemez. Şu halde kuşkulanmak gerekmez, nasıl olsa sonunda hep erdemli olacağız. Bu düşünce, erdemsizlere soluk aldıran bir düşüncedir.
Tanrı salt iyiliktir, her şeyin varlığını isteyen Baba’dır. Her şey ondan çıkmıştır, bilinçli ya da bilinçsiz, gene ona dönmek istemektedir. Her şey tanrının çevresinde döner, tanrıya yaklaşmak ister. Bireyler son varlıklar değildirler. İlk varlık da, son varlık da tanrıdır. Tanrıdan ilk çıkan şey anlak’tır (zeka). Anlak, süje (mutlak zeka, nous) ve obje (anlaşılır alem, kozmos) olmak üzere ikiye ayrılır. Tanrılık birlikten bu ikiliğe nasıl geçilmiştir? Plotinos bunun bilinemeyeceğini söylüyor. Tanrılık birlik bölünemeyeceğine göre, gerçekten de, bu ikiliğin açıklanması oldukça zordur. Kimi filozoflar bunun sadece bir görünüşten ibaret olduğunu ileri sürmektedirler. Şöyle ya da böyle, Plotinos’a göre anlak da, kendisinden çıktığı tanrı gibi, yaratıcıdır, tin’i (ruh) yaratmıştır. Nasıl anlak, tanrıdan çıktığı halde tanrıya doğru gitmekteyse, öylece, tinler de anlaktan çıktıkları halde anlağa dönmek isterler.
Platon’dan ve stoacılıktan gelen Plotinos’un evreni, incelenmeye değer bir evrendir. Her çıkanın, çıktığına bin pişman, bir an önce çıktığı yere dönmek istediği bir hoşnutsuzlar evrenidir bu.
Tinler de yaratıcıdırlar, onlar da kendilerinden daha az yetkin (mükemmel) olan cisimleri yaratmışlardır. Oysa her cisim gene tanrının izini taşımaktadır. Tanrıya dönmek isteğindedir. Cisimlerin varlığı, biçimleriyle belirir. Cisimlerin özdekleriyse onların bir çeşit yokluklarıdır. Cisimsel alem, varlıkla yokluk arasında bocalayan sürekli bir değişmedir.
Cisimlerin ötesinde dibi olmayan bir uçurum vardır, bu uçurumda henüz biçimlenememiş kaba özdekler kaynaşırlar. Bu kaba özdeklerin altında artık başka bir şey yoktur. Tanrı nasıl yukarıya doğru sonsuzsa, bunlar da aşağıya doğru sonsuzdurlar. Ancak bu kaba özdekler, bir gün, biçimlenip tanrıya döneceklerdir. Böylece her şey sonunda bir tekte, bir birlikte, bir biçimde, hepsini toplayan bir deyişle tanrıda birleşmiş olacaktır.
İnsan tinleri (ruhları), kaba cisimlere bürünmek için hayatlarını tanrılık hayattan ayırdılar, diyor Plotinos. Çektikleri işte bu davranışlarının cezasıdır. Sizler bu cezayı hak etmediğimizi düşünecek misiniz bilmem, Plotinos hak ettiğimiz düşüncesindedir.
Plotinos’un töresine (ahlak) göre, insanları tanrıya götürecek olan üç yol, daha doğrusu bir yolun üç geçiti vardır: Sanat, sevgi, felsefe... İnsan bu geçitlerden geçerek, [sayfa 118] bu basamaklardan çıkarak tanrıya ulaşacaktır. Erdeme sanat, sevgi ve felsefe yoluyla varılır. İnsan, ancak bu yollardan giderek tanrıya benzeyebilir. Sanatçı ideyi duyulur görünüşlerinden, seven insan ruhunda, filozof tanrıda aramaktadır.
ÜÇ ÜÇÜZLÜLER
Yunan düşünürlerinden Porfirios (İ.S. 233-304), Jamblikos (İ.S. 283-333) ve Proklos (İ.S. 412-485) Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında çok tanrıcılığı sürdürmeye çalışan Yeni Platonculardır. Çoktanrıcı Yeni Platonculara görç, saltık (mutlak) hiçbir zaman bilinemez ve onunla hiçbir ilişki kurulamaz. Gerçek varlıklar, üç basamakta toplanan ve sayıları pek çok olan tanrılardır; anlıksal tanrılar (neoroi), evren üstü tanrılar (hyperkoşmoi), evrenle karışmış tanrılar (egkozmioi) insanlarla ilgilenirler. Gerek insanların ve gerek nesnelerin yönetiminde bu tanrıların üstünde hiçbir güç yoktur. Bu tanrılar sisteminde, her basamakta üçer tanrıdan dokuz tanrı bulunur. Çoktanrıcı Yeni Platoncuların bu üç üçüzlü (triple ternaire) öğretilerinin kökü, eski Mısır mistisizmindedir. Yahudi mistisizminde de (kabala) bu üçlemeler vardır. Öyle anlaşılıyor ki insanlar, ilk düşüncelerden beri, diyalektik üçlemenin (tez-antitez-sentez) sezisi içindeydiler.
Son Yunanlılar, böylece, üç üçüzlüleriyle birlikte tarih sahnesinden çekiliyorlar. İ.Ö. 600 yıllarında düşünmeye başlamışlardı, İ.S. 529 yılında çoktanrıcı Yeni Platonculuğun son sığınağı olan Atina okulunun Roma İmparatoru Justinianus tarafından kapatılmasıyla sustular. Okul, artık Romalıların çıkarlarına uygun düşmeyen çoktanrıcılık yüzünden, öğretmen Şam’lı Damaskios zamanında kapatılmıştı: Tarihçiler, okulun kapatıldığından kimsenin haberi olmadı, diyorlar, çünkü varlığından da kimsenin haberi yoktu.
ORTAÇAĞ
Mutluluklarını arayan insanlar, bir ara, bu mutluluğu, özgür düşüncenin kapılarını kilitlemekte buldular. Yüzyıllarca süren bu araya, ortaçağ diyoruz.
Artık erdem, gerçekten erdem olduğu için değil, tanrı buyurduğu için erdemdir. Artık Yunanlıların doğa-tanrılarının yerini Hıristiyanlığın kişi-tanrısı almıştır. Oysa bu kişi-tanrının düşünürleri, doğa-tanrıların düşünce sisteminden kurtulamayacaklardır. Skolastik dediğimiz Hıristiyan okulu düşünürleri, yüzyıllar boyunca, Platon’la Aristoteles’i gevelemekten başka bir şey yapmamışlardır.
Hıristiyan düşüncesinin, İ.S. V’inci yüzyıla kadar süren ilk dönemine patristik (Yunanca kilise babası anlamındaki patros deyiminden geliyor), bu tarihten sonra ortaçağın sonuna kadar süren ikinci dönemine skolastik (Latince okul anlamına gelen schola deyiminden geliyor) denir. Bu iki dönemden birincisine Platoncu Hıristiyan tanrıbilimi evresi, ikincisine Aristotelesçi Hıristiyan tanrıbilimi evresi de denebilir. [sayfa 119] Bununla beraber Platon etkisi XIII. yüzyıla kadar ilk skolastik düşünürlerde de devam etmiş ve ancak bu yüzyılda Aquino’lu Thomas’yla yerini Aristoteles egemenliğine bırakmıştır. Patristik felsefenin ünlü babaları Clemens (150-215), Tertulian (160-222), Origenes (185- 254) ve Augustinus (354-430)’tur. Patristik felsefe, Hıristiyanlığa yapılan saldırılara karşı koymaya çalışan bir savunma felsefesi, bir apologia’dır. Kilise babalarının Felsefesi olan patristik felsefe, ortaçağ skolastiğinin ilk hazırlıklarıdır. Skolastik, bütün ortaçağı kaplar. Skolastiğin ayırt edici niteliği dogmatik oluşudur. Belli bir konuyu incelemek demek, o konuda Aristoteles’in , ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir inceleme, Aquino’lu Thomas’nın, Aristoteles’in bu yazısı üstüne ne yazdığını okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse Aristoteles’in ve Aquino’lu Thomas’nın bu yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir. Hiçbir kişisel görüş, tartışma, kuşku ve kurcalamaya izin yoktur. En küçük kişisel bir çıkışa cesaret eden, ölüm ya da bir çeşit diri diri ölüm demek olan afaroz cezasıyla cezalandırılır. Bu sıkı disipline rağmen skolastik, önemli düşünürler yetiştirmiştir. Bunların başında skolastiğin kurucusu Scottus Eriugena (833-880) gelir. Anselmus (1033-1109), Petrus Abaelardus (1079-1142), Aquino’lu Thomas (1224-1274), Duns Scotus (1270-1308) vb. onu izlerler. Hıristiyan felsefesinin skolastik dönemi, yaklaşık dokuzuncu yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar sürmüştür.
Hıristiyanlık, temelde, ilkel bir kamulculuk anlayışı içinde İsa’nın söylediği birkaç şiirli sözden ibarettir. Bu yalın sözlere felsefesel bir temel bulmak gerekiyordu. İlk yıllarda Yunan stoacılığıyla savaşmak zorunda kalan Hıristiyan kilisesi babaları, bu düşünsel temeli, önce Platon öğretisinde, sonra da Aristoteles öğretisinde buldular. Her iki dönemin de ayırıcı niteliği, felsefesel sorunları birtakım tartışılamaz dogmalara bağlamış olmasıdır. Hıristiyan düşünürleri, yüzyıllarca, bu dogmalardaki açık çelişmeleri anlaşılır kılmaya çalışmışlardır. Bir Yahudi mezhebi olarak ortaya çıkan Hıristiyanlığın dogmaları, gerçekte, Yahudiliğin dogmalarıdır. Hıristiyan felsefesi, bu dogmaları desteklemek amacından doğmuştur ve Hıristiyan tanrıbiliminin hizmetçisi (La. Ancilla theologiae) durumundadır. Bu çağın hemen bütün düşünürleri din adamlarıdır, Hıristiyan kilisesinin hizmetçileri (La. Ancilla ecclesiae) durumundadırlar. Bu demektir ki, Hıristiyan felsefesi kutsal Roma kilisesi imparatorluğunun (La. Sacrum Imperium Romanum) hizmetinde olan ve onun buyruklarına göre biçimlenebilen bir felsefedir. Buysa felsefe kavramının gerçek anlamıyla çelişiktir. Bu bakımdan denilebilir ki Hıristiyan felsefesi, antikçağ Yunan idealizminin Hıristiyanlık dini ölçüleri içinde bir devamından ibarettir. Kaldı ki Hıristiyanlık, Yunan stoacılığında içkin bulunmaktadır. Hıristiyanlığın tanrısı: Parmenides’in varlık, Sokrates-Platon’un iyi idesi, Aristoteles’in ilk neden, Plotinos’un bir düşüncelerinin karma ürünüdür. Bundan başka, bir İngiliz tarihçisi, Edward Gibbon da The Decline and Fall of the Roman Empire adlı yapıtında, yaptığı araştırmalar sonunda Platon’un gizli bir logos öğretisi (İng. Logos doctrine)’ini bulduğunu, Hıristiyanlığa temel olduğu kuşkusuz bulunan bu öğretinin çoktanrıcı tepkiye karşı gizli tutulduğunu ve Platon’un öğrencilerine gizlice okutulduğunu, kulaktan kulağa gelen bu öğretinin İskenderiyeli Yahudi dinbilimci Phile tarafından açıklandığını [sayfa 120] ve Phile tanrıbiliminin de Hıristiyan tanrıbilimcilerin başlıca kaynaklarından biri olduğunu ilerisürmüştür. (bkz. İbid, c. ı, s. 572 vd.). Platon’un bu öğretisi, Platon sisteminde gerçekten de bir boşluk olarak kalmış bulunan, soyut İdealar dünyasından somut özdeksel dünyaya nasıl geçildiğini açıklamaktadır. Platon’a göre bu geçiş bir yaratan’ın gücüyle olmuştur, yaratan (eşdeyişle Tanrı) ruhsal bir güçtür, bu ruhsal güç yaratılış yoluyla özdeksel yaratılan’ı kendi varlığından çıkarmıştır. Yaratan-yaratılış-yaratılan üçlüğü, Hıristiyan baba-oğul- kutsal ruh üçlüğünün temeli olduğu gibi Aristoteles erekçiliğinin de temelidir.
Ortaçağ Hıristiyan düşünürlerinin başında Origenes (İ.S. 185-254) geliyor. Ona göre erdemin kendisi, asıl erdem değildir. Kötü, kendi başına hiçbir anlam taşımaz. Gerçek olan iyi’dir, bir başka deyişle Tanrıdır. Kötülük, iyiliğin yadsınmasıdır (inkarıdır). Özgür ruhlar tanrılaşmaya özendiklerinden Tanrıdan yüz çevirirler. İşte kötülük, erdemsizlik; onların bu gururlarında belirir. İyiyle kötü, bir başka deyişle erdemle erdemsizlik, tanrıyla yokluk arasında özgür bir seçmeyi gerektirir. Her şey tanrıdan gelmiştir, tanrıya dönecektir. Dünyalık yaşama, bir çeşit cezadır, bir çeşit ödentidir (kefarettir).
Aurelius Augustinus (İ.S. 354-430) da aşağı yukarı bunları söylüyor. O da Origenes gibi, Platonculuğun dostudur. Ona göre de erdem, tanrının tözüdür (cevheridir). Tanrılık irade, ötesinde başka hiçbir şey bulunmayan bir ilke olduğundan, yaratmanın nedenini araştırmak boşunadır. Tanrı yarattı, çünkü yaratmak istedi. En yüksek iyi, mutluluk değil, erdemdir. Tanrının iradesi iyi, güzel, doğru’dur. İnsan kötülük yolundadır. Onu kurtaracak olan Tanrıdır. Tanrı, insanı kurtarır, çünkü kurtarmayı ister. Ama bütün insanları kurtarmaz, hangilerini kurtarıp hangilerini kurtarmayacağını önceden seçmiştir. Bir başka deyişle, insanlar arasında kimileri kurtuluşa önceden ayrılmışlardır.
Her iki düşünürün düşüncelerinden çıkan sonuçlar skolastik dediğimiz Hıristiyan düşünce okulunu doğurmuştur. Ortada, yedi yaşında bir çocuğun bile sorabileceği şu sorular durmaktadır: Dünyalık yaşama bir cezaysa, bana bu ceza niçin veriliyor? Dünyaya gelip gelmemek elinde olmayan ben böyle bir cezaya uğramak için hangi suçu işledim? Kurtuluş planı daha ben doğmadan yapılmışsa, ben de bu planın içine girebilen mutlulardan değilsem, bunda benim ne suçum var? Neden ben bu planın içinde değilim? Tanrı beni niçin gözden çıkarmış, kurtulmaya değer görmemiş?
Saçlı sakallı düşünürler, yedi yaşındaki çocuğun bu sorularına karşılık bulmak zorundadırlar. Bulamazlarsa ne erdemden, ne de erdemsizlikten söz etmemeleri gerekir.
Skolastiğin kurucusu Scottus Eriguena’dır (İ.S. 833-880). Eriugena, yukardaki soruların karşılıklarını bulamayınca, şu ilkeyi ortaya atıyor: Tanrı salt yokluk, sonsuzdan gelip sonsuza giden sır’dır.
Bu düşünüre göre, sadece Tanrı değil, insan da böyledir. İnsan da bir sırdır, çünkü insan da bir Tanrıdır. Çocuk, babadan doğdu. Şu halde babadan başka bir şey olamaz. İnsan, küçük çapta bir evrendir, evrensel bütün varlıkları kendinde [sayfa 121] özetler (Claude Bernard’ı hatırlayınız). Varlığınızdan kuşkulanmayınız, düşündüğünüz için varsınız (Descartes’ı hatırlayınız). İnsan, günah işleyerek meleklerden ayrıldı, tövbeyle tanrılığa yükselir. Günah, bir başka deyişle erdemsizlik, insanın kendi beden yapısından gelir. Bir bakıma insan duyularının, gelişmekte olan insan aklı üstündeki egemenliğinin zorunlu bir sonucudur.
Şu halde erdemsizlik, insan için zorunludur.
Eriugena’ya göre erdemsizlik, töz olarak (cevher olarak, substantiellement) yoktur. Tanrıdan ayrılış, düşüş, bir yoksunluktan başka bir şey değildir. Şu halde salt kötülük, bir başka deyişle erdemsizlik, daha bir başka deyişle şeytan yoktur. Erdemsizlik, yaşamanın yokluğu demektir. Bir varlıktan bütün iyi şeyleri kaldırın, onu yok etmiş olursunuz. Yaratma, başı gibi sonu da olmayan bir oluştur. O, olmuş değildir, oluyor. Hepimiz, varlığımızın kökleriyle, baş ve son olarak, sonsuzluğun içindeyiz.
Bu düşünceleri Eriugena’yı kilisenin, kendisini tutan imparatorun gözünden düşürmüş, perişan etmiştir. Görülüyor ki düşünce, bu kadarcık da olsa özgürlüğe yönelince karşısına hemen ortaçağın karanlığı çıkmaktadır.
Bu çağın önemli sayılan bir başka düşünürü de Anselmus’tur (İ.S. 1033-1109). Anselmus’a II. Augustinus diyorlar, bundan da düşüncelerinin hangi yönde olduğu anlaşılabilir. Ona göre inan (iman, dogma) her türlü tartışmadan önce gelmelidir. Bizler inanmak için düşünmüyoruz, tersine, düşünmek için inanıyoruz.
Anselmus’u iyice incelerseniz, onun, göründüğü kadar budala olmadığını anlarsınız. Anselmus, inana sarılmakla, yukarıdaki soruların karşılığını bulmaktaki güçsüzlüğünü belirtmiş, inanmayıp da ne edeceksiniz, demek istemiştir. Anselmus, insan aklının karşısında, inandan başka çıkar bir yol bulamamıştır.
Ortaçağa göz gezdirirken Petrus Abaelardus’tan (İ.S. 1079-1142) da söz açmak gerekiyor. Abaelardus, gerçekten önemli bir düşünürdür. Kovulmuş, kendi kitabı kendisine yaktırılmış, afaroz edilmiş, öğretmeninin kıskançlığına uğramış aydın bir kafadır. Ona göre kötülüklere sürüklenmek günah değildir, tersine, erdemin gereğidir. Çünkü her erdem bir savaştır, her savaş da bir düşman ister. Günah bir eylem (fiil) değildir. Günah eylemin biçiminde, bir başka deyişle emreden iradede bulunur. Günah, eylemde değil, niyettedir. Bundan çıkan sonuç şudur: Niyeti kötü olmayan adamın yaptığı iş kötü bile olsa o adam bir kötülük yapmış olmaz. Buna karşı, kötülüğe niyet eden adam o kötülüğü yapmaya fırsat bulamamışsa bile kötülükten kurtulamaz, kötülük yapmış sayılır. İstek, doğaldır. İnsanlar bunu önleyemezler. Ama o isteğe kendini bırakmak niyeti kötülüğün ta kendisidir.
Abaelardus, isteği, niyeti, eylemi birbirinden ayırmakla erdem alanında yeni bir görüş ortaya atmakta; insan yaşayışını sürekli bir kötülük gibi gören aşırı din anlayışına karşı koymaktadır.
Sıra Aquino’lu Thomas’ya (İ.S. 1224-1274) gelince, Platon düşüncesinin yerini Aristoteles’in aldığını görüyoruz. Düşünür Thomas hemen bütün mutluluğunu Aristoteles’i incelemekte, onu yeni baştan anlatmakta bulmuştur. Ona göre evren, mümkün olan alenilerin en iyisidir (Leibniz’i hatırlayınız). İrade, zorunlu olarak [sayfa 122] iyiye doğru gider; şehvet kötüye doğru gider. Günahın kaynağı özgürlükte ya da seçme özgürlüğünde değil, şehvettedir.
Yedi yaşındaki çocuk değil, saçlı sakallı koskoca kilise babaları da bunu sormaktan kendilerini alamamaktadırlar. Mademki Tanrı iyilikçidir ve tüm iyiliği istemiştir, öyleyse kötülükler bu güçlü Tanrı iradesine karşı nasıl oluşabilmişlerdir?.. Hiç değilse kendi kendilerine bunu soran bu saçlı sakallı kilise babalarının içinde İ.S. III. yüzyılda yaşamış Lactantius adında biri de var. Latince birçok din yapıtları vermiş, akıllı bir kişi. O da şöyle bir mantık kuruyor bu konuda: Tanrı, dünyamızdan kötülükleri ya atmak istiyor ama atamıyor, ya atabilir ama atmak istemiyor, ya ne atabiliyor ne de atmak istiyor. Bu konuda başka bir ihtimal olamaz. Atmak istiyor da atamıyorsa; bu güçsüzlüktür, Tanrı’nın özüne aykırıdır. Atabiliyor da atmak istemiyorsa bu kötülüktür, Tanrı’nın özüne aykırıdır. Ne atabiliyor, ne de atmak istiyorsa bu hem güçsüzlük, hem de kötülüktür ki, Tanrı’nın özüne büsbütün aykırıdır. Hem atabiliyor, hem atmak istiyorsa Tanrı’ya yakışan da budur bütün bu kötülükler hala neden duruyor? (Tanrının Gazabı Üstüne, XIII. bölüm).
Lactantius, koyu bir dinci olduğundan, kendi kurduğu bu güçlü mantığa karşılık bulmak için kıvranmaktadır. Bulduğu karşılık şudur: Tanrı, kötülüğü istemiştir ama, insanlara da, ona iyilikle karşı koysunlar diye, bilgeliği vermiştir.
İnsan zekası, yüzyıllar boyunca, ortaçağın koyu karanlığıyla savaşmaktan yılmamıştır. Bu yüzdendir ki ortaçağ, irili ufaklı birçok tartışmalarla doludur. Bunlardan özellikle çok ilginç olan ikisi Adcılarla Gerçekçiler ve Tomacılarla Skotçular arasındadır.
XI. yüzyılın sonlarına doğru, Abaelardus’un öğretmenlerinden Compiegne papazı Roscelin, genel kavramların (Tr. tümeller, Os. külliler, Fr. universeaux) hiçbir gerçeklikleri bulunmadığını ilerisürdü. Genel kavramlar havada uçup giden seslerden başka bir şey değildiler: Gerçeklik, genellikte değil, bireysellikteydi. Güzel diyoruz, bu, sözümüz tasarımımıza verdiğimiz bir addan (Fr. nom, bundan da bu akıma yakıştırılan ad: nominalisme) ibarettir, seslerle dilegetirilir ve hiçbir gerçekliği karşılamaz. Gerçek olan şu ya da bu güzel kadındır; güzel çiçektir, tek sözle canlı bir bireyselliktir.
Papaz Roscelin’in bu düşüncesine, Abaelardus’un bir başka öğretmeni, Champeaux’lu papaz Guillaume bütün gücüyle karşı çıktı. Ona göre, genel kavramlar gerçektiler (Fr. réel, bundan da bu akımın aldığı ad: realisme). Bunu anlamamak için insanın sağduyudan yoksun bulunması gerekirdi.
Roscelin’in ortaya attığı’ bu sav, kiliseyi temellerinden sarsan bir savdı. Çünkü kilise, tümüyle, genel kavramlar üstüne kurulmuştu. Başta "Tanrı" olmak üzere bütün dinsel gerçeklikler birer genel kavramdılar. Eğer genel kavramların gerçeklikleri yoksa bütün bunların, sonuç olarak da kilisenin hiçbir gerçekliği olamazdı. Aslında Roscelin’in amacı bu sonucu sağlamak değildi, ne bu kadar akıllı ne de böylesine gözüpekti. O, daha çok, bütün insanlara bulaştırılmak istenen ilk günah ve Tanrı kavramında dilegetirilen baba, oğul, kutsal ruh teklemesi gibi dogmalarla savaşmak istemişti. Günah, ancak bireysel ve kişisel günah olmalıydı; insan, dünyaya [sayfa 123] gelmeden yüzyıllarca yıl önce işlenen ilk günahın cezasını değil, kendi kişisel günahının cezasını çekmeliydi. İsa’nın tanrılığı, üçlükte teklik kavramı içinde eritilerek yadsınmamalıydı. Roscelin’in amacı bunlara benzer sonuçlara varmaktı. Ne var ki ilerisürdüğü düşüncenin zorunlu sonucu olarak elde tutmak istedikleri de yok olup gidiyorlardı. Kilise, Guillaume ve Anselmus’un yardımlarıyla, varlığını şiddetle savundu ve Roscelin’i sözünü yalanlamaya mahkum etti. Oysa ok yaydan ve söz ağızdan çıkmıştı bir kez. Roscelin istediği kadar kendi sözünü yalanlasın, onun düşüncesi kilisenin başına birçok dertler açmakta devam edecekti. Skolastiğin büyük düşünürü Duns Scottus gizlice bu akıma karışacak ve Durand, Ockham Buridanus, D’Ally gibi birçok düşünürler kendisini izleyeceklerdi..
İki öğretmenin ortasında kalan erdemli öğrenci Abaelardus, bu tartışmayı tatlıya bağlamak için kavramcılığı (Fr. conceptualisme) ilerisürdüyse de, parlak zekasına karşın kavramcılık adı altında adcılığı tuttuğunu bir türlü gizleyemedi. Kavramcılık, tümelleri bilimsel yerlerine oturtuyor, bunların gerçekliklerini savunmak kadar gerçek olmadıklarını savunmayı da yersiz buluyordu. Bu, açıkça şu demekti: Genel kavramların gerçek olmadıkları o kadar bellidir ki bunların gerçek olmadıklarını söylemek yersizdir.
Yahudi tanrıbiliminin, antikçağlı Elea’lıların, idealizmin babası Platon’un ünlü tümel’lerini kökünden yıkan bu tartışma, özellikle XIV. yüzyılda İngiliz tanrıbilimcisi Ockhamlı William (1295-1349) tarafından başarıyla sürdürülmüştür. Adcılığın kurucusu sayılan ve İngiliz görgücülüğünün öncülerinden olan William of Ockham’ın öğretisi scépticisme théologique (Tr. Tanrıbilimsel şüphecilik) adıyla da anılır. Aforoz edilmiş bir Fransisken papazı olan William, felsefenin tanrıbilim karşısında bağımsızlığa kavuşmasında başlıca etkenlerden biridir. Skolastiğin büyük düşünürler çağı Ockham’lı William’la kapanmıştır. O, bir tanrıbilimci olmaktan çok, bir Aristotelesçi mantıkçıydı. "Tümel olan gerçek değildir" (yani: nesne değildir, sadece birbirine benzeyen birçok şeyleri dilegetiren bir sözcüktür, bir ad’dır) demekle Aristoteles mantığının ilkin Porphyrios tarafından ilerisürülen ve sonra İbni Sina ve Augustinus tarafından benimsenen ve metafizik alanda sürdürülen yanlış yorumunu düzeltmek istemişti. Porphyrios, Aristoteles’in Kategoryalar’ına yazmış olduğu yorumda, cinslerin ve türlerin töz ya da cisimsel olup olmadıklarını tartışmıştı. "Tümeller gerçektirler" (La. Universalia sunt realia) diyen metafizik realizm, bu yanlış yorumun ve tartışmanın ürünüydü. Buna karşı, Aristoteles’in de amacına uygun olarak, insan zihninde olup bitenleri düzenlemek isteyen mantıksal tümellerin birer ad’dan ibaret (La. Universalia sunt nomina) olduğunu belirtmek gerekiyordu. Ockham’lıya göre, tümellerin nesnelerden önce de var bulundukları (La. Universale anterem) doğruydu, ama bu tanrıbilimsel açıklamalar için, geçerliliği bununla sınırlı, bir önermeydi. Yaratıcı bir tanrıyı varsaymak için, yaratılanların daha önce tanrılık zihinde var bulunması gerekiyordu. Ne var ki bu, mantığın alanı olan insan zihninde de var bulunmalarını gerektirmezdi. Bilgi edinmek işlemini gerçekleştiren insan zihni için tümeller elbette nesnelerden sonra (La. Universale post rem) meydana çıkmışlardı. İnsan zihni, onları, tek tek nesnelerden soyutlayıp [sayfa 124] birer ad olarak ortaya koymuştu. Ockhamlı William, böylelikle, bilimle metafiziği, felsefeyle tanrıbilimi birbirlerinden ayırmış ve birbirlerine geçemeyecekleri sınırlarını çizmiş oluyordu. İlkin Compiegne papazı Roscelin tarafından ortaya atılan (XI. yüzyıl) ve sonra Ockham’lının öncülüğünde ortaçağ Aristotelesçilerince geliştirilen (XIV. yüzyıl) adcılık öğretisinin büyük önemi, elde ettiği bu sonuçtadır. Duns Scotus’ün yarı gerçekçiliğinin de (XIII. yüzyıl), mantığı metafiziğe bağlayarak adcılık yönündeki büyük eğilimiyle Ockhamcılığın temellerini güçlendirdiği unutulmamalıdır. Ockhamisme (Fransızlar Occamisme biçiminde de yazarlar) deyimi, özellikle William of Ockham (Fransızlar Guillaume d’Occam derler)’ın mantığını dilegetirir (bkz. E. A. Moody, The Logic of William of Ockham, London 1935). Bu mantık, özellikle, anlamları üçe ayırmasıyla ünlüdür: Mantıksal (İng. Logical), bilgi bilimsel (İng. Epistemological), tanrıbilimsel (İng. Theological). Nesneleri temel, düşünceleri de ikincil olarak ele alışı bu mantığın güçlü yanıdır. Ne var ki tekilin geneli içerdiğini yadsıması da büyük yanılgısıdır. Ockhamlı’ya göre sadece tekil nesneler gerçektirler, genel kavramları insanlar tarafından yaratılmışlardır ve nesnelerden bağımsız olarak hiçbir gerçeklik taşımadıkları gibi nesnelerin niteliklerini de yansıtmazlar. Bu ilerisürüş, metafiziğe metafizik anlayışla karşı çıkmanın zorunlu yanılgısını taşımaktadır. Nitekim Ockhamcılığın bu doğruyu yanlış bir biçimde görüşü, Berkeley’le çağdaş semantikte, özdekçiliğe karşı kullanılacaktır. Tekil’le genel’i birbirinden ayırırken, onların diyalektik bağımlılığını görmeksizin, metafizik bir anlayışla karşıtlaştırmak bu yanılgının başlıca nedenidir. Ockhamisme’in tanrıbilimsel şüphecilik’le nitelenmesi, tanrıbilimin ussallık ve bilimsellik iddiasına karşı yarattığı şüpheden ötürüdür. Ockham’lıya göre insan sadece inan’malıdır, tanrıbilimi ussallıkla bağdaştırmaya çalışmamalıdır. Tanrılık alanın bilimini yapmak iddiasını taşıyan bütün skolastik, çürük ve boş varsayımların toplamından başka bir şey değildir. XIV. ve XV. yüzyılların üniversitelerini gerçek birer savaş alanına çeviren Ockhamcılık, güçsüz yanlarına rağmen, ortaçağın en ilerici akımlarından biridir. "Adcılık, ortaçağda özdekçiliğin ilk dilegetirilişidir".
Ortaçağın ikinci ilginç tartışması Tomacılıkla Skotçuluk arasındadır. Tomacılık, ortaçağın dokuzuncu yüzyıldan ondördüncü yüzyıla kadar süren skolastik döneminde, Skotçuluğun (Skotizm) karşısında yer alır. İtalyan düşünürü Aquino’lu Saint Thomas’nın (1224-1274) öğretisiyle İskoçyalı düşünür Duns Scottus’un (1270-1308) öğretisi Hıristiyanlığın temel sorunları üstünde çatışmışlardır. Thomas öldüğü yıl Scottus dört yaşındaydı. Hıristiyan felsefesinin bu köklü polemiği her iki düşünürün izdaşlarınca yapılmıştır. Hıristiyan felsefesi, bu iki düşüncede, birbirine karşıt yönlerde uçlaşmış bulunmaktadır. Gerçekte her iki düşüncenin kökleri ortaçağın patristik dönemindedir. Tomacılık Ogüstinusçuluğun, Skotçuluk Pelagusçuluğun izindedir. Ogüstinusçıiluğun izinden gelen Tomacılık gerici, Pelagusçuluğun izinden gelen Skotçuluk ilerici bir akımdır. Tomacılığa göre zeka iradeden üstündür, Tanrı özgür değildir ve dünyayı yaratmak zorunda olduğu için yaratmıştır. Tanrı bile özgür olmadığına göre, insan için özgürlük söz konusu olamaz, insan kurtuluşu için hiçbir şey yapamaz ve Tanrı’nın bağışına muhtaçtır, insanı ancak Tanrı kurtarabilir. Bu [sayfa 125] bakımdan Tomacılık entellektüelci (entelektüalizm), gerekirci (determinizm) ve yazgıcı (fatalizm) bir akımdır: Buna karşı Skotçuluk iradeci (volontarizm), yadgerekirci (endeterminizm) ve usçudur (rasyonalizm); irade zekadan üstündür, Tanrı özgürdür ve dünyayı yaratmak istediği için yaratmıştır, insan da özgürdür ve Tanrı’nın yardımı na muhtaç olmaksızın kendi çabasıyla kendisini kurtarabilir, Kutsal Kitap’a usa uygun olduğu için inanılmalıdır... Aquino’lu Thomas, gerici bir kampta yer aldığı halde, Hıristiyan okul (skolastik) felsefesinin en önemli düşünürlerinden biridir. Hıristiyanlığa Aristoteles’i o kabul ettirmiş ve felsefe dilinin temellerini atmıştır. Summa Theologiae adlı yapıtı yüzyıllar boyunca tek gerçek kitap sayılmıştır. Bu yapıt, Katolik metafiziğinin en yüksek aşamasıdır. Hıristiyan kilisesi, ortaçağı kaplayan ezici egemenliğini Augustinus, Anselmus, Thomas üçlüsüne borçludur. Hemen bütün Avrupa’ya yayılmış bulunan bu egemenlik, Thomas’dan sonra çökmeye başlayarak Vatikan’ın dar sınırlarına kadar çekilecektir. Günümüzde, Vatikan Katolik kilisesinin resmi felsefesi Yeni Tomacılıktır. Eski Tomacılık nasıl felsefeden yararlanarak güçlendirilmeye çalışılan bir tanrıbilimcilikse Yeni Tomacılık da öylece bilimden yararlanarak güçlendirilmeye çalışılan bir tanrıbilimciliktir. Kilise, önce savaştığı her karşı gücü daha sonra, çıkarına göre yorumlama yolunu tutarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Skotçuluk, ortaçağın skolastik döneminde Tomacılığın karşısında yer almıştır. İnce doktor adıyla anılan Duns Scottus’un öğretisine karşı Tomacılık insanı aşağılatır, güçsüzleştirir, kör bir yazgıcılığın (fatalizm) kucağına atar; Skotçuluk insanı yüceltir, güvenini artırır, töresel sorumluluğa sokar (endeterminizm). Bundan başka her iki öğreti de kavramcı (konseptüalizm) oldukları halde Thomas’nın kavramcılığı gerçekçiliğe (realizm), Scottus’un kavramcılığı adcılığa (nominalizm) yakındır. Thomas kavramları gerçek saymaya, Scottus gerçek saymamaya eğilimlidir. Nitekim Skotçuluk, Ockham’ın adcılığını hazırlamıştır: Ockham, Durand de Saint-Pourçain, Jean Buridanus, Pierre d’Ailly ondan güçlenmişlerdir. Skotçular, Meryem’in ilk günahtan kurtulmuş olan gebeliği (immaculee conception) savını tutarlar, Tomacılar karşıt düşünceyi savunurlar. Skotçular, İsa’nın çarmıha gerilişini Tanrı isteği sayarlar, Tomacılar bunun insanların günahları için gerektiğinden çok ödenmiş bir karşılık olduğunu ilerisürerler. Skotçuluk usçudur (rasyonalizm), usu en büyük güç sayar, Kutsal Kitap’a ve kilise öğretisine usa uygun olduğu için inanılmalıdır. Bu, açıkça, insan usu kutsal kitaptan üstündür, anlamına gelir ve inakçılığa (dogmatizme) karşı çok önemli bir tepkidir. Skotçuluk, ortaçağ Hıristiyan düşüncesinin en ilerici akımıdır ve skolastiğin çöküşünü hazırlamıştır.
BÜTÜN BUNLAR YETMEYİNCE
Ne var ki yoksulluk ve acı çeken geniş insan yığınlarına bütün bunlar yetmiyordu. Ortaçağın feodal üretim düzeninde adları değişen köleler (köylüler ve işçiler) gene başkaldırdılar. XIII. yüzyılın sonunda Fransa, Flandre’a saldırmıştı. Köylüler [sayfa 126] ve işçiler insanca yaşama koşullarından yoksundular, ağır vergiler altında her gün biraz daha eziliyorlardı. 1323 yılında ayaklandılar. Burges, Ypres, Cassel kentleri onlardan, Gand kentiyse ezenlerden yanaydı. Papa, ayaklananları aforoz etti. Kral da zenginlerin ve soyluların korunması için ordular gönderdi. Ayaklananlar başlangıçta önemli başarılar elde etmişlerdi. Ama sonunda onlar da, Katilina ve Spartaküs gibi, boyun eğmek zorunda kaldılar. Yöneticileri Jacop Peyt ateşte yakıldı. En yakınları onu ele vermiş ve yakalattırmışlardı. 28 ağustos 1328’de işçiler, savaş alanında dokuz binden çok ölü bırakıyorlardı. Flandre’ın çalışan insanları eskisinden daha kötü koşullara boyun eğmek zorunda kaldılar.
Bir başka önemli kavga da, XVI. yüzyılda Almanya’da olup bitti. 1525 yılının mart ayında Alman köylüleri ayaklandılar ve dileklerini’ on iki maddelik bir programa bağladılar. Bu program, özet olarak, şu istekleri dilegetirmektedir: Kendi papazımızı kendimiz seçmek istiyoruz. Tevrat’ın buyurduğu ve İncil’in kaldırdığı vergiyi ödemeye hazırız, ama bunu Tanrı’ya verir gibi vermek isteriz. Bugüne kadar bize toprak köleleri gözüyle bakıldı, oysa İsa, toprak sahipleri kadar çobanlar için de acı çekmişti. Kutsal Kitap’ın sözünü ettiği özgür insanlardan değil sek biz neyiz öyleyse, Kutsal Kitap’ta yerini bulup bize ne olduğumuzu gösterin (Toprak sahibi Kabil’le çoban Habil’i hatırlayınız). Kimi toprak sahibi senyörler, değil hepimiz için olması gereken av hayvanlarından yararlanmak, av hayvanlarının bize verdikleri zararı bile kabul etmiyorlar, Tanrı’nın insanların yararlanması için yarattığı toprakların akıldan yoksun hayvanlara çiğnettirilmesine göz yummak zorunda bırakılıyoruz. Meyveler ve sular hepimizin olmalı, acıkan ve susayan bir yoksul bunları istediği gibi yiyip içebilmelidir. Senyörler ormanları köy topluluklarına bırakmalıdırlar, yakacak odun kesebilmeli ve kendimize kulübelik kereste çıkarabilmeliyiz. Bu maddeler Tanrı’nın sözüne uymuyorsa, bu uymazlık gösterildiği takdirde o maddedeki dileğimizden hemen vazgeçmeye hazırız. Yeter ki bu uymazlık Kutsal Kitap’la tanıtlanmış olsun... Papazdı, keresteydi derken Alman köylüleri bu başkaldırmada yüz otuz bin ölü bıraktılar. Ünlü dinci Luther de bu gürültüde soyluların ve zenginlerin yanını tutmuştu.
İSLAM VE DÜŞÜNCESİ
Batı, ortaçağın karanlığını yaşarken, İ.S. VII. yüzyılın başlarında, Doğu’da yeni bir düşünce sistemi kuruluyor. Muhammed (570-632) yeni bir din getirmiştir. Yüzyıllardan beri tam uyku içinde bulunan Doğu insanları artık yeni bir erdeme yöneleceklerdir. Bu yeni din, Musa’nın getirdiği gibi, tektanrıcıdır. Bu yeni din, İsa’nın getirdiği gibi bütün insanları erdeme çağırmaktadır. Oysa, ne Musa’nın getirdiği gibi sadece bir ulus için, ne İsa’nın getirdiği gibi Tanrı’yı kişileştirmek içindir. İnsanlar, Tanrı’nın çocukları değil, kullarıdırlar. Onun buyruklarına göre yaşayacaklar; böylece, hem bu dünyada, hem de öteki dünyada mutluluklarını sağlayacaklardır. Bu yeni din, toteme bağlanan ilk insanlardan beri geniş çapta toplulukları etkileyen yirmi sekizinci dindir. [sayfa 127]
Müslümanlık, Musevilikle başlayan ve Hıristiyanlıkta Yunan felsefesiyle ilişki kuran tektanrıcı din anlayışının sonuncusudur. Yahudi kaynağından türeyen tektanrı dogması her üç dinin de temel öğesidir. Yaratıcı ve yönetici olan bu tanrıyla insanlar arasındaki ilişkiler, tapım (kült) ve tören (rit), pratiği düzenleyen törebilimsel kurallar bu dinsel zincirin temel belirleyicileridir. Müslümanlığın kurucusu Muhammed, Yahudi geleneğini ve Hıristiyanlığın gnostik yorumunu özümsemiştir. Müslüman olabilmek için Adem’den başlayan bütün Yahudi peygamberleri zincirine ve onlara gönderilen kitaplara inanmak şarttır. Ancak Muhammed ve Kuran, zamanla bozulduğu ilerisürülen bu tanrısal sistemin düzelticisi ve tamamlayıcısı olarak son peygamber ve son kutsal kitap olmak niteliğini taşır. Muhammed’in nebilikle peygamberliği (Ar: Nübüvvet ve resalet) kişiliğinde toplaması, yani eski şeriatı sürdürdükten sonra yeni şeriatı getirmiş olması bundan ötürüdür. Müslümanlık, Arapların ilkel komün sisteminden sınıflı bir topluma geçtikleri ve komünal, ilişkilerin feodal ilişkilere dönüştüğü bir çağda ve bu toplumsal dönüşümün bir yansıması olarak oluşmuştur. Bu yüzden, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan farklı olarak, çok güçlü sınıfsal bir karakteri vardır. Bu sınıfsal karakter özellikle kader dogmasında belirlenmiştir, her şey tanrıca düzenlenmiştir ve tanrının dilediği gibi olmaktadır, katlanmak ve ölümden sonraki mutlulukları beklemek gerekir. İslam dini, VII. yüzyılın ilk yıllarında yayılmaya başlamıştır. O günlerde Arapların birçoğu Hıristiyanlığa bağlanmıştardı. Hıristiyan Arap papazları, Arap panayırlarında dolaşarak öğütler vermekte; ölümden sonra dirilmenin, öteki dünyada sorguya çekilmenin, cennet ya da cehenneme gitmenin sözünü etmekteydiler. Arap ülkesinde boy boy manastırlar türüyordu. Bir yandan da Hıristiyan Nasturilerle Yakubiler, Yahudiler, putatapan Sabiiler Arap ülkesinde Yunan düşüncesini yayıyorlardı. Muhammed, aristokrat bir ailenin yoksul çocuğuydu. Varlıklı amcaları vardı ama, kendisine pek yardım etmiyorlardı. Yaşadığı yer uyanık ve varlıklı bir alışveriş kenti olan Mekke’ydi. Toplumsal bir kargaşalık Arap ülkesini sarmıştı. Suriye, Mısır, Kuzey Afrika’nın büyük bir parçası Bizanslıların elindeydi. Yemen, Irak, Basra Körfezi kıyıları, Anadolu’nun bir parçası İran egemenliğine girmişti. Toplumsal yaşayış, ilkel bir yaşayıştı. Araplar birçok kadınlarla evlenmekte, bakamayacakları kadar çocuk yapmakta, verimli olmayan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürmekteydiler. Yeni bir düzen gerekiyordu. Bizans düzeninin alınması Bizans egemenliğini, İran düzeninin alınması İran egemenliğini güçlendirecekti. Musa ulusçuydu, oysa Arap ülkesinde kaynaştırılmaları gereken birçok uluslar yaşıyordu. Bir bireşime gidilmesi gerekiyordu ve gidildi. Müslümanlık, bu bireşimin ürünüdür. İslam sözcüğü, Tanrıya bağlanmak anlamındadır ve teslim kökünden türetilmiştir. Müslümanlık, Yahudiliğin Elohim ve Yahova ikiliğiyle Hıristiyanlığın teslis üçlüğü karşısında, katıksız tektanrıcıdır. Siyasal bir karakter taşır, pratik bir dindir (iman ile amel birleşimi). Müslümanlığın kutsal kitabı Kuran, Arapçanın mudhar adı verilen Hicaz lehçesiyle yazılmıştır ve seksen altısı Mekke’de, yirmi sekizi Medine’de meydana getirilen yüz on dört sureden ibarettir. Vaaz, nasihat ve telkin sureleri Mekke’de, şeriat ve devlet sureleri Medine’de meydana gelmiştir. Ku’ran’ın tamamlanışı yirmi üç [sayfa 128] yıl sürmüştür. Çeşitli zamanlarda meydana getirilen sureler, değişen gereklere göre, çelişik yargıları kapsamaktaydılar. Bunlar, halife Osman zamanında ayıklanarak Ku’ran’a kesin biçimi verilmiştir (ayıklanan ve çıkarılan ayetler Buhari’nin Hadis’inde vardır). Gusül ve halifelik kurumu gibi hükümler Himyeri kabilelerinden; oruç, namaz, nikah gibi hükümler Yemenlilerle Yahudilerden alınmıştır. Dinsizlik çağından (cahiliyet devri) kalma birtakım kurallar oldukları gibi muhafaza edilmiş; kumar, yıldızlara bakmak gibi adetler yasaklanmıştır. Müslüman olabilmek için beş yükümü yerine getirmek ve altı dogmaya inanmak şarttır. Bu beş yükümün üçü sınıf farkı gözetilmeksizin bütün müslümanlara, ikisi varlıklı sınıftan olan Müslümanlara farz (yapılması zorunlu) kılınmıştır. Bu beş yüküm şunlardır: 1- Tanrıdan başka bir tanrı olmadığını ve Muhammed’in tanrının kulu ve elçisi olduğunu dille söylemek (Ar. Kelimei şehadet), 2- Namaz kılmak, 3- Oruç tutmak, 4- Varlıklı olanların zekat (mal ve paranın kırkta birini her yıl sadaka olarak dağıtmak) vermesi, 5- Varlıklı olanların yaşadıkları sürede bir kez hac (Mekke’deki kabeye giderek çevresinde dolaşma)’a gitmesi... Zekat, varlık vergisidir. 361 gram gümüşe eşit herhangi bir değere sahip olanlar varlıklı sayılırlar ve bu varlıklarının kırkta birini her yıl yoksullara vermekle yükümlüdürler. Bundan başka, varlıklılar, şart olmamakla beraber, ramazan bayramlarında fitre (sdaka-i fıtır) vermeli ve kurban bayramında da kurban kesmelidirler. İnanılması şart olan altı dogma da şunlardır: 1- Tanrının varlığı ve birliği, 2- Tanrının melekleri, 3- Tanrının peygamberleri (Adem, Şit, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Eyüp, Şuayıp, Musa, Harun, Davut, Süleyman, İlyas, İlyesa, Zülkifil, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa, Muhammed), 4- Tanrının peygamberlerine gönderdiği kutsal kitaplar (Adem’e gönderilen on yaprak, Şit’e gönderilen elli yaprak, İdris’e gönderilen otuz yaprak, İbrahim’e gönderilen on yaprak, Musa’ya gönderilen Tevrat kitabı, Davut’a gönderilen Zebur kitabı, İsa’ya gönderilen İncil kitabı, Muhammed’e gönderilen Kuran kitabı), 5- Ahiret (ölümden sonraki dünya)’in varlığı, 6- Kaza (tanrıca yazılanın olması) ve kader (tanrının önceden takdir edip yazdığı)’in tanrıdan geldiği... Meleklerin sayısını sadece Tanrı bilir, dört büyük görevli melek vardır: Tanrı’nın buyruklarını peygamberlere ulaştırmakla görevli Cebrail, eceli gelen insanların ruhlarını almakla görevli Azrail, dünyadaki olayları düzenlemekle görevli Mikail, kıyamet gününü yönetmekle ve o gün insanları diriltmekle görevli İsrafil. Ahret gününe inanmak; bir gün dünyanın sonu geleceğine (kıyamet), büyük kutsal mahkeme kurulup insanların orada yargılanacaklarına, cennet ve cehennemden birine gönderilip sonsuza kadar orada yaşayacaklarına inanmak demektir... İnsanların elindeliği (irade-i cüz’iye) sadece dilemek alanındadır, şunu ya da ötekini dilemekte özgür ve bu yüzden de sorumludurlar. Bununla beraber, dilek iyi ya da kötü olsun, bütün olup bitenler tanrıca önceden belirlenmiştir (kader) ve önceden belirlendikleri biçimde (kaza) olurlar... Farz (Müslümanlarca yapılması kesin olarak zorunlu kılınmış işlerdir. Namaz gibi bütün Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ı ayn, zekat gibi bir kısım Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ı kifaye denir), vacip (yapılmalarının kesin olarak zorunlu kılınıp kılınmadıkları bilinmeyen, bununla [sayfa 129] beraber her halde yapılması gerekli olan işlerdir), sünnet (farz ya da vacip olmadıkları halde, peygamber tarafından yapıldıkları için ona uyularak yapılan işlerdir. Peygamberin her zaman yapıp ara sıra ihmal ettiği işlere sünnet-i müekkede, ara sıra yapıp çoğunlukla ihmal ettiği işlere sünnet-i gayr-i müekkede denir), müstehap (kuşluk namazı kılmak gibi peygamberin ara sıra yapıp çoğunlukla yapmadığı ibadetler), haram (sarhoşluk, hırsızlık, yalancılık gibi kesin olarak yasaklanmış şeyler), mekruh (kesin olarak yasaklanıp yasaklanmadıkları bilinmemekle beraber yapılmaması gerekli şeylerdir. Bunlardan harama yakın olanlarına keralıet-i tahrimiyye, helale yakın olanlarına keralıet-i tenzihiye denir), helal (yapılmasına izin verilmiş şeyler), mubah (yapılmaları ve yapılmamaları yasaklanmamış şeyler), müfsit (ibadetleri bozan şeyler).. Namazın sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı olmak üzere günde beş vakit kılınması farzdır. Gün doğarken, güneş tepedeyken ve gün batarken namaz kılınması yasaklanmıştır. Ayrıca cuma namazı, cenaze namazı gibi farz-ı kifaye: bayram namazlarıyla teravih namazı gibi sünnet olan namazlar da vardır. Oruç, gün doğuşundan gün batışına kadar, yemek yememek, hiçbir şey içmemek ve cinsel ilişki kurmamak suretiyle tutulur. Farz olan oruç, ramazan ayı süresince tutulması gereken oruçtur. Ayrıca adak oruçları gibi vacip, muharrem ayının 9, 10, 11. günlerinde tutulan oruçlar gibi sünnet, her kameri ayın 14, 15, 16’ıncı günleri tutulan oruçlar gibi müstehap olan oruçlar da vardır. Ramazan bayramının ilk günüyle kurban bayramının dört gününde oruç tutmak yasaklanmıştır (haram)... İslam dini, bir yönetim bütçesi de önermektedir. Bu bütçeye göre beş çeşit gelir ve sekiz çeşit gider sayılmıştır. Gelirler şunlardır: Ganimet (savaşta ele geçirilen her türlü değerlerdir ki bunların beşte biri yönetime, beşte dördü savaşanlara ayrılır), zekat (genellikle kırkta bir olarak alınan gelir vergisi. Ayrıntıları şunlardır: Kırk koyun ya da keçi için bir koyun ya da keçi, otuz sığır ya da manda için bir yaşını bitirmiş bir buzağı, yirmi miskali -bir miskal, bir buçuk dirhemdir-, bir dirhem de 3.207 gramdır geçen altından ve iki yüz miskali geçen gümüşten kırkta bir altın ve gümüş, beş veski geçen toprağın yağmur suyuyla sulanıyorsa ürününün onda biri, el emeğiyle sulanıyorsa ürününün yirmide biri), cizye (Müslüman olmayan uyruk erkeklerden yılda bir dinar olmak üzere alınan vergi), haraç (Müslüman olmayan çiftçilerden anlaşma yoluyla alınan kira), işlenmemiş toprak (bir toprağı işleyen ona sahip olur, işlenmemiş toprak yönetimindir)... Bu gelirler şu giderlere harcanır: Yoksullara yardım, çalışamayacak durumda olanlara yardım. Müslümanlığı yeni kabul edenlere yardım, köleleri özgür (azatlanmış) kılmak için ödenti, borcunu veremeyen borçluların borçlarını kapatmak için ödenti, konuklara ve yolda kalanlara yardım, hayır işlerine harcama, memur maaşları (o zamanlar memur olarak sadece tahsildarlar bulunduğu için tahsildarların maişetini temin)... Muhammed, maaş oranını şöyle ayarlamıştır: "Bize memur olan kişi karısının maişetini sağlayabilir, bir de ev alabilir, bir de hizmetçi tutabilir. Bundan fazla haddi tecavüzdür". Peygamber Muhammet’in ölümünden sonra meydana çıkan yeni gerekler ve sorunlar şu bilimleri oluşturmuştur: Kutsal kitabın boşluklarını peygamberin sözleri ve işlemleriyle doldurabilmek gereğinden Hadîs bilimi, kutsal kitabın açık olmayan sözlerini yorumlama [sayfa 130] gereğinden Tefsir bilimi, yeni koşullara uygun bir hukuk gereğinden Fıkıh bilimi, aykırı anlayışlar arasındaki tartışma gereğinden Kelam bilimi, kutsal kitabın ve peygamber sözlerinin gizli anlamlarını araştırma gereğinden Tasavvuf bilimi... İslam düşüncesinde Kelam açık felsefenin, Tasavvuf gizli felsefenin oluşma alanıdır. Bununla beraber her ikisinde de amaç dindir, bilim bu amaca varabilmek içi sadece bir araçtan ibarettir. Gerçek İslam felsefesindeyse (ki başlıca temsilcileri El Kindi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Bace, Gazali, Sühreverdi, İbni Tufeyl’dir) amaç bilimdir, din bu amaca varabilmek için bir araçtan ibarettir. Pratik sorunlardaki görüş ayrılıklarından mezhepler, teorik sorunlardaki görüş ayrılıklarından meslekler oluşmuştur. Mezhepler, dinsel geleneğe sıkıca bağlı kalarak Ku’ran ve Hadis’i kıyas (benzerine uydurma) yöntemleriyle yorumlayan ehli sünnet mezhepleri ve yeni gereklere uydurmak için değiştirerek yorumlayan ehli bid’at mezhepleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ancak kıyas yoluyla uygulama çeşitlendiği gibi oybirliğini sağlamak da her zaman mümkün olmadığından ehli sünnet de, yapısı gereği zorunlu olarak çeşitlenen ehli bid’at gibi, çeşitli mezheplere ayrılmıştır. Ehli sünnet dinsel kurallar alanında Selef, Matüridiyye, Eşariyye gibi mezheplerle hukuk kuralları alanında İmam Ahmet İbn Hanbel’in içtihatlarından Hanbelilik, İmam Ebu Hanife’nin içtihatlarından Hanefilik, İmam Şafii’nin içtihatlarından Şafiilik İmam Malik’in içtihatlarından Malikilik mezheplerine bölünmüştür. Ehli bid’at akımında da Kaderiyye, Sıfatıyye, Müşebbihe, Mutezile gibi birçok mezhepler türemiştir. Şiilik (Şia) katıksız ilk biçimiyle bir siyasal partidir ve peygamberin amcaoğlu Ali’yi halife yapmak istemeyen Hariciler (Havariç)’e karşı Ali’yi tutanların partisini adlandırır. Sonraları bid’at sayılmış ve Şii-Batınilik adı altında tasavvuf tarikatlarının gizli ve siyasal sığınağı olmuştur. Sonraları geniş anlamında, tasavvuf deyimiyle anlamdaş kılınan bâtınilik de ilk ve katıksız biçimiyle bir siyasal partidir ve altıncı İmam Caferus Sadık’ın oğlu İsmail’i küçük kardeşi Musa Kazım’a karşı imam yapmak isteyen İsmaili’lerin birçok ülkelerde kurdukları gizli örgütün adıdır. Bu bakımdan Alevilik (peygamberin amcaoğlu ve damadı Ali yandaşlığı) deyimi, Şiilik, Batınilik, İsmaililik deyimlerinin tümünü kapsayan genel bir anlam taşır ve gerçek halifeliğin Ali soyuna özgü olduğu savını içerir. İslam dininin ayırıcı niteliği, kadınların aşağı görülmesi ve çok kadınla evlenmenin hukuksallaştırılmasıdır. Ku’ran’a göre, "tanrı erkekleri kadınlardan üstün kılmıştır", "kadınlarınızı dövün", "mirasınızda erkek için kız payının iki katı ayrılmalıdır", "gönlünüzün dilediği kadınlardan iki, üç, dört tane alın" (Nisa suresi 34, 11, 3). Müslümanlık bir devlet dinidir, halife de bu devletin başkanıdır. Geniş ve ayrıntılı bir hukuk sistemi vardır, bu hukuk Kur’an (Tanrı sözleri) ve Hadis (Peygamber sözleri)’le kesin olarak sınırlı ve değişmezdir. Bunlarda bulunmayan yeni olaylar için kıyas ve icmaı ümmet yollarına başvurulur. Bu yöntemlerle de çözülmesi olanaksız bulunan sorunlar içtihat (yetkililerin Ku’ran ve hadise dayanarak yaptıkları yorum)’la çözümlenir. İcma (topluca verilen karar), ümmet (bir dinde olanların topluluğu)’in bir araya toplanamayacak kadar çoğalması sonunda yetkililerin bir araya gelerek topluca bir karara varmalarını dilegetirir, Müslümnlığın temel amacı olan dinsel ve sınıfsal devlet örgütü ilkin peygamber Muhammed tarafından Medine kentinde, Yunan site devletlerini andıran [sayfa 131] bir biçimde, bir kent-devleti olarak kurulmuştur. Daha sonra ve özellikle Emeviler zamanında dünyanın pek büyük bir bölümüne egemen olan İslam imparatorluğu meydana gelmiştir. Günümüzde dünyanın beş kıtasında çeşitli devletlerle temsil edilen müslümanlık altı yüz milyonu aşkın bir nüfusu kapsamaktadır.
İslam felsefesi (Us. Felsefei İslamiyye, Fr. Philosophie Islamique), ortaçağ Hıristiyan felsefesi gibi, çeşitli uluslardan düşünürlerin Müslümanlık disiplini içinde düşünmelerini dilegetirir. Antikçağ Yunan felsefesini Suriyelilerden öğrenen İslam düşünürler, Hellenistik felsefeyi Arapçaya çevirmekle işe başlamışlar ve düşüncelerini Yunan felsefesinin Müslümanlıkla uzlaştırılması yolunda geliştirmişlerdir. Bu bakımdan temel yapısı tanrıbilimci, uzlaştırıcı ve eklemecidir. Müslümanlığın daha ilk yıllarında dinsel dogmalar ve bu dogmalarla kurulan toplumsal düzen yetmemeye başlamıştı.
İlk çeviricilerden El Kindi, Plotinos’un ünlü dokuzlularını çevirmiş ve Aristoteles’i Yeniplatoncu öğelerle karıştırarak sunmuştu. İlk Arap ve Müslüman düşünürü sayılan El Kindi (Ölümü: 872) usçudur, tanrıyı kanıtlama (Ar. Alburhan)’ya ve ona yaklaşmaya çalışmıştır. İslam doğa felsefecileriyle tartışmış ve onlara karşı çıkmıştır. El Kindi, uslamlama (Ar. Alistidlal) yoluyla kanıtlıyor ve bilinen özellikler (Ar: Al-Havass)’den daha az bilinen özellikleri, ilinek (Ar. Al’araz)’lerden öz (Ar. Al-zat)’ü çıkarsamaya çalışıyordu. Tümeller (Ar. Al-külliyat)’i girçek saymıyor ve onların iç düşünme (Ar. Al-murakaba)’nin ürünleri olduğunu ilerisürüyordu. Ona göre tümeller duyulur, (Ar. Al-mahsüsat) şeyler değil, anlakalır (Ar. Al-makulat) şeylerdir. El Kindi, usu da üçe ayırmaktadır: Önce insan ruh (Ar. Al-nefs)’unun dışında sonsuz ve eylem halinde bir us (Ar.. Al-akl bilfiil), bir de sonsuz ve kendiliğinden işleyen bir us (Ar. Al-akl al-faal) var. İnsan ruhunda bulunan güç halindeki us bunların etkisiyle gelişip edinilmiş us (Ar. Al-akl al-mukteseb) oluyor. İnsan usunu oluşturan bu uslar, tanrılık uslardır. El Kindi meşşâi okulunun kurucusudur. Onu bu yolda Ahmed Serakhsi, Ebu Ma’şer Belkhi, Farabi ve İbni Sina izlemişlerdir. Bununla beraber İslam felsefesinde, eski Yunan’da olduğu gibi, bir doğa felsefesi de gelişmiştir. Sokrates’ten önceki Yunan ve Hint felsefelerinin etkisiyle oluşan İslam doğa felsefesi, özgür düşünceli mutezileciliğin bilimselleşmesidir ve tabiiyyun, dehıyyun, İslam atomculuğu, batınilik, ihvan-üs-safa gibi-felsefesel akımları kapsar. İslam doğa felsefesinin (ki buna genel olarak tabiiyyun deniyor) kurucusu Ebu Bekr Zekeriya Razi (841-926, Fransızlar Rhazes ya da Al-Razes diyorlar)’dir. Razi, deney ve tümevarım (Ar. Al-istikra) yöntemlerini kullanan, bilginin sadece duyularla elde edildiğini savunan İslam felsefesinin ilk görgücüsüdür. En çok bağlandığı düşünürler Yunanlı Anaksagoras’la Empedokles ve İranlı Mani’ymiş. Bedensel hastalıkların, aynı zamanda, ruhsal nedenleri olduğunu ilerisürecek kadar çağını aşmış bir düşünürdür. Yetkeler, onun Hekimlik kitabı’nı psiko-somatik hekimliğin ilk yapıtı sayarlar. Felsefesinde tanrı, boşluk (Uzay), süre (Zaman), ruh ve özdek olmak üzere beş temel öğe vardır. Fizikte ışığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken kırıldığını göstermiştir. Kimyada basit cisimlerin özelliklerini saptamış, yerçekiminin varlığını tanıtlamak için deneyler yapmıştır. Razi, meşailiğin büyük düşünürleriyle (özellikle El Kindi, Farabi, İbni Heysem, İbni Hazm) olduğu kadar mutezilenin büyük düşünürleriyle de (özellikle [sayfa 132] Cahiz, İbni Keyyal) kıyasıya çatıştığı için yalnız kalmış ve İslam felsefesinde bir gelenek kuramamıştır. Bundan sonra İslam felsefesinde, gene eski Yunan’da olduğu gibi, Platon ve Aristoteles etkileri egemen olmuştur. İslam felsefesinin iki büyük okulu, meşaiyye ve işrakiyye bu etkilerle oluşmuştur. Meşailik Platon, Aristoteles uzlaştırılması, İşrakilik Platon tasavvuf uzlaştırılmasıdır. Bu arada İslam disiplini, Cabir İbni Hayyan gibi çok büyük bir hekim düşünür yetiştirmiştir ki kimya biliminin babası sayılır. Cabir, bilginin duyularla elde edildiğini ve daha sonra derece derece ussal bilgiye erişildiğini ilerisürmüştür. Hayvan’dan insana yükselişi, karanlık (Ar. Zulmani)’tan ışık (Ar. Nurani)’a çıkış olarak niteler ki bunda ışıkçılığın ilk izleri görülmektedir. Cabir’e göre bilgi elde etmek için görünenden görünmeyene doğru uslamlama ve yorumlama (Ar. Al istinbat) yoluyla yürümek gerekir. İslamsal Aristoculuk, meşaiye okulunda özellikle Farabi (870-950) ve İbni Sina (980 -1037)’yla gelişmiştir. Farabi, Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturuyor. Aristoteles’i, Plotinos’un da yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaya çalışmaktadır. Ne var ki böylesine bir uzlaştırmayla yetinmemektedir, İslam dinini de bilimle uzlaştırması gerekmektedir. Din (Ar. Şeriat)’le özgür felsefe (Ar. Hikmet)’nin ve kimi yerde de gizemsel bilgi (Ar. Marifet)’nin uzlaştırılması hemen bütün İslam düşünürlerinin başlıca uğraşıdır.
Yüzümüzü ister batıya, ister doğuya, ister kuzeye; ister güneye çevirelim, karşımızda daha bir süre hep Aristoteles’le Platon’u göreceğiz. Türkistanlı Farabi de Aristotelesçidir. Bu yüzden kendisine ikinci öğretmen (Muallim-i Sani) denilmektedir. Farabi, bir Türk düşünürüdür. Türkistan’ın Farab kentinde doğmuştur. Asker çocuğudur. İlk öğrenimini yurdunda, yüksek öğrenimini Bağdat’ta yapmıştır. Önceleri Türkistan’da kadılık yaptı, sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca biliyordu. Hekim, metafizikçi ve müzikçiydi. Yüzden çok kitap yazmış; Aristoteles, Platon, Zenon gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış, bunların görüşlerine kendi görüşlerini katmıştır.
Uyun-ül-Mesail adlı kitabında, kişiyi erdemli kılan, Tanrı’dır, diyor Farabi, her işte başarı ancak Tanrı’nın eliyle olur. Tanrı’nın bağışı (inayet-i ilahiye) her şeyi kuşatır, herkesle bitişiktir. Her olan şeyin nedeni kaderdir. Kötülüklerin de nedeni kaderdir (Tanrı istemeseydi kötülük olmazdı). Kötülükler ilinek (araz) olarak iyidirler. Çünkü kötülükler olmasa iyilikler de olmazdı.
Farabi’nin düşünce sisteminde törebilimin (ahlak ilmi) önemli bir yeri yoktur. Farabi doğrudan doğruya töreden söz açmamış, töreyi işlememiştir. Ancak Aristoteles’in töresini yorumlarken kendi düşüncelerini de katmak istemiş, karışık, açık seçik olmayan sözler etmiştir. Örneğin, öğretim (tedris, talim) yoluyla eğitim (terbiye, tehzip) yolunu birleştirmiş, her gerçek öğretimin bir eğitim olduğunu ya da her eğitim için bir öğretim gerektiğini söylemiştir (bu konuda’ çok aydınlık olan Sokrates’i hatırlayınız).
Âra-yi ehl-i Medine-tül-Fazıla adlı kitabında da bir başkanın erdemlerini saymıştır. Farabi’ye göre, başkanlık edecek kişide şu erdemler bulunmalıdır: Organları [sayfa 133] tam olmalıdır, anlayışlı olmalıdır, belleği (hafızası) güçlü olmalıdır, akıllı ve ince görüşlü olmalıdır, güzel konuşur olmalıdır, öğrenmeye gönüllü olmalıdır; yiyeceğe, içeceğe, eğlenceye tutkun olmamalıdır; doğruluğu sevmeli ve yalancılıktan tiksinmelidir. Nefsini yüksek tutmalı ve kendisinden kuşkulandıracak şeylerden çekinmelidir, dindar olmalı ve dünya kaygılarında gözü bulunmamalıdır, tüzesever (adaletli) olmalı ve kötülük yapmaktan çekinmelidir, işinde ayak diremeli ve dilekli olmalıdır.
Görüldüğü gibi Farabi’nin erdemleri, Müslümanlığın erdemleridir. Oysa Farabi bütün bu erdemlerin bir kişide toplanamayacağını da düşünmüş olmalı ki, sözlerini şöyle bitiriyor: Bu erdemler tek kişide bulunmazsa, birkaçı birinde, birkaçı da ötekinde bulunursa, o iki kişi başkan olur. Eğer bu erdemler üç kişide bulunursa o üç kişi başkan olur. Bu erdemler için daha çok kişi gerekiyorsa o kadar kişi başkan olur.
Farabi, bu hoşgörüsüyle, başkanlığın kapılarını on iki kişiye kadar açmış demektir. Kişiyi erdemli kılan, Tanrı’dır düşüncesine uygun olarak organları tam bulunmak, belleği güçlü olmak gibi tanrı vergisi nitelikleri de erdem saymıştır. Oysa tek kollu doğmuş bir kişinin, nasıl bir öğretim ya da eğitimle, ikinci bir kol edinebileceğini söylememiştir.
Farabi toplumcudur. Kişinin yetkinliğe erişebilmesi için pek çok şeyler gereklidir, diyor. Kişi, tek başına, bu şeylerin tümüne birden erişemez. Toplum, kişilerden birinin eksiğini ötekiyle tamamlar. Yetkinliğe erişmek gücü, insana doğarken verilmiştir. Oysa birçok insanlar bir araya toplanıp her biri ötekinin ihtiyacını hazırlamak suretiyle birbirlerine yardım etmedikçe, insan, tek başına, bu yetkinliği elde edemez.
En yüksek iyilik, en büyük yetkinlik ancak kentte (şehirde) yaşamakla elde edilir, kentten aşağı bir toplulukta elde edilemez. Erdem, yardımlaşmadır. İnsanlar, kötülükler için de yardımlaşabilirler. Ama gerçek mutluluğa ulaştıracak şeylerde , yardımlaşan kent, erdemli kenttir. Mutluluğa ulaşmak için yardımlaşan toplum, erdemli toplumdur. Bütün kasaba ve kentleri mutluluğa erdirmek için yardımlaşan ulus, erdemli ulustur. Bunun gibi, bütün uluslar, mutluluğa varmak için birbirlerine yardım ederlerse yeryüzü, erdemli bir yeryüzü olur. Erdemli kent, bütün organları tam olan bir bedene benzer. O bedenin bütün organları, yaşamak için, nasıl birbirlerine yardım etmek zorundaysalar, kentlerin bütün kişileri de, mutlu olmak için birbirlerine yardım etmek zorundadırlar. Bedenin organları çeşitlidir, görevleri ve güçleri başkadır. Oysa içlerinde bir organ vardır ki onlara başkanlık eder. Bu başkan, yürek’tir. Görevleri başkana yardım etmek olan başka organlar vardır, bunlar en yakın yardımcılardır, başkanın işini kolaylaştırırlar. Bu ikinci organlar, görevlerini başkanın amacına uygun olarak yaparlar. Üçüncü organlar da görevlerini, ikinci organların amaçlarına uygun olarak yapmaktadırlar. Böylelikle aşağı doğru inerek sadece hizmet eden, amacı bulunmayan ve kimseye başkanlık etmeyen organlara kadar varılır. Toplum da böyledir, böyle işlemelidir.
Kişiler, bütün davranışlarında, ya iyi bir şeyle ya da kötü bir şeyle karşılaşırlar. Kişi, yararlanmasını bilirse, iyiden olduğu kadar kötüden de yararlanabilir. İyi olana [sayfa 134] ya uyar, ya uymaya çalışır, ya da o şeyin iyiliğini görerek on uymak için uygun bir fırsat bekler. Kötü olandan da ya kaçınmaya uğraşır, ya kötülük kendindeyse kendinden atmaya çabalar, ya da kurtulmayı başarmak için onu kendinden atıncaya kadar başkalarından örnek almaya çalışır.
İnsanlar için ceza ve armağan gereklidir. Ancak her ikisi de niyete göre gerekli olur (Abaelardus, dört yüzyıl sonra, XII. yüzyılda aynı sözü söyleyecektir). İnsanın niyeti tanrı bilgisiyle, tanrı sevgisiyle düzelir. İnsan, tanrının ve peygamberinin yolunda yürürse niyetinde iyilik; işlediği işlerde , doğruluk olur.
Farabi, bir yandan Aristoteles’le uğraşadursun, öbür yandan da kimini açıkça söyleyip kimini ancak sezdirdiği düşünceleriyle gelecek yüzyıllarda yaşayacak olan birçok büyük düşünürlere öncülük etmiştir. Birtakım düşünceleri açıkça gülünç ve günümüz düşüncesine aykırı bulunmakla beraber, düşünce sistemi incelenince, şaşırtıcı bir genişlik görülmektedir. Geniş çapta bir insancılık (humanisme), dünya devleti düşüncesi, Machiavelli’den yedi yüzyıl önce bir insanları yönetme sanatı, bir siyaset bilimi, Darwinciliğin ilk tohumları, Hobbes’un düşünceleri, Rosseau’dan yüzyıllarca önce bir toplumsal sözleşme (contrat social) eğilimi Farabi’yi bir hayli yüceltiyor. Kendinden sonra gelen düşünürler ondan çok yararlanmışlardır.
Farabi’nin karanlık bıraktığı töre düşüncesini, ünlü öğrencisi İbn-i Miskeveyh aydınlığa çıkarmıştır. İbn-i Miskeveyh’e göre, eğitim önce, öğretim sonra gelmelidir. Bir başka deyişle, uygulanış (ameliye) önce, kuram (nazariye) sonra yapılmalıdır. Töre, bilimden önce gelir. Bilgin olmak için her şeyden önce erdemli olmalıdır. Erdemli olmak için bilmek yetmez, uygulamak gerekir. Gerçek bilim ancak erdemi uygulayanda bulunur.
İbni Sina da görgücülükle usçuluğu bağdaştırıyor ve bu bağdaştırma işinde doğabilimsel İslam felsefesinin kurucusu Razi’yle Farabi’ den yararlanıyor. Ne var ki İbni Sina bu görgücü-usçu (Fr. Empirico-rationaliste) alandan usaaykırıcı (Fr. Irrationaliste) bir alana kaymakta ve Meşailikten işrakiliğe geçmektedir. Bilimleri de şöyle sınıflandırmaktadır: 1- Özdeğine bağlı biçimlerin bilimi, ki doğa bilimleridir. İbni Sina bunlara aşağı bilimler (Ar: Al-ilm-ül-esfel) diyor; 2- Özdeğinden tümüyle ayrılmış biçimlerin bilimi, ki metafizik ve mantıktır, İbni Sina bunlara yüksek bilimler (Ar. Al-ilm-ül-ali) diyor; 3- Özdeğinden ancak zihinde ayrılan bilimler, ki matematiksel bilimlerdir; İbni Sina bunlara orta bilimler (Ar. Al-ilm-ül-avsat) diyor. İbni Sina, tüm bilgilerimizin sezgiyle elde edilen açık ilkelerden çıkarsama (Ar. Al-istintaç) yoluyla oluştuğu kanısındadır. Bilgi sürecinin duyum ve algıyla başladığını kabul etmekle beraber gerçek bilginin ussal olduğunu ilerisürüyor. İbni Sina, çağını pek aşan bir görüşle cisimlerin kendi iç güçleriyle devindiğini savunuyor. Bu iç güçe özgüç (Fr. Autodynamisme) anlamında Ar. Al-kuvvet al-nefsiye demektedir. İ. H. İzmirli, İbni Sina’nın, Batı skolastiğinden çok önce, varlıkbilimsel kanıt (Fr. Preuve ontologique)’ı ilk ilerisüren düşünür olduğunu söylemektedir. İslam felsefesinde İbni Sina, meşailikten işrakiliğe kol atmış bir düşünür olmakla beraber, başlıbaşına bir okuldur. El Cüzcani, Behmenyar, İbni Zeyle, Ebu Abdullah Masumi, Meymun bin Necib al-Vasıti, ünlü ozan Ömer Hayyam, Ebül Maali, Ebül Abbas [sayfa 135] Zevkeri, Abdürrezzak et-Türki gibi ünlü düşünürler İbni Sina Okulu’ndan sayılırlar. Fahrüddin Razi, Nasireddin Tusi Seyyit Şerif Cürcani gibi önemli düşünürlerin de onun etkisinde oldukları bir gerçektir. İslam felsefesinde iman felsefesi’nin kurucusu İmam Gazzali (1058-1111)’dir. Meşailiğe hücumlarıyla ve Eş’ariliği geliştirmesiyle ünlüdür: İslam felsefesinin ilginç, ama en gerici düşünürlerinden biridir. Denilebilir ki felsefe, onun ve onun güçlendirdiği Eş’arilik yüzünden Arap yarımadasından Batı’ya göçetmek zorunda kalmıştır. Tüm felsefe ve filozoflara düşman olan Gazzali gerçekten çok ilginç şeyler söylemektedir: Örneğin, tanrının varlığını kanıtlamak için metafizikçilerin ilerisürdükleri tüm kanıtlar saçmadır diyor, çünkü bu kanıtların tümü fizikseldir (örneğin ilk kımıldatıcı kanıtı gibi), oysa metafizik fizikle açıklanamaz, özdekçiler ve doğabilimciler kendi sistemlerinde metafizikçilerden çok daha tutarlıdırlar. Göksel ruhun tikel varlıklara yayıldığı savı saçmadır diyor, çünkü bu doğayla tanrı arasında bir akım kurmak olur ki hem din anlayışına, hem de doğabilim anlayışına aykırıdır. Platon’la Farabi’ye karşı çıkarak, tanrı tümelleri bilirmiş de tikelleri bilmezmiş diyor, bunu ilerisürmek tanrıyı yadsımaktır. Gazzali’nin ve Eş’ariliğin gerici ve ezici baskısı yüzünden Batı’ya göçeden İslam felsefesi (Meşşaiyye) Endülüs Arapları arasında özellikle İbni Bacce (Ölümü: 1138) ve İbni Rüşd (1126-1198) taraflarından sürdürülmüştür: İbni Bacce, özellikle Ar. Mütevahhid (yalnızmışçasına yaşayan insan) adını verdiği birbaşınalık kuramıyla ünlüdür. Kendisini böylesine yalnızlaştıran insanın (ki bu yalnızlaştırma gerçekte değil, düşünsel olarak yapılacaktır) kötülüklerden arınarak akl-al faal (tanrı)’la birleşebileceği kanısındadır. Bu konuda yazdığı yapıt bir hükümetin yönetimini tasarımlar. Örneğin bu yetkin yönetimde ne hekimler ne de hakimler (yargıçlar, kadılar) bulunmayacaktır, çünkü her ikisi de yetkin yönetim sayesinde gereksiz olacaktır. Antikçağ Yunan felsefesi, bu İslam düşünürlerince Batı’ya tanıtılmıştır. Özellikle İbni Rüşd, XII. yüzyılın başlarında Michael Scott tarafından Latinceye çevrilince büyük coşkunluk ve, hayranlık uyandırmıştır. İngiliz düşünürü Bertrand Russel, Felsefe Tarihi’nde şöyle der: "İbni Rüşd, İslam felsefesinden çok Hıristiyan felsefesi için önemlidir. O, İslam felsefesi için ölü bir sondu, Hıristiyan felsefesi içinse bir başlangıç olmuştur".
Batılılar, İspanya Araplarından İbni Rüşd’e Averroés ve onun Aristotelesçi öğretisine de Averroisme derler. Batı, Yunan felsefesini ve özellikle Aristoculuğu İbni Rüşd’ten öğrenmiştir. İbni Rüşd, Aristoteles öğelerini Farabi ve İbni Sina’dan almakla beraber, onlardan ayrılarak Aristoteles’in özdekçi yanını işlemiştir. Bu yüzdendir ki İbni Rüşd öğretisi, XII. yüzyılda, Hıristiyanlığa aykırı bulunarak suçlanmış ve yasaklanmıştır. Örneğin Hollandalı düşünür Herman van Riswik, İbni’ Rüşdçülüğünden ötürü 1512’de yakılmıştır. İbni Rüşdçülüğün Batı’daki en büyük ve verimli ürünü Roger Bacon’dur. İbni Rüşd’e göre ruh ölümlüdür, nedeni olan her şey zorunludur ve bundan ötürü tanrı da bir zorunluluğa bağlıdır. Biçimler özdeğin içinde gizlidirler ve tanrılık etkiyi gerektirmeksizin birbirlerinin içinden çıkarak varolurlar. Bundan ötürü de yoktan yaratma söz konusu olamaz, söz konusu olabilen gizliden açığa ilksiz-sonsuz ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz [sayfa 136] bir süreçtir. Görüldüğü gibi bütün bu varsayımlar, kökleri Aristoteles’te bulunan, tüm özdekçi varsayımlardır. İbni Rüşdçülük, birçok bakımlardan Hıristiyan kilisesiyle çatışmaktadır. Evren ilksiz ve sonsuzdur (Hıristiyanlığa göre evrenin başı ve sonu vardır, yaratılmıştır ve yok olacaktır), yokluk diye bir şey yoktur (Hıristiyanlığa göre tanrı evreni yoktan varetmiştir), ruh bedenle birlikte ,göçüp gider (Hıristiyanlığa göre ruh ölümsüzdür), tanrının bağışı insanı ölümsüz kılamaz (Hıristiyanlığa göre insanı tanrının bağışı kurtarır ve ölümsüz kılar), insan usu tanrıyla aynı şeydir (Hıristiyanlığa göre insan tanrının yaratığıdır, eksiktir ve suçludur, aşağılanmıştır ve düşmüştür, bu yüzden de usuyla kendini kurtaramaz ve ancak tanrının bağışını dileyebilir).
Bu arada İslam felsefesi disiplini içinde birtakım Yahudi düşünürler de yetişmiştir ki bunların en başında İbni Cebirol (Fransızlar Avencebrol diyorlar) gelir. Kamutanrıcıdır. Bir başkası İbni Me’mun (1135-1204, Fransızlar Maimonide diyorlar)’dur.
Işıkçılığın kurucusu Şahabettin Sühreverdi (1153-1191)’dir, öteki Sühreverdi’lerden ayırmak için, Öldürülmüş (Maktul) Sühreverdi adıyla anılmaktadır. Henüz otuz üç yaşındayken, Halep’te, bilgisini kıskananların dinsizlikle suçlamaları yüzünden, Selahattin Eyyubi’nin buyruğuyla öldürülmüştür. Arap ve Acem olmadığı kesinlikle bilinmekte, Türk soyundan geldiği sanılmaktadır. Çevresinde saygı ve kıskançlık uyandıran taşkın bir düşünce gücü vardı. Genç Sühreverdi, Işık düşüncesinde Platon’la Tasavvufu birleştiriyor. Gerçekte o da Tasavvuf yolunun yolcularındandır. Ama, Batıniler gibi, sözcüklerin gizli anlamlarını aramıyor. O, bir düşünce adamıdır. Gerçeğe, sözcük yorumlayarak değil, düşüncesini yoğunlaştırarak varmaya çalışmaktadır. Bunun için de, Tasavvufun sadece yönteminden yararlanıyor (Mükaşefe yöntemi). Ona göre felsefe, bir sezgi işidir (İlham vahi, hads). Felsefe yapmak, peygamberlik yapmak demektir. İnsan, özvarlığını (Nefsini) eğiterek, yavaş yavaş ve basamak basamak Işığa doğru yükselir. İnsan Işığa yaklaştıkça, Işığın aydınlığı artar. Sezgi yoluna bir kez girildi mi, gittikçe güçlenir insan. Her basamağın aydınlığı, insanı, bir yukardaki basamağın aydınlığına çeker. Böylelikle, Işıklar Işığı’nın (Nur-ül-envar, Tanrı) her anlamı kapsayan büyük aydınlığına ulaşılır. Gerçek felsefe, mantık oyunlarına başvurmak değil, böylesine bir sezgi merdivenine tırmanabilmektir. Anlamlar alemi (Alem-i mana), sözcüklerle anlatılamaz ve mantık oyunlarıyla tanıtlanamaz. İnsanlar, ona, bir başlarına ulaşabilirler. Felsefe, onlara, sadece bu yolu göstermekte yardımcı olabilir. İşte, Şahabettin Sühreverdi, Işık Heykelleri (El heyakilün-nur) adlı yapıtında bu yolları göstermektedir. Sühreverdi’ye göre ruh ve beden diye bir ayrılık yoktur, bunlar aynı şeydir. Bütün cisimler gibi beden de yoğun bir karanlıktır. Bu karanlık, Işığa doğru yükseldikçe yoğunluğu erimeye başlar. Sonunda büsbütün aydınlanır, Işık alemine girer. Bedenler ruh ayrılığı, sanıldığı gibi, bir öz ayrılığı değil, bir derece ayrılığıdır.
Sühreverdi, düşüncesinin bu çizgisinde kişiliğini ortaya koymakta, Platon’dan ayrılmaktadır. Platon’a göre cisimler gerçek varlıklar değildir, gerçek olan o cisimlerin ideleridir (soyut kavramlarıdır). Sühreverdi’ye göre ruhlar da, cisimler de [sayfa 137] gerçektirler. Bunların arasında özde bir ayrılık yoktur. Ruh, tasarlanmış bir kavram, bir ide değil; cismin aydınlanmasıdır.
Sühreverdi, düşüncesinin , bu çizgisinde, Zerdüşt’ten de ayrılmaktadır. Sühreverdi’ye göre karanlıkla ışık, bir karşıtlık değildir ki aralarında kavga olsun. Karanlık, ışıktan gelmiştir, ışığa dönecektir. Bu, bir zorunluluktur. Kişi, öz varlığını eğiterek, her zaman ışıklanabilir, ruhlaşabilir. Ruh, bedenin eğitilmişidir. Yirminci yaşımız, yirminci yaşa vardığından ötürü onuncu yaşımızı ortada bulamaz ki onunla kavgaya tutuşsun. Zerdüşt’e göre karanlık, ışıktan koptuğu halde, aynı özden gelen bir düşmandı. Evrense ışıkla karanlığın savaş alanıydı. İnsanlar, bu savaşa, ışığa yardımcı olarak katılmalıydılar.
Ak sakallı budalalar, genç düşünürümüzü buralardan yakalayıp fitnelemiş olsalar gerektir. Oysa açık kapı bırakmamak için elinden geleni yapmaktadır. Işık Heykelleri adlı yapıtında (heykel, Arapça’da kalıp, kılık, görünüş anlamlarına da gelmektedir) sezgi yöntemini bir yana bırakarak, ışıklar ışığının bambaşka bir ışık olduğunu, öteki felsefelerin tuttukları mantık ’yolundan tanıtlamaya çalışıyor: Hayvansal ruh, tanrısal ruhtan başkadır. İnsan ruhu, tanrısal ışıklardan biridir. Doğuşu tanrıdan olduğu gibi, batışı da tanrıyadır. Kimileri, insan ruhunun cisim olmadığını anlayınca, bu ruhun tanrı olabileceğini sanmakla sapıklık uçurumuna düşerler. Oysa tanrı birdir. Ahmet’le Mehmet’in ruhları bir olsaydı, birinin bildiğini ötekinin de bilmesi gerekirdi. Böyle olunca, bir insanın bildiğini bütün insanlar da bilirdi. Kimileri de bu ruhun, tanrının bir parçası olduğunu sanırlar. Bu da sapıklıktır. Tanrının cisim olmadığı kesin bulunduğuna göre, cisim olmayan bir şey nasıl parçalanabilir, nasıl bölünebilir? Kimileri de bunun öncesiz olduğu kuruntusuna kapılırlar. Böyle olsaydı, onu ışık ve kutsallık aleminden ayrıla rak karanlık ve ölüm alemine inmeye kim zorlayabilirdi? Bir fitil, bir ateşten tutuşur. Ama o fitili tutuşturmakla o ateşten hiçbir şey eksilmez (Nur Heykelleri, Saffet Yetkin çevirisi, 1963 baskısı, s. 10-11).
Burada görüldüğü gibi, genç düşünürümüz tuttuğu yoldan ayrılarak Batıni tasavvufun açıkça söylediği gibi, evrende her şey, bir şeydir (vahdet-i vücut), diyemiyor. İlk düşüncelerinde birleştirmeye yüz tuttuğu maddeyle ruhu yeniden ayırıyor. Madde, öz olarak, karanlıktır. Işıklar ışığı (Tanrı), onu parlatıyor, ruhlandırıyor. Oysa bu ruh, o yüce ışığın ışığı değildir, sadece parlatmış olmasıdır. İnsanda parlayan ışık-ruhla, onu parlatan ışıklar ışığı-ruh arasında hiçbir ilgi yoktur. Başka bir deyişle, parlatan sadece parlatmıştır, kendinden bir şey vermemiştir. Maddeler, ışıklar ışığına yaklaştıkça aydınlanırlar, ruhlaşırlar, gerçeğe ulaşırlar.
İyi ama, ulaştıkları gerçek nedir? Bu gerçek, hiç değilse Batınilerin varlık birliği gerçeği gibi, yeni bir gerçek olmadığına göre bu kadar çaba nedendi? Parlatan ışığın bambaşka bir ışık olduğunu kutsal kitaplar da söylemiyorlar mıydı?
Sühreverdi’de, Platon’da olduğu gibi, bir şiir tadı var. Bu şiir tadına, çok daha sonra, XVI. yüzyılda, Bruno’da da rastlıyoruz. Gerçekten de bu üç önemli düşünür aynı yoldadırlar: Uçsuz bucaksız bir öncesizlik ve sonrasızlık düşüncesi.
Sonsuz bir aydınlık düşünün. Öylesine derin, öylesine geniş bir boşluk ve pembelik. Bu aydınlıkta, gittikçe büyüyen, bir karaltı beliriyor. Bu karaltı, kendini etkiliyor, [sayfa 138] çoğaltıyor. Sonsuz boşluktaki karaltı, o ana kadar uyumakta olan mekanı; sonsuz boşluktaki büyüme, o ana kadar uyumakta olan zamanı uyandırıyor. Bu karaltının gelişen bir derecesinde, büyük aydınlıktan gelen bir ışınla, aydınlanma ve kımıltı başlıyor. İşte insana kadar sürüpgelen aydınlık ve kımıltı...
Aydınlandıkça artan aydınlanabilme gücü, güçlendikçe zorunlu olarak artan aydınlık. Aydınlananlar, hem ilk parlayışı, hem de birbirlerini aydınlatmaya başlıyorlar. Boşluğun içindeki doluluk, gittikçe artan bir hızla büyüyor, yükseliyor, kaplıyor. Evren, oluşmaktadır: Bilinç, etkileyerek ve etkilenerek, yayılmaktadır. Bu başdöndürücü gidişin sonunda, zorunlu olarak, yeni bir karaltıyı doğuracak olan tüm aydınlanma var. Yepyeni bir boşluk ve yepyeni bir aydınlık. Öylesine yeni, taze, pırıl pırıl bir boşluk ve pembelik, zamansız, mekansız, maddesiz.
Oysa hikayemiz gene de bitmiyor. Sonsuz aydınlığa yepyeni bir karaltı düşmek üzeredir.
Bugün kafamızda bulunan akıl, en az yüz bin yıldan beri gelişe gelişe oluşmuş bir akıldır. Bu aklı ana babalarımızdan böylesine yetkinleşmiş olarak alıyoruz. Yüz bin yıllık maddesel gelişmeyle yüz bin yıllık bilginin onardığı bu akıl, çağdaş akıldır. Gelin, bir oyun oynayalım. Öyle bir akıl düşünelim ki, ne yüz bin yıllık maddesel gelişmeden, ne de yüz bin yıllık bilgiden yararlanmış olsun. İnsansız , bir adada kendi kendine doğmuş bir akıl... Bu akıl, tanrılık düşünceye varabilir mi?
İspanya Araplarından İbni Tufeyl (Ölümü: 1185. Fransızlar Abentofal diyorlar) Tanrının oğlu Hay (Hayy ibn-i Yakazan) adlı ünlü yapıtında, böylesine bir oyun oynuyor. İbn-i Tufeyl, XII. yüzyılda, Arap yönetimi altında bulunan Endülüs’te yaşamıştır. Hekim, filozof, ozan ve riyaziyeciydi. Sorumuzu karşılayan yapıtını roman biçiminde yazdı. Yapıt, XVII. yüzyılda İngilizceye çevrilerek birçok Batılı yazarları etkiledi. De Foe’nun ünlü Robinson Cruzo’sunu, ondan etkilenerek yazdığı söylenir. Oysa İbn-i Tufeyl’in de, X’ncu yüzyıl düşünürlerinden İbn-i Sina’nın Hayy ibn-i Yakazan risalesinden etkilendiği bilinmektedir. İbn-i Sina’nın da, Huneyn İbn-i İshak’ın (Ölümü: 910) Yunancadan çevirdiği bir öyküden yararlandığı sanılıyor. Düşünce, bir Helenistik çağ düşüncesini andırmaktadır.
İbn-i Tufeyl, sorumuzu şöyle karşılamaktadır: Evet, varabilirdi... Hay, Atlas denizindeki insansız bir adada kendi kendine doğmuş (tenasülü binefsihi) bir çocuktur. Yavrusu ölmüş bir ceylan, onu alıp emziriyor. Bundan başka, ağaçların besleyici suları ve olgun yemişleri de var. Küçük Hay, mutludur. Kendisine analık eden ceylanın peşinden koşarak, becerikliliği öğrenmiştir. Günler geçtikçe de, kendi başkalığını sezmektedir. Çünkü adada, kendine benzemedikleri halde ceylâna benzeyen başka hayvanlar da bulunmaktadır. Kendisi tektir ama, çevresi, birbirine benzeyenlerle birbirlerine benzemeyenlerin kaynaştığı bir alandır. Küçük Hay, bunlara bakarak, tür düşüncesini ediniyor. Hayvanların cinsel organlarını çirkin bulmaktadır. Bu yüzden, örtünmek gereğini duyuyor. Önce yapraklardan, onların kuruyup döküldüklerini görünce de, daha sanra, sağlamlık düşüncesine vararak, kuş tüylerinden giyitler yapıyor. Bir değneğin ucunu sivriltmeyi, o değneği çeşitli işlerde kullanmayı öğreniyor. Hayvanlardan kiminin boynuzları, kiminin güçlü dişleri, [sayfa 139] kiminin hızlı koşan bacakları var. Bizim Hay de, onların üstünlüklerine karşı, ellerini ve aletlerini kullanarak üstünlüğünü sağlayacaktır (insan, alet yapan hayvandır, diyen Marx’ın tanımını hatırlayınız).
Hay’cik, yüz bin yıllık yetkinliği ve bilgileri bulunmayan aklıyla, birtakım seziler peşinde: Bir şeyi bir yerden alıp öbür yere koyabiliyor. Az önce boş olan o yer, şimdi kaplanmıştır. Çevresi yer kaplayan şeylerle doludur. Bu şeylerden çoğu, birbirlerine benzemedikleri halde, yer kapladıklarından ötürü, aralarında bir ortaklık var. Benzemezler arasında benzerlikler bulunuyor. Bu benzerlikler, kendisini de, hiçbirine benzemediği halde, bütün çevresindekilere yaklaştırmaktadır.
Güneşten kavrularak tutuşan odunlar var. Ateş ısıtıcı, aydınlatıcı, içine atılan balığı pişirerek lezzetlendiricidir. Alevler, niçin göğe doğru yükseliyorlar? Yukarda, varmak istedikleri bir yer olmalı. Bitkiler de yukarıya ’ doğru büyüyorlar. Yukarda, bütün cisimleri kendine çeken bir güç olmalı. Yağmur yukardan yağıyor. Şimşek yukarda çakıyor. Gürültüler yukardan geliyor. Bulutlar yukarda dolaşıyor. Yukarısı bir hayli önemli.
Bu sırada ceylan ana ölüyor. Hay, yeni bir gerçekle karşılaşmıştır: Ölüm... Ceylan ana kıpırdamıyor artık. Ağzını açmıyor, bacaklarını sallamıyor, gözlerini oynatmıyor. Az önce gezip dolaştığı, hareket ettiği halde, şimdi bu bitmişlik neden? Kendisi de, bacaklarını kıpırdatmadan durabilmektedir, ama sonra keyfi isteyince gene kıpırdatabiliyor bacaklarını. Ceylan ana da keyfi isteyince kıpırdatabilir mi yeniden? Hay, onun üstüne atılıyor, çekiştiriyor, tartaklıyor. Boşuna. Ceylan ana bitmiştir. Öyleyse onu kıpırdatan, işleten güç neydi? Soğumuş cesedi deşiyor Hay. İçini araştırıyor. Eline sıcak bir yürek geçmiştir. Bütün bir soğukluk içinde tek sıcak şey. Sonunda bu yürek de soğuyacaktır, ama en son soğuduğuna göre, en canlı o olmalı. Bu bitmişlikte, bu durmuşlukta eksilen, yitirilen nedir? Yoksa bu yitirilen şey de, alev gibi, duman gibi, yukarıya giden bir şey midir?
Kıpırdayabilenler, bir gün, kıpırdamaz olabiliyorlar. Şu halde bütün kıpırdayabilenler sonludurlar. Ya yukarısı?.. Yukarısı sonsuz mudur? Yukarısının ancak bir yüzü görünmektedir. Görünen yüz sonludur. Ya görünmeyen yüzde sonsuzluğa doğru bir uzanış varsa? Hay, göğe iki değnek saplayabildiğini, bu değneklerin de, göğün görünmeyen yüzüyle birlikte sonsuzluğa doğru uzanabildiklerini düşlüyor. Oysa bu değneklerden birini kırabilirdi. Sonsuzluğa gittiklerinden ötürü birbirlerine eşit olmaları gereken bu iki değnekten biri kırılmakla bu eşitliği bozmaktadır. Başka bir deyişle, öbür uçları sonsuzluğa gittiğinden ötürü birbirlerine eşit olmaları gereken değnekler, birinin kırılmasıyla, hem eşit hem de eşit olmayan bir duruma gireceklerdir ki böyle bir durum düşünülemez, çelişiktir. Şu halde, yerdekiler gibi, göktekilerin de sonlu olmaları gerekir. Sonsuzluk, kendisinin sonu görememesi değildir. Kendisinin sonunu göremedikleri de sonludurlar.
Hay, dalları kırıp, yonttuğu değnekleri bıçak gibi kullanarak bir kulübe yapmıştır. Kendisi olmasaydı, şimdi yer kaplayan şu kulübe de bulunmayacaktı. Öyleyse, bütün bu yerdekilerin ve göktekilerin, bütün bu sonluların da bir yapıcısı olmalıdır. O yapıcı olmasaydı, bütün bu sonluların da, şu kulübe gibi, bulunmamaları gerekirdi. [sayfa 140] Bu yapıcıysa, yaptıkları gibi, sonlu olmamalıdır. Sonlu olsaydı onun da bir yapıcısı bulunacaktı. İlk yapıcı, zorunlu olarak sonsuz’dur. Bundan başka, bütün sonluların cisimleri sonunda dökülüp dağılmakta, son bulmaktadırlar. Şu halde ilk yapıcı, sonsuzluğun zorunluğundan ötürü, elbet cisimsiz olmalıdır. Sonsuz cisimsiz bu kımıldatıcı, sonlu cisimli kımıldayanları kımıldatabilmek için onlarla birlikte’dir. İşte ceylan ana, bu birlikteliği yitirdiği için artık kımıldamaz olmuştur. Öyleyse, bu birlikteliği görebilmek, bu birlikteliği anlayabilmek için kendi içimize bakmamız gerekir.
Tanrının oğlu Hay, böylelikle, baba’sına kendi içinde ulaşmaktadır. Bir başka deyişle, babasını kendisinde bulmaktadır. O, hem her yerde bulunan, hem de hiçbir yerde bulunmayandır.
Salaman’la Absal, tam bu sırada, karşımıza çıkmaktadır. Komşu adayı yöneten, iki yöneticidirler. Salaman, Kutsal Kitap’ın açık anlamlarıyla toplumu düzenlemeye çalışmaktadır (zahiri, sünni, şeriatçı). Ab sal, Kutsal Kitap a gizli anlamlarıyla toplumu düzenlemek düşüncesindedir (Batıni, alevi, hakikatçı). Adalardaki toplumsa, her iki yola da boş vermekte, bildiklerini okumaktadırlar. Absal’i yabani bir hayvan sanıp avlamaya kalkışan, sonra, kendi türünden bir canlı olduğunu anlayarak onunla dost olan Hay’se (kendiliğinden akıl), komşu adanın düzensiz toplumunu yola getirmek için üçüncü bir yolu, kendi yolunu deneyecektir.
Oysa, üçüncü yolda tutmuyor. İnsanlar, ne türlü olursa olsun, hiçbir yoldan tanrı düzenine gereği gibi ayak uydurmak istemiyorlar. Bu yollar, kişiyi erdeme ulaştırmıyorlar. Nitekim, yapıt da, toplumu düzenlemekten umutlarını kesen Hay’le Absal’in, toplumsal adayı Salaman’ın yönetimine bırakarak ıssız adaya dönmeleriyle sona ermektedir.
İbn-i Tufeyl’in, öyküsünden çıkardığı sonuç şudur: İnsanlar eşit anlayışta değildirler. Gerçek, üstün anlayışlı kişiler içindir. Çoğunluk, birtakım biçimler, yasalar konmadan yönetilemez. Daha açık bir deyişle, çoğunluğa şeriat bilimi gerekir, hakikat bilimi üstün yaradılışlı bir azınlık içindir.
Hay (kendiliğinden akıl), Salaman’ın şeriat bilimindeki, iki gereğin gerekçelerini uygun bulmamaktadır (İbn-i Tufeyl’e göre, Hay’in vardığı sonuç, ilke bakımından, şeriata uygundur. Hay, şeriatı beğenmiştir). Gerekçelerine akıl erdiremediği gerekler şunlardır:
1. Apaçık gerçek dururken, niçin birtakım gizlemelere gidilmiştir? Örneğin, yeryüzünde, insanların birbirleriyle dövüşerek asla geçemeyecekleri gerçek köprüler varken Sırat köprüsü gibi bir öte dünya köprüsünü ortaya atmak neden? Erdemsizlerin birbirlerine verecekleri acı, cehennem ateşinden daha mı az ürkütücü?
2. Din, mal edinilerek eşitsizliğin doğmasına izin verdiği halde zekat yasasını koyarak, kendi yarattığı kötülükle gene kendisi uğraşmak gibi bir çelişmeye niçin düşmüştür?
İbn-i Tufeyl, şeriatın bu soruları karşılamadığı görüşündedir.
Işıkçılık (İşrakiyye) okulu XIII. yüzyılda yaşamış olan Şemsüddin Şehrizori, İbni Kemmune, Kutbüddin Şirazi gibi düşünürlerce sürdürülmüş ve daha sonra bir [sayfa 141] tarikat halinde örgütlenerek, özellikle İran’da, günümüze kadar sürüpgelmiştir. Sühreverdi, bu tarikat bağlılarına Şeyh-ül-işrak adıyla anılır. Bu arada İslam disiplini Abdüllatif Bağdadi (Ölümü: 1231), Ebül Berekat Bağdadi (1076-1166), İbni Haldun (1332-1406) gibi bağımsız düşünürler de yetiştirmiştir. Bunların arasında İbni Haldun çok önemlidir. Özellikle tarih alanında olayları anlatmak yerine, olayları düşünmek gerektiğini ilerisüren bu düşünür tarihsel olaylar’ın yerine tarihsel nedenler’i koymakla tarih felsefesinin temellerini atmış oldu. Bugün, birçok Batılılar, onda, Vico’nun, Spenglerin, Montesquieu’ nün, Rousseau’nun, Sorel’in, Malthus’ün, Machiavelli’nin, Darwin’in, Nietzsche’nin düşünce tohumlarını buluyorlar. İbni Haldun, önce, evrensel değişme’yi sezdi: Tarih bilimiyle uğraşanları yanıltan, ulusların hal ve durumlarının, günlerin ve yüzyılların geçmesiyle değişmekte olduklarını unutmaktır. Bu değişme, Yüce Tanrı’nın bütün varlıklar için koyduğu bir yasadır (Mukaddime, Zakir Kadiri Ugan çevirisi, 1954 baskısı, I. cilt, s. 70-71). İbni Haldun, sonra, evrensel evrim’i yakaladı: Biz, varlıkları birbirine bağlı olarak görüyor ve varlıkların birinden ötekine geçişini, yetkin bir düzen içinde, izliyoruz. Maddelerden her biri, aşağıdan yukarıya doğru yükseldiği ya da yukarıdan aşağıya doğru alçaldığı zaman, kendisine yakın olan maddenin biçim ve kalıbına girmektedir. Yukarıya doğru yükselen madde, kendisinden aşağıda olan maddeden daha hafiftir. Bu hal, yıldızlar alemine çıkıncaya kadar sürer. Varlıklara bak. Varlıkların, madenlerden başlayarak, yavaş yavaş ve tabaka tabaka biçimlenmiş olduğunu görürsün. Maden, bitki ve hayvanların ana maddeleri ortaktır. Madenin en yükseği bitkinin en aşağısına bitişiktir. Örneğin, tohumsuz yetişen maden tohumsuz türeyen sebzelerle, hurma ve üzüm gibi bitkiler inci sedefiyle kabuklu sümüklüböcek gibi hayvanlara yakındır ve onların biçim ve kalıplarına girebilecek durumdadır. Bu gelişme, en aşağıdan başlayarak, maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçip insana kadar yükselmiştir. İnsanın en aşağısı, işte bu hayvanlardan başlamıştır. Benim gördüğüm budur. Doğrusunu Tanrı bilir (Mukaddime, aynı çeviri, I. cilt, s. 241-247). İbni Haldun, toplumsallık zorunluğu’nu da anlamıştır: Toplumsal yaşayış, insanlar için zorunluktur. İnsan, yaşamak için, yaşama gereçlerini sağlamak zorundadır. Bu gereçleri tek başına sağlayamaz. Bir buğday tanesinin un olabilmesi, çeşitli hüner ve zenaatleri gerektirir. Üretim, üretime yetecek kişilerin bir araya toplanmalarıyla olur. Korunmak da öyle (Mukaddime, aynı çeviri, I. cilt, s. 106-112). İbni Haldun, toplumsal olayların tüm kökünü ekonomik temelde ve üretim araçlarında görmektedir. Ona göre, ruhumuzu oluşturan da ekonomik koşullardır: Her kazanç ve mal, emek harcayarak elde edilir. Maden, bitki ve hayvanlardan sağlanan kazanç da insan emeğinin ürünüdür. İnsanların çalışarak elde ettikleri para ve mal, ziraat ve sanayide harcadıkları emeğin değerinden ibarettir. Pazarlarda satın alınan buğdayda iş ve emeğin değeri açıkça görülmez. Oysa, buğdayın değeri, onu elde etmek için harcanan iş ve emeğin değeridir. Kazma vurulmamış kuyudan su çıktığını gördün mü hiç? Doğrusunu Tanrı bilir (Mukaddime, aynı çeviri, ikinci cilt, s. 349-355). Hüner ve sanayiin gelişmesi, toplumsaI gelişmenin başında gelir (II. cilt, s. 402). Bu gelişme, insanı düşünsel bilgilerle uğraşmaya yöneltir (s. 403). Ancak bu gelişmenin [sayfa 142] sonunda, toplumun çürüyüp dağılması da bir zorunluktur. İbni Haldun’a göre Çoban toplumlardan Çiftçi toplumlara, Çiftçi toplumlardan da Sanayi toplumlarına geçilir. Sanayi toplumuna geçiş, bir gelişmenin sonucu olduğu kadar, bir çöküntünün de nedenidir. Çünkü toplumlar, artık Çobanlık günlerindeki güçlerini yitirmeye, bolluğun ve rahatlığın içinde gevşeyip çürümeye başlamışlardı. Toplumların ömrü de, insanların ömrü gibidir. İhtiyarlık ve ölüm, önlenmesi ve giderilmesi mümkün olmayan bir hastalıktır II. cilt, s. 104). Tarihsel zorunluğunu yaşayan her toplum, kent yaşayışına girip sanayileştikten sonra kocayacak ve ölecektir. Bu sonuç önlenemez. Toplumun çöküntüsü iki alanda başlar: Bil ki, devlet iki temel üstüne kurulur. Bu temellerden biri ordu, öteki paradır. Bozgunluk bu iki temelin sarsılmasıyla belirir (II cilt, s. 107). Devlet yıkılmaya yaklaştığında vergiler artar. Vergilerin artması da devletin yoksulluğunu önleyemez. Böyle bir durumda, kazanmaktan umut kesilmiş olacağından, pazarlardaki alışveriş durur. Çöküntü, işler tümüyle çığırından çıkmcaya kadar devam eder (II cilt, s. 68). İbni Haldun, İlmi Umran adını verdiği Sosyoloji biliminin de kurucusu sayılmaktadır. Toplumbilimsel düşüncenin ilk izlerine Aristoteles’le Farabi’de rastlanıyor. Ama onu bir bilim olarak ilerisüren, derinleştiren ve ona bilimsel bir bağımsızlık kazandıran kesinlikle İbni Haldun’dur. Şöyle diyor: Bil ki, birinci kitapta inceleyeceğimiz kural ve yöntemler benim icad ettiğim yeni bir bilim olup, yararı çok büyüktür. Ben bu araştırma yöntemini, derin araştırma ve incelemelerden sonra buldum. Başımın sağlığına and içerim ki, Tanrı’nın kullarından hiçbirinin bu konuda söz söylemiş olduğunu bilmiyorum. Bu konu kendi başına ayrı bir bilim gibidir. Çünkü her bilimin kendine özgü bir konusu vardır. İncelediğim konu, yeryüzünde toplumlar halinde yaşayan insanların toplumsallık kural ve yasalarıdır. Bunlar doğal yasalar ve kurallardır (I. cilt, s. 9-96).
İbni Haldun, toplumbilim’e (kendi deyimiyle ilmi umrân’a) tarih felsefesi yoluyla varıyor. Amacı, tarihçileri eleştirmek ve onların niçin yanıldıklarını saptamaktır. Tarihçilerin yanılma nedenlerini şöyle sıralıyor:
1. Bir mezhebe ya da düşünceye aşırı bağlılık tarihçiyi yanıltır. Tarihçi tarafsız olmalıdır.
2. Bir haberi anlatana inanmak, tarihçiyi yanıltır. Haberi anlatanın doğruluğunu değil, haberin doğruluğunu kanıtlamak gerektir.
3. Olayların nedenlerini araştırmamak tarihçiyi yanıltır. Olayları sanılara göre değil, gerçek nedenlerine göre değerlendirmelidir.
4. Olayın doğruluğu kuruntusuna kapılmak, tarihçiyi yanıltır. Tarihçi, kendi kuruntularından kurtulabilmelidir.
5. Olayları, o olayları doğuran durumlarla karşılaştırmasını bilmemek; tarihçiyi yanıltır. Çünkü olayı anlatan, kendi duyduğu gibi, çoğu başka biçimlere sokarak anlatmış olabilir. Doğrulamak, olayları durumlarla karşılaştırmak demektir.
6. Devlet büyüklerine yaranmak kaygısı, tarihçiyi yanıltır. Bu kaygı, kötüyü güzel gösterme çabasını doğurur. Tarihçinin işi, tarihi güzelleştirmek değil, olduğu gibi anlatmaktır. [sayfa 143]
7- Toplumsal yaşayışın doğal kurallarını ve yasalarını bilmemek (Sosyoloji), tarihçiyi yanıltır.
İbni Haldun, her sözün sonunu, doğrusunu Tanrı bilir, diyerek bitirdiği halde, toplum düzenini, bir yirminci yüzyıl maddecisi gibi, maddesel temellere oturtmaktadır. Toplumun toplumsal ve siyasal düzenleri, tanrısal düzenler değil, doğal düzenlerdir. Toplumlar da, doğal varlıklar gibi, doğmakta, büyümekte ve ölmektedirler (Vico, Spengler). Tarih, olayları anlatmak değil, olayları düşünmektir (Sorel). Toplumsal olayların kökü, ekonomik temellerde ve üretim araçlarındadır (Marx). Toplumlar arasındaki ayrılıklar, coğrafya koşullarının başkalığından ötürüdür (Montesquieu). Siyasal düzen, ideolojik değil, pratik olmalıdır (Maccbiavelli). Ahlak düzeni, insanların çoğalmasıyla ilgilidir (Malthus). Gelişme, en aşağı maddeden başlayarak, maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçip, insana kadar yükselmiştir (Darwin). Ahlaksızlığın ve çöküşün nedeni, kent yaşayışına geçiştedir (Rousseau). Gerekli olan, güçlülük ve iradeliliktir (Nietzsche).
İbni Haldun, Mukaddime’sini şu sözlerle bitirmektedir: Tanrının doğru düşünce, açık bilgi bağışladığı kulları bizden sonra yetişerek, bizim bu yapıtta yazdıklarımızdan ve anlattıklarımızdan, daha geniş ve daha derinini yazar ve anlatırlar umudundayız. Bir bilgiyi ilk önce ortaya koyan kimsenin görevi, ancak, o bilginin konularını açıklamak, bölümlerini ayırmak, o bölümlerde incelenen konular üstünde söz söylemektir. O kimseden sonra yetişenlerse o bilgiyle ilgili sorunları azar azar o bilgiye eklerler ve bu yolda onu ilerletirler: Tanrı bilir. Siz bilmezsiniz. Ben Mukaddime’yi beş ayda yazdım, 776 yılının (İ.S. 1377) tam yarısında bitirdim. Düzenlemek ve ayıklamak için harcadığım süre bu beş ayın dışındadır. Yapıtımın başında anlattığım gibi, buna kavimlerin tarihini de ekledim. Bilgi, ancak, aziz ve bilgin olan Tanrı eliyle bağışlanır (III. cilt, s. 352).
İslam felsefesi, bir başka yandan, gizemsel açıdan da birçok düşünürler yetiştirmiştir. İmam Gazzali’nin başlattığı felsefesel tasavvufa felsefei tasavvufiyye adı verilmektedir. Bu alanda Muhyiddin Arabi, Sadreddin Konevi, Nasır Tusi, Molla Cami, İmam Rabbani, Sadreddin Şirazi, Feridüddin Attar, Bayeziti Bistami, Şeyh Bedreddin, Nasır Hüsrev, İbrahim Ethem, Şakik Belhi vb. gibi birçok ünlü düşünürler yetişmiştir.
TASAVVUF
İslamsal disiplin içinde oluşmuş bulunan tasavvuf deyimi, genel olarak, iki öğeyle açıklanmaktadır. Bunlardan biri varlık birliği (Ar. Vahdet-i vücut) felsefesi, ikincisi dinin yüzeyiyle yetinmeyerek derinliklerine inme eğilimidir. Ne var ki bu öğelerin ikisi de İslamsal tasavvufun başlangıcında geçerli değildirler, akıma zamanla katışmışlardır. İslamsal tasavvuf, ilkin, Batı'da da görüldüğü gibi, dinsel yaşamın aşırı, ama zorunlu bir sonucu olan gizemcilik (Fr. Mysticisme)'le başlamıştır. İlk mutasavvıflar dinsel yaşamı, içlerine kapanarak, bireysel olarak ve ruhsal [sayfa 144] yanlarıyla yaşamak isteyen aşırı sofulardı. Bu sofular, varlık birliği felsefesinden habersiz oldukları gibi kutsal kitabın açık anlamlarının altındaki gerçek anlamlarını bulup çıkarmak isteğini de duymamışlardı. Amaçları, sadece, aşırı bir Müslüman olarak, dünya işlerinden el etek çekip bütün gün ve gecelerini dinsel bir yaşama vermekti. Nitekim İslam peygamberi de peygamberliğe hazırlanırken böylesine bir yaşam sürmüştü. İlk mutasavvıfların dileği, belki de, sadece ona benzemekten başka bir şey değildi. Günlerini ve gecelerini örneğin Hasan Basri tanrı korkusuyla titreyerek (bkz. El-Isfahani, Hilyet-ül-Evliyâ, cilt II, s. 131), Rabia Adeviyye tanrı aşkıyla ağlayarak (bkz. Şarani, EI Tabakat-ül-Kübrâ, cilt I, s. 72) geçiriyordu; varlık birliğini düşünerek ya da dinsel sözcüklerde gizli anlamlar arayarak değil. O zamanlar aşırı dincilikte peygamberi ve yakınlarını taklit eden ehl-i sünnet'e de mutasavvıf deniyordu. Arap bilgini İbni Haldun, ünlü Mukaddime'sinde şöyle der (s. 328): "Tasavvuf, bir şeriat bilimidir. Temeli, ashab (peygamberin yakın dostları) ve tabiin (bu yakın dostların dostları) ile onlardan sonra gelenlerin hak ve hidayete uyan halleridir ki kendini Allah'a vermek, tapımla uğraşmak, dünyanın , her türlü işlerinden ve süslerinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği mal ve mülkten el etek çekmek, halktan ayrılarak ve yalnızlığa çekilerek ibadete dalmaktır". Bir başka İslam bilgini Sühreverdi de Avarif-el-Maarif adlı yapıtında mutasavvıfların ehl-i sünnetten olduklarını, tapımı şeriata uygun olarak yaptıklarını, dinin kural ve temellerini araştırmakta derinleşerek dinin gerçek amacına doğru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir inana kavuştuklarını yazmaktadır. İslamsal bilgilerde çok yetkili 0bir kişi olan ve mutasavvıflara karşı olduğunu hemen her yapıtında açıkça söyleyen Abdülbaki Gölpınarlı bile bir yapıtında: "Hiç şüphe yok ki Sufiler içinde şeriata harfi harfine riayet edenler vardır" demektedir (bkz. A. Gölpınarlı, Tasavvuf, 1969, s. 97). Zamanla tasavvufa katılmış bulunan panteist felsefeyle Bâtınîlik, bu akıma, iki temel özelliği olan varlık birliği anlayışıyla yoruma dayanan içrekçiliği getirmişlerdir. Bu katışma sonunda tasavvuf şu aşamalara ulaşmıştır: İlmelyakin aşamasında dini olduğu gibi, eşdeyişle herkes gibi görür, uygular. Aynelyakin aşamasında görünenden görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalışır. Hakkalyakin aşamasında dinin gerçek amacına varır ve tam bir inan içinde ölüp tanrıda ölümsüzleşir. Bu son aşamayı Cüneyd-i Bağdadi şöyle tanımlamaktadır: "Tasavvuf, tanrının seni sende öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır". Tasavvuf sözcüğünün hangi kökten türediği de tartışmalıdır. Genel olarak bilgi anlamına gelen Yunanca sophia sözcüğünden türediği ilerisürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber, Yunan felsefesiyle ilişki kuran ilk İslam düşünürlerinden çok önce kullanıldığı sanılmaktadır. Biruni'nin Tahkik-i ma lil-Hind adlı yapıtında ilerisürdüğü (s. 16) bu sav, doğru olmasa gerektir. Yoksulluğu yeğlemeleri dolayısıyla Arapça yünlü dokuma anlamına gelen sof giymeleri yüzünden bu adı almış olmaları olanaklıdır.
Din kurumu, bütün biçimlerinde, usla çelişiktir. Dinin inanmayı şart koştuğu dogmalar çoğunlukla gerçekdışı konulardır.' Bâtınîlik akımı, gerçekte, İslam dininin usçu bir eleştirisidir. Ne var ki bu eleştiri, tarihsel koşullar altında açığa vurulamamış, dinsel bir görünüş altında gizlenmiştir. Dilimize İçrekçilik deyimiyle çevrilen [sayfa 145] Bâtınîlik, siyasal amaçlar da gütmüş ve bu amaçlara varma yolunda din görünüşünden olduğu kadar tasavvuftan da geniş çapta yararlanmıştır. Ana savı şudur: Ku'ran'ın iç anlamlarına erenler için dış anlamları gereksizdir. Örneğin, Bâtınî yorumuna göre, namaz kılmanın amacı, tanrıya yaklaşmaktır, tanrıya yaklaşmış olanların namaz kılmaları gerekmez. Bâtınîler böylelikle din kurumundaki usa aykırılıkları yok etmişler, ne var ki bunların yerine usçu yorumlamalarla yeni inançlar getirmişlerdir. Örneğin, evrenin yaratılışında beş temel güce inanırlar: 1- Sabık (her şeyden önce var olan, bir çeşit tanrı, ama yaratıcı değil, bir oluşun başlangıcı ve ilkesi, oluşma onun istemiyle değil, sadece onunla başlıyor), 2- Tali (her şeyden önce var olanın ardından gelen, us, erkek ilke), 3- Cedd (özdeğin biçimlenme yeteneği, bir çeşit nefs, dişi ilke), 4- Feth (oluşmanın içinde gerçekleşeceği uzay, mekan), 5- Hayal (oluşmanın onunla gerçekleşeceği zaman)... Görüldüğü gibi evren, her şeyden önce var olan'dır, ilksiz ve sonsuzdur, ne yaratılmıştır, ne de yok olacaktır; sürüp gitmekte. olan bir oluş vardır, bu oluş özdekseldir ve etkin-erkek ilkeyle edilgin-dişi ilkenin karşılıklı etkileriyle sürüp gitmektedir. Bu anlayış, tümüyle bilim öncesi bir özdekçilik anlayışıdır. Evrenin oluşması ve oluşmanın sürüp gitmesi, doğaüstü güçlerle değil, doğal güçlerle açıklanmaya çalışılmıştır.. Bâtınîliğin bu temel felsefesel öğretisinin üstünde zamanla dinsel inançları da aşan yeni boş inançlar türemiştir, örneğin önce peygamber'in yerine konan imam'ın giderek tanrılığına inanılmıştır. Bâtınîlerin saf, usçu, insansal ve arı felsefesi zamanla bilgisizlerin elinde yeni usa aykırılıklara dönüşmüştür. Bâtınîlik'le tasavvuf birbirine karıştırılmamalıdır; Bâtınîlik, tasavvuftan yararlanmış ve tasavvufu etkilemiştir, her iki düşünce akımında birbirine geçmiş ortak yanlar vardır, ama birbirinden ayrı yanlar da vardır.
Bâtınîler genellikle Alevidirler. Alevilik (Fr. Alevisme) ilkin Ali'yi sevmek anlamında ve bir siyasal parti olarak belirmiştir. Peygamber Muhammed, Ali'yi sever ve tutarmış, ölümünden sonra da kendi yerine geçirmek istermiş. Peygamber, İslam'ın bütün şerefli işlerinde özellikle Ali'yi görevlendirirmiş. Peygamberin ölümünden sonra Ali'yi Halife yapmak isteyenler Şia adı altında partileşmişler, Ali'ye karşı olanlar da Havaric adı altında toplanmışlardır. İslamlığın ilk yıllarında, özellikle Ebu Bekir ve Ömerin Halifelikleri sırasında, sadece siyasal çekişmelerle sürüpgiden Alicilik; sonraları İran'dan gelen toplumcu akımlarla İslamlığın boşluklarından doğan gizemci düşüncelere en uygun bir barınak olmuş ve düşünsel bir öğreti biçimine dönüşmüştür. Ne var ki bu öğreti de iç çelişmelerle çeşitli anlayışlara bölünmüştür. Bu anlayışların içinde Ali'yi tanrılaştıranlar bile türemiştir. Alevilik; Orta Asya'da, Hindistan'da, Yemen'de, İran'da, Suriye'de ve Anadolu'da pek güçlü bir varlıkla yayılmış, günümüze kadar sürüp gelmiştir. Anadolu'da kızılbaşlık, tahtacılık adları Alevilik'le eşanlamlıdır. İran'da da Alevilere göranlar denir. Aleviler kendilerini sofi (gizemci) adıyla adlandırırlar. Şiilere göre Ali, Tanrı'nın dostu anlamında veli (Ar. Vali Allah)'dir. Buysa onu sadece bir nebi (peygamber) olan Muhammed'e üstün kılar. Ali'nin tanrılığı, Abd Allah b. Saba'nın kendisine, Tanrı'nın niteliklerinden biri olan Âli niteliğini kastederek "Sen osun" demesiyle filizlenmiştir. İmamlığı da, Peygamberin: "Ben kimin efendisiysem Ali de onun efendisidir" [sayfa 146] sözüne dayanır, Gizemcilik, Ali'nin şu sözlerinden güçlenmiştir: "Ben her akşam Peygamberin evine giderdim. Peygamber birçok ayetleri bana yazdırır, gizli anlamlarını açıklardı". Şia partisine bağlı olanlara göre Ali'yi sevmeyenler Müslüman değildirler. Bu partiden, önce Galiye kolu türemiştir. Bu kolun adına kurucusu Abd Allah b. Saba'dan ötürü Sebeiye de denilmektedir. Galiye tarikatına bağlı olanlara göre Ali, Tanrı'dır ve bulutlar üstünde oturmaktadır. Bir gün yeryüzüne inerek dünyayı düzeltecektir. Gök gürlemesi Ali'nin sesi, yıldırım Ali'nin kamçısıdır. Haram denilen şeylerin, gizli anlamlarında, hepsi helal'dir. Şia partisinden türeyen ikinci kol İmamiye adını taşır. Bunlara özel olarak Rafızi de denilmektedir. Bu terim, Arapçada terk etmek anlamındaki rafaza sözcüğünden türetilmiştir. Rafızilik, genel olarak bütün Şiileri adlandırır ve Ebu Bekirle Ömer'in imamlıklarını yadsımayan başkanlarını terk edenler anlamındadır. Şiiliğin üçüncü büyük kolu, Ali'nin torunu ve İmam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd'in kurduğu Zeydiye tarikatıdır. Bu anlayışa göre İmamlık, Fatma'nın soyuna özgüdür. Fatma'nın soyundan gelen Fatımiler X'ncu yüzyılda güçlü bir imparatorluk kurmayı başarmışlardır.
Ali yandaşlığı'na şia denir. Terim, halife Osman'ın öldürülmesinden sonra ileri sürülmüştür ve Peygamber Muhammed'in amcasının oğlu ve damadı Ali'ye düşman olan Haricilik karşıtı olarak siyasal bir parti niteliğindeki Şiilik'i adlandırmıştır. İlkin, Ali'ye karşı Osman'ın soyunu (Emeviler) tutanlara Şia-i Osman ve Ali'yi tutanlara Şia-i Ali denmiş; daha sonra sadece Ali yandaşlığını dilegetirmiştir. İslam tarihleri şiiliğin gelişmesini genellikle üç aşamada incelerler. Bunlardan birincisinde Şia-i Ula, ikincisine Usul-ü Şia ve üçüncüsüne Ali'nin ölümünden sonraki Şia denir. Şia-i Ula, Halifelik konusunda Ömer'den sonra Ali'nin Osman'a yeğlenmesini dileyenlerin oluşturdukları siyasal akımı dilegetirir. Hemen bütün ashab ve tabiin bu görüşteydi. Bunlar bizzat Ali'nin "Müslümanların en hayırlısı önce Ebu Bekir, sonra Ömer'dir" sözüne uyarak Ebu Bekir'le Ömer'in halifeliklerini onaylamışlar, ne var ki ondan sonra Osman'ın değil Ali'nin halife olması gerektiğini ilerisürmüşlerdir. Bu sav, ilkin bir ehl-i sünnet savıydı. Ama zamanla Ali'yi tanrılaştıracak kadar aşırı bir Ali'cilik güdülmeye başladığından Kur'an ve hadislerin açık anlamlarına bağlı kalanlar elil-i sünnet adını alarak şia adını bırakmışlardır. Dr. R. Dozy, İslam Tarihi adlı değerli ve ünlü yapıtında şöyle demektedir: "Başlangıçta Hariciler de Ali'nin taraftarı idiler. Şiiler de böyle olmakla beraber iki partinin düşünceleri çok çelişikti. Politikada Haricilerin düşünceleri kendilerini demokratlığa götürdüğü halde Şiilerin bencil düşünceleri mutlakiyetçi bir yönetime ve ezici bir istibdada götürüyordu. Her ne kadar bu iki parti çoğunlukla kişisel bir amaca ulaşmak için çabalayan başkanlarının yönetimi altında bulunuyorlarsa da Şiîler gene yüreklerinin derinliğinde bir İran mezhebi taşıyorlardı. Özgürlüğü seven Arap ırkıyla tutsaklığa alışmış İran ırkı arasındaki ayrım, işte burada ortaya çıkıyordu. Peygamber'e bir halife (halef) seçmek, İranlılar için alışılmamış ve anlaşılmaz bir şeydi. Onlar, devlet başkanlığı için ancak soydan geçme (veraset) kuralını tanıyorlardı. Mademki Peygamber erkek çocuk bırakmadan ölmüştü, damadı Ali onun doğal mirasçısıydı. Bundan ötürü Ali'den önce halife olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman; Ali'nin hakkını elinden almış [sayfa 147] olan birer zorbaydılar. Ayrıca hükümet ve Araplarla onların zenginilklerine karşı duydukları kin de bu düşüncelerini güçlendiriyordu. Bir de hükümdarlarını tanrı soyu olarak görmeye alışmış oldukları için bu puta tapma geleneğini Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin üstüne aktardılar (Dr. R. Dozy, Tarih-i İslamiyet, Abdullah Cevdet çevirisi, Mısır 1908, c. I, s. 281 vd.). Dozy'nin bu doğru savına şu da eklenebilir: Yeni- platonculuktan türeyen vahdet-i vücut (Varlık birliği) felsefesi, değil Ali'nin, Yezidilikte olduğu gibi şeytan'ın bile tanrı sayılmasına yeterdi.
Tarikat deyimi, yol anlamına gelen Arapça tarik sözcüğünden türetilmiştir: Tasavvuf terminolojisinde tanrıya kavuşma yolu olarak tanımlanır. İslam dini açısından tanrılık bilgiyi elde etmenin tek yol'u Ku'ran ve hadis'lerdir, eş deyişle Tarikat-ı Muhammediyye (Peygamber Muhammed'in yolu)'dir, başkaca hiçbir yorum gerekmez. Ne var ki tasavvufçular bu düşünceye katılmazlar, onlara göre dinin açık (Ar. zahir) anlamları bilgisizler içindir (ki bu bilgisizler o çağın Arap dünyasında yüzde doksan dokuzdur) ve bilgili ya da bilgiye yetenekli kişiler için gizli (Ar. zatın) anlamları vardır ki ancak büyük çapta bilgililerin yorumlarıyla açığa çıkarılabilir. Yorum kapıları bu gerekçeyle açılınca, çeşitli bilgilere göre çeşitli yorumların meydana gelmesi ve bu yüzden çeşitli tarikat'ların oluşması doğaldır: Şeriat'dan hakikat'a marifet'le geçilmektedir. Çeşitli ustalar çeşitli marifet'ler gösterdiklerinden tutulacak yol'lar da doğal olarak çoğalmıştır.
Dinler, insan mutluluğunu sağlamak amacıyla, anlaşmazlıkları giderecek; kötülükleri önleyecek, ölüm korkusunu yenecek sözler getirdiler. Bu sözlerin açık anlamları vardı. Ama insan aklı geliştikçe, bu açık anlamlar, mutluluğu sağlamaya yetmediler. Bu sözlerin açık anlamlarının ardında, gizlenmiş anlamları yok muydu?.. Var olan, gelişen insan aklıydı. Açık anlamların yetmezliği vardı. Kalıpları parçalama tutkusu vardı. Özgür düşünceye susayış vardı. Mutluluğu elde etme çabası vardı. Bu güzelim dünyada gereği gibi yaşamak bilinci vardı.
Yeni anlamlar yaratılması gerekiyordu. Açık (zahiri) anlamlardan gizli (batıni) anlamlar var edildi. Zahirilik yetmeyince, Bâtınîliğe gidilecekti elbet. Kestane, dalında duruyordu. Meyveyi elde edebilmek için meyveyi gizleyen zarı soymak gerekirdi. Amaç, kestaneyi yiyebilmekti. Kestane bu güzelim dünyada, dalında bırakılamazdı. Oysa, yeşil kabuğu parçalamak sanıldığı kadar kolay bir iş değildi. Yeşil kabuğu parçalamaya kalkışanları asıyorlar, derilerini yüzüyorlar, öldürüyorlardı. Gizliliği araştıranlar, gizlenmeliydiler. Mansur gibi asılmak, Nesimi gibi derisi yüzülmek düpedüz budalalıktı. Anlaşılır'a varabilmek için anlaşılmaz olmaktan başka çıkar bir yol yoktu. Açık seçiğin yerini, bu açık seçikliği gizlemek amacıyla semboller aldı.
İslam düşüncesinde mezhepler bu zorunluktan doğdular. Ortodoks Müslümanlığın karşısına, Martin Lutherden sekiz yüzyıl önce, Protestan Müslümanlık çıkıyordu. Yunanca'da akıl anlamına gelen logos, Araplaşarak kelam olmuştu, Yunancada bilgi anlamına gelen sophos da tasavvuf.
Felsefe, İslam statüsüne Ebu Hanife'yle (699-767) girdi. Türk soyundan gelen bu İslam imamı, logos'u da, sophos'u da gereği gibi kullanıyordu. İslamlık, birinci yüzyılını henüz bitirmişti. Ebu Hanife, akla uygun olmayan hiçbir kuralın [sayfa 148] uygulanamayacağını söylüyordu. Tutulacak yolu nakil değil, akıl gösterecekti. Şu din büyüğü böyle dedi; bu din büyüğü böyle yaptı diye akla uygun olmayan kurallara boyun eğmek gerekmezdi. Akla uygunluğu da, tartışmalar sonucunda, çoğunluğun oyu belirtecekti.
Akılcılık yolu, Cebriye'yi, Kaderiye'yi, Mûtezile'yi doğurdu. Soru şuydu: Yaptıklarımı ben mi yapıyorum, Tanrı mı yaptırıyor?.. Cebriye' ye göre, yaptıklarımızı biz yapıyorduk, Kaderiye'ye göre Tanrı yaptırıyordu. Cebriyeciler soruyorlardı: Öyleyse neden biz sorumlu olalım?.. Mûtezile de Cebriye'yle birleşerek şöyle diyordu: İman kitaptaysa akıl da insandadır. Kader diye bir şey yoktur. Tanrı benim işime karışmaz, ne ceza verir ne armağan. Kitap da Tanrı sözü değil, kul sözüdür.
VIII. yüzyılda Vasıl bin Ata ( ? -748) ve onu izleyenlerin meydana getirdiği Mûtezile (Fr. Motazalites) akımı, İslam felsefesinde usçuluğu ve usaaykırı bulunan dinsel inançlara karşı çıkmayı gerçekleştirmiştir. Ünlü gizemci Hasan Basri'nin öğrencisi olan Vasıl bin Ata, büyük suçlu (Ar. Mürtekibi kebir) konusunda öğretmeniyle anlaşamayarak ondan ayrılmış ve bundan ötürü onun ve izleyicilerinin öğretisine Arapça ayrılma anlamındaki itizal sözcüğünden türetilen ehli sünnetten ayrılanlar anlamında mûtezile denmiştir. Bu davranış, İslam dünyasında, dogmatik çelişkilere karşı insan usunun ilk şahlanışıdır. Vasıl bin Ata'nın başkaldırdığı sorun şuydu: Mademki ceza ölümden sonra verilecek, demek ki cezayı ruh çekecektir. Mademki ruh ölümsüzdür, öyleyse nasıl yanıp kül olacak? Mûtezileciliğin temel fesefesi bu çok haklı sorudan türemiştir. Cahiz ( ? - 868), Muammer ibni Abbad, Ebül Hüseyin Basri, El Nusaybini, Hişam vb. gibi düşünürler yetiştiren mûtezile akımı Basra mûtezilesi (Ar. Mûtezilei Basriyye, Fr. Ecole dissideute de Bassora) adıyla anılır. Başlıca sorunları kader, ceza, tanrının nitelikleri konularıdır. Mûtezileciler kaderi yadsırlar, onlara göre kul kendi eylemlerinin yaratıcısıdır. Böyle olmasaydı, tanrıca belirlenen eylemlerinden sorumlu olamazdı. Eğer kader varsa ve insana bütün eylemlerini tanrı yaptırıyorsa neden kendi yaptırdığını gene kendisi cezalandırıyor? Mûtezileciler bir bakıma, aklın almadığını aklın aldığına indirgeyerek İslam dinini güçlendirmeye alışmışlardır. Bu açıdan İslam felsefesinde akılcılar anlamında Arapça Akliyyûn adıyla da anılırlar. Cennet, cehennem, vahiy vb. gibi Ku'ran'da bulunan bütün usdışı tasarımları da yadsımışlardır. Özellikle Cahiz, bilginin ilk koşulu şüphedir, diyecek kadar ileri gitmiş ve bilimseleşmiştir. İslam felsefesinin ilk Kelamcılar'ı da mûtezilecilerdir. İslam felsefesinde insan usunun yadırgamayacağı bütün tezler mûtezilecilerce ilerisürülmüştür. Bu açıdan da mûtezileciler, İslam felsefesinde özgür felsefeyi gerçekleştiren ilk ve tek felsefe akımıdır. Mûtezileciler, tanrının nitelikletini de yadsırlar ve tanrının zat (öz)'ını sıfat (nitelik)'ından ayırırlar. Onlara göre tanrıya insansal nitelikler yakıştırmak; onu öc alıcı, cezalandırıcı, armağan verici saymak tanrılık düşünceye aykırıdır. Kuran da tanrı kelam (söz)ı değil kul kelamıdır ve mahluk (sonradan meydana getirilmiş)'tur. Mucize (tansık) diye bir şey yoktur, evrende usdışı hiçbir olgu gerçekleşemez. Sünnilerce sapkınlık sayılan Mûtezile düşünceleri beş ilkede toplanabilir: 1. İnsan, eylemini kendisi yaratır. Özgürdür ve kadere bağlı değildir. Böyle olmasaydı [sayfa 149] kendi eyleminden sorumlu olmaması gerekirdi. Tanrıca cezalandırılması da onun kendi eylemini kendisinin yarattığına en büyük kanıttır. Yoksa tanrılık ceza, tanrılık tüzeye (adalete) aykırı olurdu. Bu düşünceden ötürü Mûtezile'ye Ashap al-Adl (Adaletçiler) da denir. Oysa kaza ve kader'e inanmak İslamlığın baş koşullarından biridir. Mûtezileciler bu düşünceleriyle açıkça Ku'ran'a karşı çıkmaktadırlar. Kader inancını yadsımaları nedeniyle onlara Kaderiyye de denmiştir. 2. Tanrının kendisinden ayrı nitelikleri yoktur. Nitelik (sıfat) öz (zat)'den ayrı ve bağımsızdır, bundan ötürüdür ki, tanrının özünde ya da özüne eklenen nitelikler kabul etmek birçok tanrıların varlığını kabul etmek demektir. Tanrı niteliklerini yadsıdıklarından ve tanrıyı böylesine bir birlikte tasarladıklarından ötürü Mûtezile'ye Ehl-i Tevhid (Birlikçiler) de denir. Mûtezileciler bu düşünceleriyle de açıkça Ku'ran'a karşı çıkmaktadırlar, çünkü bizzat tanrı sözlerine göre nitelik ve öz birbirinin aynıdır ve tanrının nitelikleri vardır. Birbirine pek benzeyen her iki düşünce arasındaki ayrılık şuradadır: Sünnet ehline göre tanrı bilgindir ve bilgisi vardır. Mûtezile'ye göre tanrı bilgindir ama, bilgisi olduğundan ötürü değil. Bunun gibi, tanrı her şeyi görür ama, görme niteliği olduğundan değil. Tanrı demek, her şey demektir. Ona ayrıca nitelikler yüklemek gerekmez. Görüldüğü gibi her iki, düşünce de birlik (tevhid)'çidir. Mûtezileciler bu savlarıyla İslamın tevhid anlayışına karşı çıkmaktadırlar, tevhid'in kendi anlayışlarında olduğu gibi anlaşılmasını ilerisürmektedirler. Ehli sünnet de tevhidcidir, çünkü tanrının özüyle nitelikleri birbirinden ayrılamaz der, bütün nitelikler tanrının zatında birliğe ulaşır. Ne var ki sünniler niteliklerin varlığını kabul eder, Mûtezile yadsır. 3. Mûtezile'nin üçüncü ana ilkesi ayrılık (İtizal)'a neden olan büyük günah sorunu üstündedir. Eşdeyişle Mûtezileciler bu sorun üstündeki ayrılıklarından ötürü Mûtezile adını almışlardır. Mûtezile'ye göre inanlı (Mü'min)'yla inansız (Kafir) arasında bir rütbe daha vardır ki o da kabahatli (Fasık)'dir. Büyük günah işleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak fasıktırlar. Ölmeden önce tövbe ederlerse mü'min olurlar, etmezlerse kafir olurlar. Mûtezileciler, sünni anlayışına aykırı olan bu duruma orta derece (Ar. Menzile beyn al-menzileteyn) derler. 4. Mûtezile'nin tia'd val-vaid adını verdiği dördüncü ilke, birinci ve üçüncü ilkeleriyle ilgilidir. Bu ilkeye göre kötülerin cezalandırılması ve iyilerin armağanlandırılması tanrı için zorunlu (vacip)'dur. Bağışlama (şefaat) ancak tanrının haklarıyla ilgili (Hak-ullaha müteallik) tapım alanında olabilir. Yoksa kulların kendi yarattıkları eylemlerinden ötürü tanrıca bağışlanmaları tanrının adaletine aykırı olur. Tanrının yasakladığı bir eylemi yapanın gene tanrıca bağışlanabileceğine inanmak usaaykırıdır. 5. Mûtezilecilerin beşinci ilkesi, iyi şeylerin yapılması ve kötü şeylerin yapılmaması (Ar. Emr bi'1-maruf va'n-nehy ani'1 münker) zorunluğunu ilerisürer. Bir bakıma ehli sünnet de bu düşüncededir ama, iyinin ve kötünün Ku'ran'da açıklanmış olmasını, eşdeyişle Ku'ran'da yasaklanan ve izin verilen şeylerle sınırlı olmasını şart koşar. Mûtezileyse bu konuda usun ölçütlüğünü kabul eder, eşdeyişle Mûtezile'ye göre, iyiyi ve kötüyü us ayırır. Bu beş ilkenin dışında Mûtezileciler İslamlığın temel ilkelerine iki aykırı görüş daha ilerisürmüşlerdir: Tanrının ötedünyada gözle görülemeyeceği ve tanrının söz (kelam), buyruk (emir) ve yasaklarının (nehiy) yaratılmış (mahluk) olduğu. Mûtezilecilik çeşitli [sayfa 150] Abbasi halifeleri ve özellikle halife Ma'mun tarafından korunmuştur. Us'a dayanan Mûtezileciliğin karşısına bir zaman sonra inan'a dayanan gerici Eş'arilik dikilmişse de usçuluk akımının gizemcilikte gizlenerek sürüpgitmesine engel olunamamıştır.
Tasavvuf (sophos), bu düşünce akımlarının (logos) ortasında gelişti. Tasavvuf zinciri şöyle sıralanmaktadır: Ebu Haşim (VIII. yüzyıl), Zünnun (dokuzuncu yüzyıl), Bayezid-i Bistami (dokuzuncu yüzyıl), Cüneyd-i Bağdadi (dokuzuncu yüzyıi), Hallac-ı Mansur (858-922), İbn-i Sina (980-1037), İmam Gazali (1059-1111), Muhyiddin-i Arabi (1156- 1240)... Ve sonunda, kestaneyi yiyebilmek için kabukları iyice parçalayan Mevlana Celaleddin'le Hacı Bektaş (XIII. yüzyıl).
İslamlıkta tasavvuf çerçevesi içinde o kadar çok tarikat türemiştir ki, Peygamber Muhammed'in tarikatında pek az kimse kalmıştır denilebilir. Bu tarikatların tümü tasavvuf ana düşüncesinde birleşirler, düşünce ayrılıkları pek önemsizdir. Çoğu da tarikatı kuranın adını taşır: Şeyh Ahmet Namıki-i Cami'ninkilere Camiler, Mevlanacılara Mevleviler, Hacı Bektaşçılara Bektaşiler denir.
Tasavvuf tarikatlarının büyük çoğunluğu, özellikle şii-batıniler, varlıkbirliği (vahdeti vücud) anlayışında birleşirler. Bu anlayış, tüm varolanların tanrının çeşitli belirimleri olduğu, daha açık bir deyişle her varlığın bizzat tanrı olduğu inancını dilegetirir. İslam gizemciliğinde vahdet-i şühut ve vahdet-i kusut'tan sonra erişilen üçüncü ve son aşamadır: Bu en yetkin aşamada bütün varlıklar, görünüşteki ayrılıklarından sıyrılarak tek varlık içinde birleşir ve kaynaşırlar. Önce bütün varlıkları ayrı ayrı gören (vahdet-i şühut) gizemci, sonra kendi iradesini tanrılık iradeyle birleştirmiş (vahdet-i kusut) ve daha sonra kendi varlığını tek varlığa katarak vahdet-i vücut aşamasına ulaşmıştır. Bu yetkin aşama, kendinden önceki bütün aşamaları kapsar. Bu aşamada gizemci, artık kendisinin tek varlığın insan biçimindeki belirtisi olduğunu bilmektedir. Örneğin Muhiddin Arabi, Feridüddin Attar, Mevlana Celaleddin gibi son büyük gizemciler bu aşamaya ulaşmışlardır. İslam Temciliğinin bu aşaması, Batı'nın kamutanrıcılığına (panteizm) benzer. Dinsel alanda inanca dönüşen bu spekülatif varsayıma göre her şey, tek şeydir. Ayrılıklar görünüştedir, öz birdir. İslamsal vahdet-i vücut anlayışı bu özü tanrıya bağlar. Bir çeşit Hegelci tasarımla tanrının doğalaştığını ve sayısızca çeşitlendiğini, çeşitli varlıklar halinde meydana çıktığını ilerisürer. İslamsal varsayımda olduğu gibi bu bir yaratma değil, bir belirme (tezahür etme, zahir olma, görünme)'dir. Tanrı ot olarak görünür, böcek olarak görünür. Her şey tanrıdır. Demek ki yaratan ve yaratılan (Halik ve mahluk) yoktur., sadece tanrısal bir varlaşma vardır.
Tasavvuf düşünürlerinden Hallac-ı Mansur, bu düşüncenin açık seçiğini şu sözle ortaya attı: Ben Tanrıyım (Enelhak)... Hemen yakalayıp döve döve öldürdüler. Mansurun sonu, kendinden sonra gelen tasavvuf düşünürlerine ders oldu. Mansurun açık seçik sözü çok söylendi ama, öylesine anlaşılmaz biçimlerde söylendi ki, söyleyenler, öldürülmek şöyle dursun, sözlerini kimsecikler anlamadığından ötürü, tümen tümen hayranlık kazandılar. Birtakım harflere, işaretlere, sayılara anlamlar verildi. Açık seçik düşünce sır oldu. Tarikata girenlere güvenilmiyor, sırrı öğrenebilmeleri uzun denemelere bağlanıyordu. Mansurun iki kelimeyle söyleyiverdiği [sayfa 151] o yalın sözü öğrenebilmek için uzun yıllar geçirilmesi gerekiyordu. Bu korku, tarikatlarda birtakım dereceler, menasik adı verilen formaliteler doğurdu. Önce çırak, sonra kalfa, sonra usta olunuyor, ustalıktan sonra da yavaş yavaş yükselenlere gerçek adı verilen sır, azar azar sunuluyordu. Sırrı öğrenebilme derecesine gelen, kellesini vermeden sırrı açıklayamayacak kadar tarikata bağlanmış oluyordu. Elde edebilmek için geçirilen uzun ve yorucu çaba sırrı kutsallaştırıyordu. On dakikada öğrenebileceklerini on yılda öğrenenler bilgilerini önemsemek zorundaydılar. Dışarıda kalanlar da, hiçbir şey anlamadan şaşkın şaşkın bakıp durdukları harfleri, sayıları, işaretleri büsbütün kutsallaştırdılar. Üç, beş, yedi, kırk derken, işler büsbütün karıştı. Güzelim insan düşüncesi putlaşmaya başladı.
Pythagoras'tan gelen sayı mistikliği, İslam düşüncesinde Esterabatlı Fazlullah'ın eliyle Hurufilik oldu. Her harf bir sayıyı karşılıyor, her sayı bir sözü anlatıyordu. Açıkça söylenemeyen söz, sayılarla harflerin ardına gizlenmişti. ondördüncü yüzyılda yaşamış olan Fazlullah; sayılar, harfler, işaretler komedyası arkasında açık seçik olarak şunu söylemektedir: Biz, evrenin tanrısı olarak ancak insanı bulduk (Ma Hüday-ı alem adem yaftim).
XX. yüzyılın ikinci yarısında bile kolaylıkla söylenemeyen bu sözü XIV. yüzyılda söyleyebilmek için harflerin, sayıların ardına gizlenmek gerekirdi elbet.
Mevlana Celaleddin (1207-1273), bir şiirinde şöyle demektedir: Bizim yolumuz, Şu güzelim dünyada yaşamak yoludur... Bir başka şiirinde de şöyle diyor: Körün ayağına bir engel takıldı, yaygıyı yayan iyi yaymamış dedi. Yaygıyı yayan da, a kör dedi, kimseye suç yükleme; sen tutacağın yolu görmüyorsun.
Mevlana'nın öğrencileri arasında Süryanos adında bir de Rum delikanlısı var. Çetrefil lakırdı etmesini beceremeyen, açık sözlü bir genç olacak ki, uluorta konuşmalarından ötürü yakalayıp kadı'nın önüne götürüyorlar. Kadı soruyor: Sen Mevlana'ya tanrı diyormuşsun, doğru mu?.. Süryanos hep o açık sözlülükle: Yalan, diyor, ben Mevlana'ya tanrı demedim, tanrıyı yaratandır dedim. Tanrı benim, ama bunu yıllardır bilmiyordum, bana tanrı olduğumu Mevlana öğretti... Süryanos'u iyice çıldırmış sanarak bırakıyorlar. O da gelip olupbitenleri Mevlana'ya anlatıyor. Mevlana: Kadı'ya deseydin ki, diyor, yazıklar olsun sana, eğer sen de tanrı olamadıysan.
Mevlana'ya göre bilgi, insanı öbür varlıklardan üstün kılar. Evrenin bütün varlıkları içinde bilgiye erişmiş olan tek varlık insandır. Her ne kadar evrendeki bütün varlıklar aynı varlığın belirtisiyseler de, insan, bilgisiyle, hepsinin üstündedir. Hacı Bektaş'a göre de her insan, gereken bilgiye erişmiş değildir. Gereken bilgiye erişen insana kutup (değirmen taşının ortasındaki demirin adı) denir. Değirmen taşı nasıl kutbun çevresinde dönerse, evrende öylece kutbun çevresinde dönmektedir. Sayısı pek çok olan bu kutupların içinde de biri vardır ki; tam ve yetkin bir bilgiye erişmiştir, ona da kutuplar kutbu (kutb-ül-aktab) denir. Kutuplar kutbunun bir yanında sağ imam, öbür yanında sol imam oturur (imaman). Bu büyük yöneticiler üçler adını taşırlar. Bunlardan sonra evrenin dört yanını yöneten dört direk gelir (evtad-ı erbaa). Dört direkten sonra gelen rütbe aptallar (abdaller ya da büdela; aptal ve budala sözcüklerinin nereden geldiği de böylelikle anlaşılmış oluyor) rütbesidir. [sayfa 152] Üçlerden sonra direklerle aptallar, beşler adını alırlar. Bunların altında da yediler, kırklar ve üç yüzler (rükeba, nüceba, nükeba) vardır. Üç yüzler, bir çeşit genel kuruldur. Evren, bu organlarla yönetilir (saltanat-ı ilahiye).
Mevlana Konya'da, Hacı Bektaş Kayseri'de tasavvufu sürdüredursunlar, aynı yüzyılda yaşayan bir de alçakgönüllü Yunus Emre var. O da, kendi köşeciğinden güzelim Türkçeyle şöyle mırıldanmaktadır:
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,
derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
Bütün bunların altında yatan gerçek nedir?
Dokuzuncu yüzyıl tasavvuf bilginlerinden Bayezid-i Bistami, yüzyıllardan beri tartışılan ünlü göğe çıkma (miraç) hikayesiyle, bu gerçeği anlatmaktadır: On iki yıl benliğimin demircisi, beş yıl gönlümün aynası oldum. Sonra, bir yıl, bütün gücümle, gönlümle benliğimin arasına baktım. Dışımda bir dinsel yadsıma (küfür) kemeri gördüm. On iki yıl onu kesmek için çalıştım. Sonra baktım, içimde de bir dinsel yadsıma kemeri gördüm. Beş yıl da onu kesmek için çalıştım. Halka baktım, onları ölmüş gördüm. İlk anladığım şey Tanrı birliğiydi (vahdaniyet). Bir kuş oldum. Nitelik (keyfiyet) havasında on yıl uçtum. Bu havadan yüz milyon kez daha büyük bir havaya ulaştım. Öncesizlik (ezeliyet) alanına erişinceye kadar uçtum. Öncesizlik alanında Ahadiyet ağacını gördüm. Gördüm ve anladım ki, bütün bunlar hud'aymiş (hud'a, hiyle demektir).
Yorumcular, Bistami'nin son sözünü şöyle yorumluyorlar: Gördüğüm her şeyin Tanrı değil, ben olduğumu anladım.
XIII. yüzyıl tasavvuf bilginlerinden Feridüddin Attar, Mantık-ut-Tayr adlı hikayesinde bu gerçeği açıkça anlatmaktadır: Kuşlar, kendilerine, bir kral seçmek isterler. Kuşlar krallığına Kafdağı'nın ardında oturan Simurg'u (anka kuşu) uygun bulurlar. Hep birden, Simurg'a gidip önünde yere kapanmak için, yola koyulurlar. Kafdağı'nın ardına ulaşmak kolay bir iş değildir. Yolda, kuşların yarısı ölür. Amaçlarına varabilmek için daha yedi alan geçmeleri gerekmektedir. Bu yedi alanı geçinceye kadar bir o kadar kuş daha ölür. Sonunda, milyonlarca kuştan ancak otuz kuş kalmıştır. Onlar da bitkinlikten can çekişmektedirler. Kafdağı'na varınca, buldukları Simurg kendilerinden başka bir şey değildir (Simurg Farsça otuz kuş demektir).
Hikayeden çıkan sonuç şudur: Tanrıyı arayan, sonunda kendisini bulur.
XIII. yüzyılda Hasan bin Sabbah, kartalların bile uçamadığı Alamut kalesinde, Bâtınîye tarikatını kurdu (bu tarikata Melahide, İsmailiye, Haşhaşiye adları da verilmektedir). Öğrencilerini afyonla (haşhaş) sersemletip istediğini yaptırıyordu. Selçukluların ünlü başbakanı Nizamülmülk böylelikle öldürülmüştür. Hasan bin Sabbah'a göre, dinin bir içi, bir de dışı vardır. Gerekli olan, bademin kabuğu değil içidir. Ku'ran'ın dış anlamı değersizdir, iç anlamsa kitaba bakarak anlaşılamaz. Bunu bildirmek için temiz yürekli (masum) bir imamın varlığı yeter. Temiz yürekli imamın buyrukları kesin olarak yerine getirilmelidir.
Kutsal kitapların dış anlamlarını (zahir ilmi) peygamberler, iç anlamlarını [sayfa 153] (batın ilmi) da imamlar bildirirler. Tenzil adı verilen dış anlamlar kafaları olgunlaşmamış insan sürülerini yönetmek içindir, gerçek tevil adı verilen iç anlamlardadır. Örneğin, dış anlamda evli erkek ve kadınların birbirleriyle cinsel ilişki kurmalarını bildiren zina, iç anlamda tarikat sırlarını açıklamak demektir. Dış anlamda ölüler dünyası olarak anlaşılan ahret, iç anlamda evrenin dönerek kesintisiz insan oluşunu anlatır. Müstecip ve mezun derecelerini atlayanlar dâî derecesine yükselince dış anlamlardan kurtulurlar. Tasavvufun ünlü ilkesi şudur: Misk derler, bu laftır, miskin anlamı kokusundadır.
Bugün Hindistan, Afganistan, İran, Türkistan, Arabistan, Yemen, Suriye, Irak ve Anadolu'da yaşamakta olan Bâtınîliğin en büyük imamı (sahib-i azam) Kerim dördüncü Ağa Han'dır. Kerim Han'ın, Peygamberin kızı Fatma'yla Ali'nin soyundan gelme torunu olduğuna inanılır. Kendisine bağlı olanlar her yıl onu altın ve elmasla tartarlar. Her yıl, ağırlığının paraca tutarı kendisine verilir. Babası Ahmet Ağa Han, Kerim Ağa Han'dan daha ağır olduğu için 1946 yılı tartısında 3.600.000 İngiliz lirası almıştı. VIII. yüzyılın sonlarına doğru imam olan Cafer-üs-Sadık'ın (Fatıma'yla Ali soyundan 6. imam) oğlu İsmail'e bağlanmak amacıyla İsmaililer adıyla anılan günümüz Bâtınîleri, öğretilerini şu dört ilkede açıklamaktadırlar:
1. İmamlık, İsmail'in çocuklarına özgüdür.
2. İmamın her yaptığı gerçektir.
3. İmamın her sözü Ku'ran'dır.
4. İmam, yeryüzünde Tanrı'nın ruhunu taşıyan kutsal bir varlıktır. ondördüncü yüzyıl tasavvuf bilgini Şeyh Bedreddin, Varidat adlı ünlü yapıtında, bu gerçeği, şöyle özetliyor: Tapınma (ibadet), içimizin arınması içindir. Gerçek tasavvufçu, herkesin anlayamadığı şeyleri bildiği halde, bunları halka söylemez. Bildiklerini açığa vurursa onu öldürürler. Buna, ikiyüzlülük diyebilirsiniz. Ama dışla için bir ayrılığı olmalıdır. Her inanış, kendi alanında değerlendirilmelidir. Gerçek, halka daha işin başında ve açıkça söylenirse ya yollarını sapıtırlar, ya da o gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek ayrı ayrı gözetilerek, ortalama bir yolla, halkı gerçeğe yavaş yavaş alıştırmak gerektir.
Bu alıştırmayı sağlamak için tasavvuf tarikatlarında dokuz derece vardır:
1. İlk derece, inceleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna tafarrus deniyor). Dışarıda bulunanlardan içlerine alacakları kişiyi uzun uzun incelerler. Kendini beğenmişlerle inatçıları bir yana ayırırlar, onlarla uğraşmazlar. Tasavvuf dilinde şöyle sözler vardır: İçinde ışık olan evde konuşmayınız, çorak tarlaya tohum saçmayınız... Bu sözlerin açık anlamı şudur: Felsefemizi anlayamayacak kadar budalaları, kendini beğenmiş ahmakları, inatçı aptalları içimize almaya çalışıp bizi boş yere uğraştırmayınız... İnceleme süresi, ortalama bir yıl sürer. İnceleme çalışması çok ilgi çekicidir: Her düşünceyi destekleyip o düşünceden yana görünerek inceledikleri kişiyi gereği gibi konuştururlar. Kuşkucuların kuşkularını büsbütün artırırlar.
2. İkinci derece, alıştırma derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'nis deniyor). Bu derecede, tutumu iyice öğrenilmiş kişinin dostluğu kazanılmaya çalışılır. Bu dostluğu günden güne güçlendirmek için her araca başvurulur. [sayfa 154]
3. Üçüncü derece, kuşkulandırma derecesidir (tasavvuf dilinde buna taşkik deniyor). Akıllıca düzenlenmiş sorularla, içeriye almayı uygun gördükleri kişiyi iyice denerler, kuşkusunu artırırlar ya da uyandırırlar. Sorular şöyledir: Cennetin kapısı niçin sekiz tanedir de cehennemin kapısı yedi tanedir?.. İnsanın kulağı ikidir de niçin dili tektir?.. Namaz neden şu zamanda kılınır da bu zamanda kılınmaz?..
4. Dördüncü derece, bekleme derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'lik denir). Yukarıdaki sorularla merakı uyandırılan kişi, soruların karşılıklarını öğrenmek ister. Bu karşılıkları öğrenebilmek için yemin etmek gerektiğini söyleyerek bekletirler. Kişinin kuşkusu, merakı ve tarikata girme isteği, böylelikle, tutku çizgisine yükselir, dayanılamayacak bir duruma gelir.
5. Beşinci derece, yemin ettirme derecesidir (tasavvuf dilinde buna rabt denir). Tarikata girecek kişiye, kendisine verilecek sırları hiç kimseye açıklamayacağı yolunda çok ağır yemin ettirilir. Bu yemin, bir törenle yapılır. Tören, yeminin değerini artırmak için, bir hayli süslü ve özentilidir.
6. Altıncı derece, açıklama derecesidir (tasavvuf dilinde buna ta'sis denir). Son söz söylenmez. Ancak, yavaş yavaş açık (zahir) ve gizlinin (batın) anlatılmasına girişilir. Açığın boşluğu karşısında gizlinin yüceliği, gücü belirtilir. Gizlinin ancak, kendisi gibi yüksek anlayışlı kimselerce anlaşılabileceği, böylesine yüksek anlayışlı kişilere söylenebileceği sezdirilir.
7.... (Bu baskıda 6. derecenin tekrarı olarak yer almaktadır. - Eriş Yayınları'nın notu.)
8. Sekizinci derece, çıkarma derecesidir (tasavvuf dilinde buna hal denir). Gizliyi öğrendikten sonra açığın hiçbir değeri kalmadığı anlatılır. Böylece, birçok dinsel yükümler kaldırılır. Tapma biçimleri, akla ve gönül basamaklarına yönelir.
9. Dokuzuncu ve sonuncu derece, sıyrılma derecesidir (tasavvuf dilinde buna insilab denir). Bu dereceye yükselen kişi, artık dinsel yasaların, yasakların, törelerin, törenlerin tümünden kurtulur. Kendisiyle baş başa kalır.
Tarikata giriş, birçok tarikatlarda özel bir töreni gerektirir. Örneğin Bektaşilikte bu tören şöyle yapılmaktadır: Tarikata girecek kimseye harici denir. Rehber adı verilen yol gösterici, kendisini mahfil'in kapısına getirmiştir. Kapının dışında harici muhafız adı verilen bir dış bekçi, kapının içinde de dahili muhafız adı verilen bir iç bekçi vardır. Haricinin üstünden dünyayı andıracak bütün mallar alınmıştır. Başı açık, gözleri bağlıdır. Rehberin de sol eli omuzuna doğru göğsündedir. Haricinin boynuna tıyg-ı bend denilen bir ip bağlanmış ve bu ipe elin, belin, dilin kilitlendiğini göstermek için üç düğüm atılmıştır. Rehber, dünyanın bütün kirlerinden temizlenmesi için hariciye aptes aldırır. Ellerini yıkatırken, "bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin", ağzını yıkatırken, "bu ağız bundan sonra hiçbir yalan söylemesin", ayaklarını yıkatırken, "bu ayaklar bundan sonra doğru yoldan şaşmasın", bir havlu verip yüzünü kurulatırken de, "bu ana kadar işlediğin bütün çirkâb-ı mâsivâdan yüzünü sil" der. [sayfa 155]
Rehber, kapıda, şu terceman'ı okuyarak haricinin içeri girmesi için izin ister: Bismişah, Allah Allah, eli erde, yüzü yerde, özü darda, erenlerin dar-ı mansurunda, Muhammed Ali divanında, Pir huzurunda; boynu bağlı, başı açık, canı kurban, teni terceman, müteehhil ikrarı vermek isteyen falanca adlı bir koç kuzulu kurbanımız var. Erenlerimizin pendü nasihatıyla hareket etmek ister. Hanedan-ı ehl-i beyte tevelld ve teberra kılmak şartıyla pirimiz hünkarımız Hacı Bektaş Veli efendimizin katarına katılmak ister. Getirelim mi, emir mürşidimizin, ne buyrulur, şahım erenler?
Bektaşi babası, mahfildeki kardeşlerin oylarını alır ve haricinin içeri girmesine izin verir. Harici, içeriye, üçer adımda bir durup peymançe'ye geçerek girer. Peymançe, henüz doğmamış çocuğun ana karnındaki duruşunu andıran bir duruştur. Mahfilde üç, beş, yedi ve on iki olmak üzere kümelenmiş mumlar yanmaktadır. Rehber, hariciyi, mürşit adı verilen aydınlatıcıya teslim eder. Mürşit, hariciye şöyle seslenir: Ey talip, Hacı Bektaş efendimizin yoluna girmek istiyorsun. Bu yol çetindir, kıldan ince kılıçtan keskindir, melamet yoludur, demirden yaydır. Erenler, "gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı, dönenin canı" buyurmuşlar. Erenlerin nasihatlarıyla hareket edecek kuvveti ve azmi kendinde buluyor musun, ne dersin?.. Talip, mürşidin bu sorusuna: Allah eyvallah, diye karşılık verir. Mürşit, bu karşılığı alınca şu sözleri söyler: Nefsinle mücadele et, herkese iyilikte bulun, batıla uyma, kudretin varken affet, devletin varken mütevazı ol, kimseden mürüvvet ve insaf bekleme, eline, beline; diline sahip ol, hakikat sırlarını faş etme.
Mürşit, bu sözleri söyledikten sonra talibin başına bir taç giydirir, kulağına da şu sözleri fısıldar: Şeriatta üstün varol, tarikattan haberdar ol, marifette payidar ol, hakikatte sabit kadem ol.
Bu sözlerin anlamı şudur: Harici şeriattan gelmektedir, tarikata girmiştir, marifet -başka bir deyişle, açık anlamların altındaki gizli anlamlar- öğrenecek, gerçeğe ulaşacaktır.
Bundan sonra rehber, talibi mürşidin önünden alıp öteki makamların önüne götürür. O makamlar da talibe gerekli bilgiyi verirler. Rehber, cümleden cümleye selam ve niyaz!.. diye bağırarak talibi yerine oturtur. Mürşit sol eline bir kap su, sağ eline de bir tutam tuz alır: Halil İbrahim peygamber, Tanrı'ya itaat ederek nefsini Rahmana, malını konuklara, cesedini ateşe, oğlunu kurban olmaya teslim ettiği halde gene de hamdetmekte kusur etmedi. Lanet olsun ahdini bozana!.. diyerek acı tuzu tatlı suya atar ve talibe içirir. Su kabı elden ele dolaşarak bütün erenler birer yudum içerler. Sonunda mürşit de bir yudum içerek, esselam ey hazırun! diye bağırır, işbu kişi teslim oldu ve erenler yoluna niyet kıldı, huzurunuzda suya ve tuza ant verdi ki, yüz döndürmeye, bu yolda ve kapıda ola.
Su, bilimi ve bilgeliği (ilim ve hikmeti) tuz da tüzeyi ve erdemi (adalet ve fazileti) göstermektedir. Suyun, yaratıcı ilk unsur olduğunda Tanrı düşüncesiyle insan düşüncesi birleşmektedir. İ.Ö. VI. yüzyılda filozof Thales ,ilk yaratıcı maddenin su olduğunu söylemişti. İ.S. VII. yüzyılda Ku'ran, Enbiyâ suresinde, "biz her şeyi sudan yarattık" demektedir. [sayfa 156]
Pythagoras'ın sayı mistikliği hemen bütün tarikatlarda yer almıştır. Üç, beş, yedi, dokuz, on iki sayıları kutsaldır. Bâtınî adı altında toplanan tarikatlara göre insandan sonra üç varlık (zaman, mekan, kaos-ced, feth, heyula) meydana gelmiştir. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed olmak üzere beş peygamber vardır (peygamberlik, tasavvufta, sadece bir bilgi derecesidir). Beş peygamberi yedi imam izler, her imamın on iki huccet'i vardır (huccet, imamdan sonra gelen derecedir). Huccetten sonra daî, mezun, müstecip dereceleri gelir. Yedi yıldız, on iki burç, haftanın yedi günü, yılın on iki ayı, boyundaki yedi kemik, beldeki on iki fıkra, yedi kat gök, yedi iklim, insanın yüzündeki yedi delik hep bu anlamları karşılamaktadır.
Tasavvuf tarikatlarının, bütün gizliliklerine ve kimi yerde, Şeyh Bedreddinin de söylediği gibi, ikiyüzlülük sayılabilecek sözlerine rağmen akılcı ve bilimci maddecilikleri açıkça görülmektedir. Ruh sözcüğü, genellikle, maddesel birliği daha iyi açıklayabilmek için kullandıkları karşıt bir sözcüktür. Keramet denilen doğaüstü yetenekler, bilgisizleri adam etmek için kimi yerde kullanmak zorunda kaldıkları çocukça oyunlardan başka bir şey değildir. Hemen bütün tarikatlarda hiçbir doğaüstü yeteneğe inanılmaz. Acayip ve garaip görmek istersek kendimize bakarız, derler. Ünlü Türk ozanı Yunus Emre, tasavvuf düşüncesini, şu mısralarıyla özetlenmektedir:
Allah'ı ararsan gönlünde ara,
Mekke'de, Kudüs'te, Hac'da değildir.
Böylesine bir gerçeklikte insanla ağaç, toprakla yıldız birbirinden ayrılamazken, Müslüman'la Hıristiyan'ı ayırabilecek hiçbir neden kalmamıştır. Ünlü tasavvuf şairlerinden Nasır Hüsrev (1003-1088), Divan'ında şöyle demektedir: Senin Hıristiyanlardan üstünlüğün nedir? Kafandan bu kuruntuları çıkar. Sen, Muhammet'e inanmış, ona yapışmışsın. Oysa Hıristiyanlar, İsa'yı tutmuştur. Onlar peygamberdirler, yoldaştırlar. Senin Hıristiyanlığa düşmanlığın saçmadır, boşunadır.
XI. yüzyılın sonlarına doğru, Fatımi halifesi Müstansır Billah'ın -Fatımiler, Bâtınîlik gücüyle bir imparatorluk kurmuşlardır- iki büyük tarikat çağrıcısı (dai-i azam) Mısırdan gizlice yola çıkmışlardı. Bunlardan biri Nasır Hüsrev'di ve halifenin buyruğu gereğince Horasan'a gidiyordu. Öteki Hasan Sabbah'tı ve halifenin buyruğuyla Alamat kalesinin yolunu tutmuştu.
Hasan Sabbah'ın cinayetler tertipleyerek başardığını, Nasır Hüsrev felsefe ve edebiyat yapıtları tertipleyerek başarmaya çalışıyordu. Saadetname, başından sonuna kadar bir öğütler dergisidir: Dünyanın mutluluğu köylüdendir. Ekinler; bağlar, bahçeler onun emeğinden meydana gelir. Âdemoğulları için bundan daha iyi iş olur mu? Köylü yılanın, karıncanın ve ister insan ister yük hayvanı olsun herkesin rızkını rahatça verir. Eğer köylü böyle olursa -ki olması gerektir- melekleri bile yener. Bu dünyada akıllıca tohum ekenler, ahrette cennet bahçesinin çiçeği olurlar (Saadetname, XXIII, 220-225). Bu dünyada bulunan üç grup insan, bütün öteki grupların en şereflisidir. Bunlar, Tanrı'nın has ve seçkin kullarıdır. Bu yücelerin ilki peygamberler, ikincisi ermişler (imamlar), üçüncüsü filozoflardır (nebiler, veliler, hakimler). Bunlar, kuşa kurda rahatlık ve mutluluk bağışlarlar. Geri kalan insanlarsa [sayfa 157] ayak takımıdır (avam sınıfındandır), birbirlerini yaralayıp sokmakta yılana ve akrebe benzerler. Tanrı'nın seçkin kulları olan imamlar yücedirler ve her görmüş oldukları şeyin gerçeğine ermişlerdir (Saadetname, XXIV, 230).
İNSANIN İNSANLA SAVAŞI
Değil insanları, evrendeki bütün varlıkları birbirleriyle kardeş sayan içsel düşünce akımı (batın ilmi), özel mülkiyetin kaldırılması ve mal ortaklığının kurulması sonucunu doğurmuştur. İslam tarihi, Şii-Bâtınî tarikatların bu konudaki savaşlarıyla doludur. Babekilik, Karmatilik, Anadolu'da Şeyh Bedreddin tarikatı, Bektaşilik, Hurufilik gibi birçok tarikatlar özel mülkiyetle açıkça savaşmışlardır. Tasavvufun ilkesi şudur: Her şeye malik ola ve bir şeye malik olmaya... dokuzuncu yüzyılda, iki ünlü tasavvuf bilgini, İbrahim Ethem'le Belhii Şakik, şöyle konuşuyorlar. Türk bilgini Şakik soruyor: Sizin yaşama ilkeniz nedir?.. İbrahim Ethem, bulunca Şükrederiz, bulmayınca sabrederiz, diyor. Şakik, onu bizim Horasan'ın köpekleri de yapar, diye karşılık veriyor, bulmayınca şükretmeli, bulunca dağıtmalı.
Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, aşağı Mezopotamya'da, köleler efendilerine isyan etmişlerdi. Bu isyan bastırıldı ama, toplumsal tedirginlik bütün sarsıntısıyla gittikçe daha çok büyüdü. Başları ezilmiş gibi görünen isyancı Zanç birlikleri, kalabalık işçi ve rençber topluluklarının da katılmasıyla yeniden güçleniyorlardı. Kendi aralarında haberleşebilmek için gizli bir alfabe yaptılar. 980 yılında yeniden patlayacak ve uzun yıllar devam edecek olan bu isyanları Savad'ın dışında oturan gizli şefler yönetiyorlardı (karmata, gizleyen anlamındadır). Vasit bölgesi dolaylarında, bu gizli şeflerden aldığı buyruklarla işe koyulan Hamdan Karmat, Kufe'nin doğusunda müstahkem bir yer yaptırmıştı. Bu yerde ortaklaşa yaşanıyor, ortak sofralarda yemek yeniyor, bütün mallar ortaklaşa kullanılıyordu. Giderler, ortak bir kasadan harcanmaktaydı. Gittikçe güçlenen ayaklanmanın başarıya ulaşabilmesi için Arap aristokratlarının partizanlıklarından yararlanmak gerekiyordu. Bu düşünceden yola çıkan Karmatîler, hilafetin Ali çocuklarına özgü bulunduğu savını, bir araç olarak, ortaya attılar. Hiç de umurlarında bulunmayan bu siyasal sav, onlara, Arap dünyasının büyük çoğunluğunu kazandırıyordu. Gerçekte, yıkılması gereken şu ya da bu halife değil, eskimiş bir düzendi. Bu eskimiş düzenin tohumları da Ömerin halifeliği çağında atılmış bulunuyordu. İran'ın ezilmesinden sonra Arap develeri, taşıyamadıkları bir yükün altında büsbütün kamburlaşarak, Medine'ye yönelmişlerdi. Hikayeye göre, İran elmaslarını taşıyan bu develeri görünce Ömer ağlamaya başlamış; keşke aramızda ateşten bir dağ bulunsaydı da bizler İran'a gidemeseydik, bütün fitneler işte bu elmas yığınlarının içinde gizlidir, demişti.
Karmatîlik akımı, dokuzuncu yüzyıldan başlayarak XII. yüzyıla kadar İslam dünyasını sarsan, eşitlik (iştiraki) temeline dayanan geniş bir toplumsal tepkidir.
Ondördüncü yüzyılda Şeyh Bedreddinin XIII. yüzyılda Baba İlyas ve Baba İshak'ın liderliklerinde baş gösteren halk ayaklanmaları, Karmatî ayaklanmaları gibi, [sayfa 158] görünüşte ileri sürülen dış nedenlerin ötesinde, aynı bir iç nedene (bir batıni nedene) dayanmaktadır. Bu iç neden, dokuzuncu yüzyılın başlarında -Karmatîlerden yetmiş beş yıl önce- Azerbaycan'da baş kaldıran Babek ayaklanmasında, hiçbir gizliliğe bürünmeden, açıkça dilegetirilmiştir. Hurremîlerin başına geçen Babek, insanlar arasında eşitlik ve bütün mallarda ortaklığı savunmaktadır. Asya ve Afrika topraklarını köklü bir toplumsal tedirginlik sarmıştır. Gittikçe genişleyen İslam akınları, bu topraklarda yaşayan çeşitli halkları yoksulluğa düşürmüştür. İslam dünyasında da varlıkları her gün biraz daha artan küçük bir azınlığın karşısında, yoksullukları her gün biraz daha derinleşen büyük bir çoğunluk türemektedir. Ekonomik alanın alabildiğine genişlemesi büyük rekabetlere yol açmıştır. Gittikçe zenginleşen yeni bir aristokratlar sınıfı doğmuştur. Öte yandan İslam ordularının girdikleri toprakların halkları ağır vergiler altında ezilmektedirler. Önce Müslüman olmayanlardan alınan bu ağır vergiler, sonra Müslüman olanlara da yükletilmiştir. Önce din adamlarına tanınan az vergi ayrıcalığa (imtiyaz), halkın ağır vergiden kurtulmak için din adamı kılığına bürünmesi karşısında, din adamlarından da kaldırılmıştır (bu konuda bkz. Hilmi Ziya Ülkenin notlar eklediği Tahir Harimi'nin Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, 1940, s. 23-30).
Hurremîler Babekin yönettiği tarikat Mazdekçiliğin ezilmesinden sanra İran'dan kaçarak öteye beriye dağılan Mazdekçilerin düşünsel torunlarıdır. Bunların Asya ve Afrika'da dağılışlarını Nizamülmülk şöyle anlatmaktadır: Mazdek, mal insanlar arasında ortaktır, diyordu. Çünkü insanlar, Tanrı'nın kulları ve Ademin çocuklarıdır. Her biri ihtiyacına göre yekdiğerinin malını kullanmalı ve hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır. Mazdekin bu sözleri üzerine herkes malını ortaklığa koymuştu... Mazdek öldürüldükten sonra karısı Hürrem binti Kade, iki adamıyla birlikte Medayin'den kaçtı. Rey kasabasına giderek halkı kocasının yoluna çağırdı. Peşine takılanlara Hurrem Din adı verildi... Hurrem Dinliler her yana dağıldılar ve her kentte başka bir ad aldılar ve her yerde de sürekli olarak baş kaldırdılar. Bâtınîler onlarla beraber oldu, çünkü her iki mezhebin aslı birdir (Siyasetname, Mehmet Şerif çevirisi, s. 205, 216 ve 234).
Acı ve yoksulluk çeken geniş halk yığınlarını insan etmek için toplumu düzenlemek gerektiğini ilerisüren bir de Türk bilgini var: Şeyh Bedreddin (1357-1420).
Şeyh Bedreddin bir Selçuk prensidir, Sultan II. İzzeddin Keykâvus' un beşinci kuşaktan torunudur. Edirne'nin yakınındaki Simavna kasabasında doğmuştur. Babası Gazi İsrail, Simavna kalesini alan Türk ordusunun kumandanıydı. Kalenin alınışından sonra da Simavna kadısı olmuştur. Bedreddin, Yıldırım Bayezidin Timura yenilmesinden sonra Bayezidin oğlu Musa Çelebi'nin kazaskerliğini yapmıştır. Bayezidin öteki oğlu Mehmet Çelebi, kardeşini ortadan kaldırıp yönetimi tek başına ele alınca (1413) İznik'e sürülmüş, halifelerinin çıkardığı isyanlar sonunda da yakalanarak Serez'de asılmıştır. Serezin Yunanlılara geçişinden sonra Bedreddinin kemikleri bir sandık içinde İstanbul'a getirilerek Topkapı Sarayı Müzesi,'ne konulmuştur.
Bedreddinin toplumculuğu, sürgün olarak gönderildiği İznik'te başlıyor. Kendisi, toplumsal düşüncesini şöyle anlatmaktadır: Tanrı, dünyayı yarattı ve insanlara [sayfa 159] verdi. Şu halde dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. İnsanlar eşit olarak yaratılmışlardır. Birinin mal toplayıp öbürünün aç kalması Tanrı'nın amacına aykırıdır. Ben, senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen, benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizindir.
Tanrı, insanlara akıl verdi. Herkes, Tanrı'yı aklının erdiğince kavrayabilir. Birinin kavrayışı ötekinin kavrayışına benzemeyebilir. Aynı kavrayışta bulunmayanların birbirlerini kınamaları, birbirlerini zorlamaları doğru değildir: Düşünce ve vicdan özgürlüğü, doğal düzenin ürünüdür. Ayrılıklar din adamlarının işleri karıştırmasından doğmuştur. Bunlar ortadan kaldırılırsa bütün dinler bir olur. Hıristiyanların Tanrı'yı kavradıklarını yadsımak dinsizliktir. Onlar da aynı Tanrı'ya tapmaktadırlar. Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Mecusi hep aynı Tanrı'nın kuludur. Hepsi kardeştirler. Aralarında sevgi ve saygı olmalıdır. Onların bu sevgi ve saygıları gerçeği yanlışa üstün kılacak, amaç, gürültüsüzce kendiliğinden elde edilecektir. Birbirlerini sevenler ve sayanlar her zaman birleşebilirler.
Hükümet, seçimle kurulmalıdır. Ulus, tam bir özgürlük içinde oyunu kullanabilmelidir. Kıyan ve zorba (zalim ve mütegallip) bir hükümetin buyruklarına uymamak gerekir (caizdir). Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler hep zorbalığın ürünüdür. Bu zorbalığa boyun eğilmemelidir.
Bedreddinin açık seçik maddeciliği, tasavvuf konusundaki düşünceleriyle büsbütün belirmektedir. Örneğin, varsayılan ölüm ötesi (ahret) üstüne hemen bütün tasavvuf bilginleri sustukları, gerçek düşüncelerini açıklamak gücünü, gösteremedikleri halde Şeyh Bedreddin, Varidat adlı yapıtında korkusuzca ve açık yürekle şunları söylemektedir: Ruhlar, maddelerde bulunan güçlerden ibarettir. İnsanı iyiliğe sürükleyen kendi gücü melek, kötülüğe sürükleyen kendi gücü de şeytandır. Bu güçler, sadece insanlarda değil, bütün cisimlerde vardır. Örneğin, bir yağmur tanesi bir neden ve güçle oluşur (teşekkül eder). Yağmur tanesini oluşturan ve tarlaya düşüren güce melek denir. Deccal, Dabbe, Mehdi'nin görünmesi gibi kıyamet belirtileri yüzyıllardan beri boşuna beklenmiştir, bundan sonra da boşuna beklenecektir. Vücut zerreciklerinin bir kez dağıldıktan sonra yeniden bir araya gelmesine ve cesetlerin yeniden dirilmesine (haşrine) imkan yoktur. Her güzel şey cennet, her kötü şey cehennemdir. Kitaplarda tanımlanan cennet ve cehennem bir düşçülük ürünüdür (hayal aleminde tahakkuk etmiştir).
Bedreddin, tapınma (ibadet) konusunda da şunları söylemektedir: Tapınma, bütün namazlar ve niyazlar, ahlakın düzeltilmesi, içyüzün arınması içindir. Gerçek tapınmanın hiçbir koşulu, sınırı, biçimi yoktur (yüzünüzü nereye dönerseniz Tanrı oradadır, ayetini hatırlayınız). Tapınma, hangi biçimde yapılırsa yapılsın, Tanrı'nın isteğine uygun olur. Gerçek tasavvufçu, herkesin anlayamadığı şeyleri bildiği halde bunları halka söylemez. Onları meydana apaçık koyarsa öldürüleceğini bilir. Gerçi bu, ikiyüzlülük sayılabilir. Ama dışla için bir ayrılığı olmalıdır. Her inanış, kendi yerinde (mertebesinde) haktır. Gerçek, halka, daha işin başında ve apaçık söylenirse ya yollarını sapıtırlar, ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek, ayrı ayrı [sayfa 160] gözetilerek, ortalama bir yolla birbirlerine alıştırılabilir. Ama her halde halk, gerçeğe (hakikate) alıştırılmalıdır.
Halifelerinden Börklüce Mustafa'yla Torlak Kemalin çıkardıkları isyanlar bastırılıp bağlılarının tümü kılıçtan geçirilince Şeyh Bedreddin, sürgün olarak bulunduğu İznik'ten yola çıkarak Çelebi Sultan Mehmet'in o sırada bulunduğu Serez'e kendi ayağıyla gelmiş ve boynunu ipe uzatmıştır. Tarih şöyle yazıyor: Çelebi Sultan Mehmet, Bedreddini karşısında görünce, yüzünüz neden bu kadar sarardı? diye sormuş. Bedreddin de şu karşılığı vermiş: Güneş, batarken sararır.
İNSANIN KENDİSİYLE SAVAŞI
İnsan denilen varlık, kendisiyle savaşmanın mutluluğunu da sezmiştir. Bu savaş, İslam düşüncesinde, Melâmilik adı altında yeni bir mutluluk yolu (tarikat) olarak belirmektedir. Arapça melâmet sözcüğü, aşağılanma ve hor görülme anlamlarına gelen levm kökünden türetilmiştir (levm sözcüğünün çıkışma, azarlama, serzeniş, sitem gibi başka anlamları da var). Ku'ran şöyle demektedir: Onlar ki kendilerini hor görenlerin hor görüşlerinden korkmazlar (vellezine layehafune levmete laimün...). Nişabur kentinin Türk Müslümanları, Tanrı'nın bu sözüne tutunarak, yepyeni bir yoldan mutluluğun peşine takılmışlardır. Müslümanlık, henüz üçüncü yüzyılını yaşamaktadır (IX. yüzyıl).
Ku'ran'ın, ne sözcük, ne de yorumlanmış anlamlarını kurcalamadan, Tanrılık düşünceye karışarak mutluluğa varmaya çalışanlar, insanlıklarını hor görmek ve aşağılamak yolunu tutarlar. Hem kendi kendilerini kınarlar, hem de başkalarının kendilerini kınamasını özlerler. Kendini üstün görmek, böbürlenmek, ikiyüzlülük gibi kötü eğilimler böylelikle ezilecektir. Oysa bu, varılacak bir amaç değil, varılmış bir amaçtır. Bu türlü davranışlar, varılmış amaca uygun davranışlardır. Öğrenilecek ya da öğretilecek bir şey yoktur. Bilmek, bulmak, olmak yeter. Melâmîlik, bu yüzden, tarikat biçimlerinin ve öğretilerinin her türlüsünden sıyrılmış bir tarikattır. Ne özel giyiti, ne biçimciliği, ne dereceleri, ne törenleri, ne de öğrenilmesi gereken bir yöntemi vardır: Kimi yazarlar, bu nedenlerden ötürü, Melâmîliği bir tarikat saymamaktadırlar. Melâmîlik, kısaca, şöyle tanımlanabilir: Kınanacak davranışlarla tanrısal sevinci duymak düşüncesi.
Melâmi olmak isteyen, nerede olursa olsun çünkü Melâmîlerin tekke, mahfil, zaviye gibi belli bir toplantı yerleri de yoktur yol göstericinin (mürşit) önüne oturur. Yol gösterici, ne istiyorsun? diye sorar. Dilekçi, Hakkı istiyorum, der. Yol gösterici (rehber), Hakkı isteyen Haktan başka her şeyi gönlünden çıkarır, sen de böyle yap, diye karşılık verir. Tören, bu kadarcıktır. Bundan sonra gönül boşaltma (tahliye-i derun; gönlün Haktan başka her şeyden boşaltılması) başlar. Gönül boşaltma; yürürken, otururken, konuşurken, çalışırken, her yerde bütün eylemlerin varlıktan (Haktan) geldiğini ve kendisinin de bütün varlıklar gibi varlıkbirliği ya da tüm varlığın bir parçası olduğunu düşünerek ölümsüzlük sevincini duymak demektir [sayfa 161] (Hakta fani olarak bekabillahı zevk etmektir). Başkaca hiçbir bilgiyi gerektirmeden ömür boyunca sürecek olan bu sevince melâmet neşesi denir: Artık, Melâmî olanın yapması gerekli tek şey, kendi gibilerle oturup sohbet etmektir (muhabbette fena, sohbete devamda vefa, marifette bekaa). Başkaca yapılacak. hiçbir şey yoktur. Ne özel kılık, ne özel tören, ne özel yerlerde toplantı, ne tövbe, ne zikir, ne de öğrenilmesi gereken başkaca bir bilgi... (Rüsum ve kuyudu ref, tarik-i tevhidin esasıdır).
Görüldüğü gibi, Melâmet dışındaki dinsel yollar da (Sünniler ve Bâtınîler) böyle bir sonuca, böylesine bir sevince varmaya, çalışmaktadırlar. Melâmîliğin başkalığı, ötekilerde sonunda varılacak olan amacı çıkış noktası yapmış olmasındadır. Bir şeriatçı (Ku'ran'ın sözcük anlamlarına uyan, Sünni) namazlar kılacak, oruçlar tutacak, zekatlar verecek ve bütün bunları bir ömür süresince yaptıktan sonra öbür dünyada Tanrısına kavuşacaktır. Bir marifetçi (Ku'ran'ın gizlenmiş saydığı anlamlarına uyan, Bâtınî), bu yola törenlerle girecek, uzun yıllar uğraşacak, bekleyecek, çeşitli derecelerden geçecek, yükselecek ve sonunda ama gene de yaşadığımız dünyada Tanrıyla birleşecektir. Melâmîyse, Melâmî olduğu gün bu zevke girmiştir ve artık ömrünce bu zevkle birlikte yaşayacaktır. Daha açık bir deyişle, ,öteki yollarda sonda varılan melamet neşesini Melâmîler önde elde ederler ve onunla birlikte yaşarlar. Melâmîlik, bir yaşama biçimidir.
Melâmî adıyla anılan dokuzuncu yüzyılın ilk Melâmîleri, Nişabur kentinde, böylesine yalın bir düşünceden yola çıkmışlardır. Gerçekte, Sünnilikle Bâtınîliğin bir bireşimi (sentez) yapılmıştır. Melâmîlerde şeriat (sözcük anlamıyla din) saygı görmektedir ve gerekli sayılmaktadır (Melâmîler tevil etmezler, tevcih ederler; başka bir deyişle, sözcüğün açık anlamını daha bir açıklamaya çalışırlar, sözcüğün anlamını bir yana bırakıp başka anlamlar yakıştırmaya çalışmazlar). Buna karşılık, Bâtınîliğin varlıkbirliğini bir neşe kaynağı olarak benimsemişlerdir, bu kaynaktan kendi deyişlerince zevk etmektedirler.
Melâmeti adıyla anılan ilk Melâmîler, Nişabur Türkleridir. Bu yolun ilk yolcusu olarak da Ebu Hafs-ı Haddad (Ölümü: Hicri 260) adlı bir Türk gösteriliyor. İnsanın, hem kendince hem de başkalarınca kınanması gerektiğini belirten bir de ilgi çekici öyküsü var. Ebu Hafs, kendisinden öğüt almak isteyen birine şöyle diyor: Ticaret yap, kazancını dilencilere dağıt, sonra sen dilen, ekmeğini dilendiğin parayla al, daha sonra ticareti de, dilenmeyi de bırak.
Gene Nişaburda ve aynı yüzyılda Melâmîliği bir topluluk yolu olarak ortaya atan da Hamdun Kassar (Ölümü: Hicri 271) adlı bir Türktür. XII. yüzyıla kadar benliğini korumuş olan bu yalın Türk düşüncesi, XII. yüzyıldan sonra Bâtınîlikle karışmaya başlamıştır. Katıksız Melametiliğin yerini, dinsel yasaklara aldırmayan, Ali'cilik güden Kalenderiler almışlardır. Bu yüzden, önceleri Melâmetiliği pek seven dinci toplum, Melametiliğe kötü gözle bakmıştır. Kalenderilik, XI. yüzyılda Batı Türkistan'da ortaya çıkan Yesevi tarikatından türemiş, Nakşibendiliğin bir koludur. Katıksız Şii-Bâtınî ilkeler güden Yeseviye tarikatı, daha sonra, Bektaşiliği doğurmuştur. Bektaşilikten de Hurufilik, Abdallık, Haydarilik gibi kollar türemiştir. [sayfa 162]
XII. yüzyılda, Melâmîliğin bozulması ya da bozulmuş sayılması, Kalenderilerle gelen aşırı Bâtınî düşüncelerinin, bu bireşimde, ağır basmaya başlamış olmasındandır. Peygamberin amca oğlu ve damadı Ali, Türkler için, halifeliğe getirilmiş ya da getirilmemiş olmasını umursamadıkları, saygı değer bir din büyüğüdür. Mal ortaklığı ilkeleriyse Şamanlık dini günlerinden kalma, eski bir gelenekleridir. (Ziya Gökalp, Dergâh dergisinde yayımlanan Türk Devletinin Tekâmülü başlıklı yazsında, bu konuda önemli bilgiler vermektedir).
İlk Melâmîlerin, ilkeleri, yalın düşüncelerdir: Tanrı gereklidir (Allaha iftikar). Peygambere benzemeye çalışmalıdır (Peygamberi taklit). Tasavvuf, iyilikçilikten başka bir şey değildir. İnsanlara iyilik, yardım etmelidir. Ama onlardan yardım istenmemelidir. Kendimizle uğraşmalı, başkalarının kusurlarını görmemeliyiz. Hiçbir şeyle övünmemelidir. Dindarlık bile gizli tutulmalı, bir övünç nedeni olmamalıdır. İnsanlara iyilik etmek de bir üstünlük zevki veriyorsa, bu zevk ezilmelidir. Haktan başka, ne açığı, ne de gizliliği araştırmak gerekmez (Haktan başka ne zahiri, ne de batıni keşf ve keramete itibar edilmez). Kişi, herkesten önce, kendi kendisini kınamalıdır. Kendimizle savaşmalıyız.
Böylesine sağlam bir temele dayanan Türk bireşimi melâmet düşüncesi, gittikçe çeşitli düşüncelerle karışmaya başlayacak, ondokuzuncu yüzyılda Şeyh Muhammed Nurun elinde yedi dereceli bir Bâtınî tarikatı biçimine girecektir.
XII. yüzyılda Kalenderilikle birleşen Melâmîlik, XV. yüzyılda Bursalı Ömer Dede'nin elinde yeniden canlanmıştır. Bayramiye tarikatının kurucusu Hacı Bayram ölünce; tarikat büyükleri anlaşamamışlar, Bayramiliği üç kola ayırmışlardır: Fatih Sultan Mehmetin pek saygı gösterdiği ünlü Bayrami bilgin Ak Şemseddin Şemsiye tarikatını, Ömer Dede Melâmîye tarikatını kurmuştur. Bayramilikten türeyen bu Melâmîliğe Bayramî-Melâmîlik denir. Ak Şemseddin; Hacı Bayram tacını, hırkasını tespihini, seccadesini ve asasını bana bıraktı, diyerek posta oturunca, yıllardan beri onunla geçinemeyen Ömer Dede (Emir Sikkini) şu karşılığı vererek Hacı Bayram'ın halifeliği iddiasından vazgeçmiştir: Söyleyin ona, gerçek; taç, hırka, tespih, seccade ve asada değil, kalb-i musaffadadır... (Melâmîliğin, her türlü biçimcilikten sıyrılma anlamını hatırlayınız).
Ancak Bayramilik, Erdebil tasavvufçuları yoluyla gelen Halvetilikten doğduğuna göre, Şii-Bâtınî ilkelerle yüklü bir tarikattır. Ömer Dede'nin Melâmîliği de, dolayısıyla bu yükü yüklenmiş bulunmaktadır.
Artık, ilk Melâmîlerde bulunmayan, zikretmek yöntemi de uygulanmaya başlayacaktır (zikretmek, sürekli olarak Tanrı'nın adını ya da sözlerinden birini mırıldanarak, bir çeşit düşünsel sarhoşluğa erişmek, Tanrılık düşünceyle birleşerek neşelenmek demektir). XVI. yüzyılda yaşayan Melâmî şeyhi İsmail Maşuki, "Allah, Allah, Allah" diye zikredeceği yerde, ünlü enelhak'çı Mansurun yolunda bulunduğunu anlatmak için, "Allahım, Allahım, Allahım" diye zikretmeye başlamıştır. Buysa, düpedüz Mansurun dediği gibi, ben Tanrıyım demektir. Usta bir ozan olan ve Oğlan Şeyh adıyla anılan İsmail Maşuki, bu düşüncesini şiirlerinde de açıklamaktadır: [sayfa 163]
Değme bir hor ü hakîre hor deyu kılma nazar,
Kalbinin bir kûşesinde arş-ı Rahman gizlidir.
Daha sonra, başka bir Melâmî şeyhi, Hamza Bali gelecek ve varlıkbirliği (vahdet-i vücut) sırlarını büsbütün açıklayacaktır. Bu şeyhten sonra Melâmîlik, Melâmî- Hamzavî adını alarak yaşamakta devam edecektir. Hamzavîlerden adı bilinmeyen bir ozan da, şunları söyleyecektir:
Ben ne dersem Hak onu işler hemen,
Şöyle henzer, ben onun ağasıyım.
Sonunda, ondokuzuncu yüzyılda, Seyyit Muhammed Nur adında Mısırlı bir Arap şeyhi ortaya çıkacaktır. Yanya'ya gitmiş Nakşibendi olmuş, Mekke'ye gitmiş Halveti olmuş, Usturumca'ya giderek Melâmîlikte karar kılmıştır. O günlerde İstanbul'da Hamzavi-Melâmîlik yolunu Seyyit Abdülkadir Efendi yürütmektedir. Muhammed Nur, İstanbul'a gelerek onları da kendi yoluna almak istemişse de, Abdülkadir Efendi buna yanaşmamıştır. Muhammed Nurun açtığı yeni yol, Hamzavî-Melâmîlerin bağımsızlığı karşısında, Nurîye Melâmîliği adını almıştır.
Artık Melâmîlik, Arap ve Acem düşüncelerinin bir bireşimi olmak durumunu yitirerek, tam bir Bâtınî-Şiî tarikatı biçimine girecektir. Muhammed Nur, Rumeli'nin birçok yerlerinde tekkeler açtırmış, Ali'cilik gütmeye başlamış, gerçek'i öğrenme yollarını derecelendirmiş, birtakım törenler tertiplemiştir. Kesin olarak, Ali'nin yeniden dünyaya ineceğine inanmaktadır. Bu inanç, katıksız Alevi inancıdır. Bu metafizik inançla yalın bir maddeciliği bağdaştırmaya çalışmaktadır. Şeyh Bedreddin'in Varidat'ını yorumlayan bir yapıtında, açıkça şunları söylemektedir: Bilgisizlere göre (avam) vücut, Hakkın (Tanrı'nın) vücudunun gayrıdır. Bilgililere göre (havas) vücut, Hakkın vücudunun gölgesidir. Tasavvufa erişenlere göre (asfiya) vücut, Hakkın vücudunun aynıdır.
Muhyiddin-i Arabî'yi yorumlayan yapıtında da şunları eklemektedir: İlah ve Allah Arapçada müstağrik demektir ki, Türkçe kaplamak anlamındadır. Şu halde, Tanrı, bütünlüğün adıdır. Onu, ondan başkası birleştiremez (tevhit edemez). Çünkü, bir şeyi birleştirmek için bir başka şeyin de bulunması gerekir. Başka şey olmayınca ne birleştirilecek?.. O halde, sen, sana secde edersin (kendin için, kendine ibadet edersin anlamına; kendisi için namaz kılan Hallac Mansuru hatırlayınız). Eşyanın vücudu, Tanrı'nın vücududur. Eşyanın, bağımsız bir vücudu yoktur. Bu, suyun kara oranı gibidir. Kar, görünüştür (zahirdir). Su temeliyse gizlidir (batındır). Halk (halk edilenler, yaratılanlar), Hakkın belirmesidir (zuhurudur). Ondan başka varlık yoktur ki yeni varlıklar yaratılabilsin (bir başka deyişle, yaratma yoktur; yaratılan yoktur, yaratan yoktur; ancak varlığın çeşitli biçimlerde kendini göstermesi vardır).
Muhammed Nura göre, bu bütünlük'ün bilincine ve zevkine bilgiyle varılır. Birleşme (tevhit, bütünlükten olduğunu duyma), anma ya da söyleme (zikir) yoluyla elde edilecektir. Söyleye söyleye anma, anan, anılan (zikir, zakir, mezkur) birleşirler. İnsanın bu bilgiye varması için yetiştirilmesi gerekir. Bütünlük bilinci, [sayfa 164] her bilinçli insanın kendiliğinden, yetiştirilmeden elde edebileceği bir bilinç değildir (bana Tanrı olduğumu Mevlânâ öğretti, diyen Süryanos'u hatırlayınız). Bu bilince, altı basamakla çıkılır. İlk üç basamağa birleşme katları (makamât-ı tevhit) ya da ölümlülük aşamaları (merâtib-i fena), son üç basamağa da birlik katları (makamâat-ı ittihat) ya da ölümsüzlük aşamaları (meratib-i beka) denir. Bu basamaklar şunlardır:
1. Tevhid-i ef'al basamağı: Bütün eylemlerin, bütün olmakta olanların varlığın işi olduğunu bilmektir. İyilik- kötülük ayırımı bize göredir, varlığa göre ne iyilik vardır, ne de kötülük. Olmakta olan, olması gerekendir. Birinci basamakta bu bilgi zevk edilir.
2. Tevhid-i sıfat basamağı: Yaşamak, bilim, buyrultu, işitmek, görmek, söylemek varlığa özgüdür. İkinci basamakta bu bilgi zevk edilir.
3. Tevhid-i zat basamağı: Vücut, varlığın , vücududur. Eşyanın -ki insan da bu eşyadan biridir- bağımsız vücutları yoktur. Üçüncü basamakta bu bilgi zevk edilir.
Bu üç basamakta; eylem varlığın eyleminde, nitelik varlığın niteliğinde, vücut varlığın vücudunda eritilip yok edilir. Artık eyleme, niteliğe, vücuda bağlı bir kişilik kalmaz. Kişilik, gerçek kişilik'le birleşmiştir. Bu birleşmenin bilincine ve dolayısıyla zevkine varılmıştır. Bu kattaki melamet neşesi, bir sorumsuzluk neşesidir. Her iş Tanrı'nın işi, her istek Tanrı'nın isteği olduğuna göre, ortada hiçbir yasak kalmamıştır (Bâtınî tarikatlara ibaba mesleği denilmesi bu yüzdendir, çünkü her şey mubahtır). Bu sorumsuzluksa, toplumu kargaşalığa götürür. Bunu önlemek için de Peygambere benzemeye çalışmak ilkesi konulmuştur (edeb-i Muhammediye). Bir başka deyişle, her istek Tanrı'nın isteğidir ama, Peygamber gibi istek duymak gerekir (bu çabaya, tecelliyat-ı Muhammediye'ye mazhar olmak, deniyor).
4. Makam-ı cem: Bu basamakta varlık açıklanır, eşya gizlenir (Hak zahir, halk batın olur). Bir başka deyişle, ilk üç basamağın bilincine eriştikten sonra ana varlık görünmüş, meydana çıkmış; onun meydana çıkışıyla da sayısız parça varlıklar ortadan çekilmişlerdir. İlk üç basamağın bilgisi ve zevkiyle ana varlığın bilgisine ve zevkine varılmıştır. Güneş, vücudumuzun ardında gizliyken önümüzdeki gölgemizi görüyorduk. Güneş yükselerek meydana çıkınca gölgemiz yok olur.
5. Makam-ı hazret-ül-cem: Bu basamakta ana varlık yeniden gizlenir, parça varlıklar meydana çıkar (halk zahir, Hak batın olur). Çünkü ana varlık, gücünü parça varlıklara vermiş, onlarda belirmiştir. Söyleyen, gören, işiten, yapan, dileyen ana varlığın gücüyle parça varlıklardır.
6. Makam-ı cem-ül-cem: Bu basamakta kişi, tanrısal gücünü duyar. Çünkü Tanrı, onun vücudunda belirmiştir. Önce, sonra, açık, gizli hep kendisidir (evvel benim, ahır benim, zahir benim, batın benim).
İlk üç basamakta kendini ana varlıkta öldüren, yitiren, yok eden kişi; son üç basamakta ölümsüzlüğe erişmiştir. Bu kattaki melamet neşesi, bir ölümsüzlük neşesidir. İlk Melâmîlerin, daha ilk adımda, Haktan başka her şeyi gönüllerinden çıkararak elde ettikleri bu neşeyi, son Melâmîler bir hayli basamak tırmandıktan sonra elde etmektedirler. [sayfa 165]
Muhammed Nurun basamakları bitmemiştir. Yedinci basamak olarak bir de makam-ı ahadiyet-ül-cem vardır ama; onu ne ben söyleyebilirim ne de sen anlayabilirsin, diyor; çünkü o makam, Peygamberin makamıdır. Ku'ran'daysa, yetimin malına yaklaşılmaması buyurulmuştur. Peygamber, bu makamını bana öğretmiştir ama, başkalarına öğretmeme izin vermemiştir. Bu makamda ne birlik ne de çokluk vardır. Ancak Peygamberin kendisi öğretirse zevk alınır, başka türlü zevkine varılamaz.
Oysa, Muhammed Nurun damadı ve halifelerinin halifesi (halifet-ül -hulefa) Abdürrahim Fedâi, Tefsir-i Suret-ül- Kevser adlı yapıtında bu basamağı açıklamıştır. Tanrı, Peygambere şöyle demektedir: Ey Muhammed, ben, bana değil, sana tapılmasını istedim, benim değerimin değil, senin değerinin bilinmesini istedim, çünkü sen bensin ve ben senden başka hiçbir şey değilim.
Bâtınîliğin büyük sırrı böylelikle açıklanmaktadır: Gerçek Tanrı, aklı başında olan insandır. Aklı başında olmayan insanlar, aklı başında olan insanların peşine takılıp onların gösterdikleri yoldan giderlerse, mutlu olabilirler.
Bu sonuç, ilk üç basamağın doğurduğu anarşiyi önleyecek bir sonuçtur. Peygamberce davranmak ilkesi, bu sonuçla anlam kazandığı gibi, bilgisizlerin ve akılsızların elde ettikleri sorumsuzluk ve ölümsüzlük neşelerine karşı, sorumluluğun ve ölümlülüğün bütün yükü ve acısı da akıllı ve bilgili kişilere düşmektedir. Melâmet neşesi altıncı basamakta bitmek zorundadır, yedinci basamakta neşelenmek kolay değil.
YENİDENDOĞUŞ
Gün, birdenbire doğmaz. Aydınlık, karanlığın içindedir. Gök, aydınlığını, karanlığının içinden süzer. Bunun gibi; insan düşüncesinin yenidendoğuşu (renaissance) de belli bir tarihte birdenbire başlamış değil. Düşünce tarihini incelerken, düşünce çağlarını birbirlerinin içine geçmiş, biri daha erimeden öbürünü başlamış olarak görürüz. İ.S. V. yüzyılın ortalarına kadar süren ilkçağa karşı ortaçağ, İ.S. ikinci yüzyılda başlamıştır. Ortaçağın skolastiği ondördüncü yüzyılda eridiğine göre, yeniçağın bu yüzyılda başladığı sanılırsa da bu yanlış bir sanıdır. Tarihçiler, yeniçağa başlangıç olarak Türklerin İstanbul'u aldığı yıl olan 1453 yılıyla reformation davranışlarının başlangıç yılı olan 1517 yılı üstünde tartışa dursunlar, bu çağın ilk düşünce kıvılcımları çok daha gerilerde bulunmaktadır.
Akıl, artık, inandan ayrılmaya başlamıştır. İ.S. 1347 yılında Tubingenli Profesör Jean de Méricourt şöyle konuşmaktadır: Erdemsizlik de, erdemlilik gibi, Tanrı işidir. Günah, bir erdemsizlik değil, tersine, bir erdemliliktir. Dayanılmaz bir güdüye kapılan kimse asla günah işlemiş sayılmaz; niçin sayılsın ki, o güdü de bir Tanrı işidir.
1348'de, Nocalos d'Autrecourt, Sorbonne Üniversitesi'nde şu savı (tez) okuyor: Doğayı incelemeliyiz. Geriliğimizin nedeni, yüzyıllar boyunca o koca doğayı bir yana bırakıp Aristoteles'le, Platon'la boşuna vakit geçirişimizdir. Doğayı incelemek bizleri kolaylıkla kesin bir bilime götürür. Tanrı'yı en yüksek varlık olarak düşünebiliriz ama, [sayfa 166] onun gerçekten var olup olmadığını bilemeyiz. Evren, her halde sonsuz olmalıdır, çünkü yokluktan varlığa bir geçiş düşünülemez.
Oxford profesörlerinden Roger Bacon (1214-1294) gözlemin ve deneyin önemini XVI. yüzyılda yaşayacak olan adaşından (Francis Bacon) daha önce kavrayarak kürsüsünde uygulamaya başlamıştır. Toulouse'lu Profesör Raymond de Sebond da Tanrı'nın kitabı saydığı doğayı öteki kitaplardan üstün tuttuğunu açıklamaktadır.
Haçlılar Doğu'ya dinleri uğruna saldırdılar, oysa kendi dinlerini temelinden sarsacak yeni düşüncelerle döndüler. Bizanslıların kanadı altına sığınmış Yunan yarımadası düşünce geleneğini yüzyıllardan beri gizli gizli sürdürüyordu. İsa'ya yeni kuzular toplamaya gidenler, Yunan yarımadasında mitolojik boğaların sırtlarına binmek zorunda kaldılar. Bizans kilisesi de Katolik kilisesiyle barışmak için Floransa'ya bilginler gönderiyordu. Bu bilginler, iki kiliseyi barıştıramadılar ama, İtalya'nın gözünü açtılar. Bizans imparatorluğunun Türklerine eline geçişi de ekmeklerine yağ sürdü. Bizans'tan İtalya'ya gerçek bir göç başladı. Edebiyat, sanat, felsefe, eski Yunan'ın bütün zenginlikleri İtalya'ya akıyordu. Bu yüzden, yeniden uyanış dediğimiz Renaissance davranışında, Batı'nın ilk uyananı İtalya oldu. Bu uyanış 1483 yılından başlayarak bütün Batı'yı etkiledi.
Dante, Petrarca, Boccacio yeniden dirilmiş birer eski Yunanlıydılar. Artık kilisenin ünlü kardinalleri bile skolastik dilden tiksiniyorlar, eski Yunan edebiyatına tapıyorlardı. Kardinal Nicolaus Cusanus, skolastiğin yanlışlarını açıkça eleştiriyordu. Homeros, İsa'yı yenmişti.
Fransız tarihçisi Michelet, her şey XII. yüzyılda bitmişti, diyor, eğer olaylar doğal gidişlerini kovalasaydılar yenidendoğuş (Renaissance) XII. yüzyılda başlayacaktı. İlkçağ, ahmak kişileri olan bir çağdı. Ortaçağ, akılsızlar çağıdır. Oysa budada, skolastik yeterlikten ve kelimelere tapmaktan doğan modern bir yaratıktır. XII. yüzyılda gömülen ortaçağın bıraktığı boşluk bu budalaları yetiştirdi. İşte yenidendoğuşu üç yüzyıl geciktiren neden.
Saçma sapan konuşmayı ve büyücülüğü birer sanat haline getiren bu budalalar ordusunun içinden, ondördüncü yüzyılın sonlarına doğru, yeniçağın ilk yeni insanı doğacaktır. Bu yeni insanın doğumu elbette kolay olmayacaktı.
Yeni insan, her türlü iç ve dış etkiden kurtulmuş; kişiliğini bulan ve insanlığa güvenen yepyeni bir varlıktır. Irk, kavim, parti, lonca ve aile bağlarından kopmuştur. Olabildiğince özgürdür. Artık o, İtalya'da doğduğu halde İtalyan değildir. Dante'nin dediği gibi, "onun vatanı bütün dünyadır". Artık o, bağlı olmak zorunluğunu duymamaktadır. Başkalarına benzemeye değil, benzememeye çalışmaktadır. Bu durum, duygu ve düşünce alanlarında böyle olduğu gibi, dış görünüşlerde de böyledir. 1390 yılında, Floransa'da genel bir erkek kılığı kalmamıştır. Herkes, kendine göre, özel bir biçimde giyinmektedir. ondördüncü yüzyıl İtalya'sında, alçak gönüllülük ve yaltaklanma bilinmemektedir. Dünyaya, ortak bir görüşle değil, objektif bir bakışla bakmak bilinci uyanmıştır. Yeni insan, düşünen bir kişidir (uomo singolare). Artık o, bir ırka, bir partiye, bir loncaya, bir aileye bağlı ve onlarla beraber genel bir yaşayış içinde yaşayan bir insan değil, başlı başına bir kişiliktir. Kendine özgü [sayfa 167] düşünceleri, kendine özgü görüşleri, kendine özgü duyguları vardır. Yaşayışı da elbette kendine özgü olacaktır. Ozan Petrarca (1304-1374), Yalnızlık Üstüne (De Vita Solitaria) adlı kitabında yalnız yaşamanın erdemini savunuyor. Petrarca'ya göre mutluluk, iç ve dış etkilerden sıyrılmakla, bağımsız olmakla mümkündür. İnsanın ilk ödevi kendini geliştirmektir. Bu gelişmeye ancak yalnız yaşamakla erişilebilir. Yalnız yaşamak, insanları sevmeye engel değildir. İnsan yalnız yaşar ama, her zaman insanlarla ilgilenir, onlarla beraber olabilir.
Yeni insan, bilgili ve çok yönlüdür. Hem düşünür, hem dilci, hem devlet adamı, hem ressam, hem müzikçidir. Büyük ozan Dante (1265-1321) bunun en belli örneklerinden biridir. Tanrısal Komedi'yi (Divina Commedia) inceleyiniz, ele alınmamış hiçbir sorun bırakmadığını göreceksiniz. Dante'nin işlediği bu sorunların her biri çağının en ileri bilgilerini kapsamaktadır. Ünlü adlar bir yana, XV. yüzyıl İtalyan kentleri, birkaç dil bilen, Tanrısal Komedi'yi ezberden okuyan sokak kadınlarıyla doludur. Alman tarihçisi Jacob Burckhardt, Floransalı tüccar ve devlet adamlarının eski Yunancayla Latincede bilgin olduklarını yazıyor. Gene Buckhardt'ın İtalya'da Yenidendoğuş Kültürü adlı kitabında bildirdiği XV. yüzyılda yaşamış bir Leon Battista Alberti vardır ki sanatçılardan, bilginlerden tutun, kunduracılara varıncaya kadar dünyanın bütün hünerlilerinden mesleklerinin sırlarını sorup öğrenmiştir. Yeni insanın çok yönlülüğü doymak bilmez bir çok yönlülüktür. Yeni insan, çevresine sonsuz bir sevgi duyan, çevresindeki her şeye kendini bütün varlığıyla verebilen bir varlıktır. Battista'nın şu sözü, yeni insanın niteliğini belirtiyor: İnsanlar isterlerse her şeyi yapabilirler.
Bu sözün kaynağını Bacon'da arayınız. Roger Bacon (1214-1294), daha XIII. yüzyılda, bu sözü şu türlü söylemişti: Sihirbazlık hiçbir şey değildir. Çünkü insan aklı doğayı kullanarak her şeyi yapabilir.
Yeni insan, kendi kendine, kendi gücünü böylece bulurken dışarıya doğru da gelişmeye, sivrilmeye başlamıştı. Artık o, ün peşinde koşabilir. Ortaçağda sınıfların olan ün artık kişilerin eline geçmektedir. Dante'nin, Petrarca'nın, Boccacio'nun ünleri İtalya'nın sınırlarını aşmış, bütün Avrupa'ya yayılmıştır. Ortaçağda şövalye sınıfına özgü, olan ozanlık ünü artık halkın avuçları arasındadır. Eskiden yalnız büyük ermişlerin yurtlan kutsal tutulurken 1350 yılında Arezzo Belediyesi Petrarca'nın doğduğu evi müze haline getirmiştir. Petrarca, ününün bu sevincini de tattıktan sonra daha yirmi dört yıl yaşayacaktır.
Yenidendoğuş; sanatla başlamıştı. Can çekişen ortaçağ, son nefesi yaklaştıkça, daha kırıcı, daha korkunç oluyordu. Bilim susturulmuştu. Oysa sanat, dinci sisteme dayanır görünerek büyük işler başarıyordu. Ressam Giotto (1266-1336) klasik tiplerden sıyrılarak İtalyan güzellerini Meryemleştirmeye başlamıştı. Mimar Brunelleschi (1377- 1446) gotik sanatı yıkıyor, yeni insanın büyük başarısını sağlıyordu. Artık üç ve yedi üstüne kurulmuş kilisenin karşısında Floransa kilisesi yükseliyordu. O kadar ki, kendisine nereye, gömülmek istediği sorulan Michelange (1475 -l564), Brunelleschi'nin yapıtını sonsuza kadar seyredebileceğim bir yere, karşılığını verecekti. [sayfa 168]
İtalya'nın kent (şehir) devletleri, eski Yunan'ın kent devletlerini andırmaktadır. Her birinin kendine özgü özellikleri, kendine özgü güçleri vardır. Birbirleriyle savaşan bu kentler, hem birbirlerini, hem kendilerini yetiştirmişlerdir. Yeni insan, yeni kentleri doğurmuştur. Yen kentler de yeni ulusları uyandırmıştır. Ulus düşüncesi de yeni insanla birlikte gelişen bir düşüncedir. Ortaçağda bugünkü anlamıyla bir ulus düşünülemezdi. Ortaçağ ulusları başlı başına birer varlık değil, bir ortaçağ devletinin üyesiydiler. Bilgileri, görüşleri, dilleri, sanatları ortaktı. Ulus bilinci de, yeni insanla beraber doğmuş, bir yenidendoğuş (Renaissance) bilincidir. XV. yüzyıl, insanın, kentin, ulusun kendini bulmaya, kendini tanımaya başladığı bir yüzyıldır.
Yeni insan, kendini bulduğu gibi dünyayı da bulmaya (keşfetmeye) başlamıştır. Marco Polo, (1254-1323), Moğol dünyasına dalıyor, Christophe Colomb (1451-1506) Doğu Hindistan'a açılıyordu. Bunlar, denizlere açılan yüz binlerce İtalyan arasından en büyük adlardır. Bilim, gittikçe denemelere doğru yöneliyordu. Kozmoğrafyanın deniz yolculuklarıyla ilgisi kuruluyor, botanik, zooloji dev adımlarıyla gelişiyordu. Petrarca dağlara tırmanıyor, doğanın güzelliklerini kavrıyordu. Yeni insan, çevresini didiklemeye başlamıştı. Evrenin hiçbir sırrını çözmeden bırakmak istemiyordu. Çünkü bütün varlığıyla şuna inanmıştı: İnsan aklı her şeyi çözebilir.
İnsanın insanlığa karşı bu güveni, gözlerimizi yaşartacak kadar duygulandırıcıdır. İnsan, şu kocaman evren içindeki bu yalnız varlık, kendinden başka neden medet umabilirdi ki? Yıldızlar, o ellerini uzatıncaya kadar sırlarını sakladılar. Aşılmaz çöller, o adımlarını atıncaya kadar, kapılarını açmadılar. Toprak, o üstünde güvenle tepininceye kadar, zenginliklerini vermedi. Denizler, o üstlerine yürüyünceye kadar dalgalarını çekmediler. İnsan, bütün bunlardan mutluluğunu zorla almalıydı. Gücü yettiği kadar yapabilirdi bunu. Elbette gücünü kullanacaktı. Oysa bu gücün sonsuza kadar yeteceği sezisi insanın içini kaplamıştı bir kez. Bu sezinin peşinden gitmek zorundaydı.
Yenidendoğuşun getirdiği erdem, insanın insanlığa olan güveni'dir.
Yenidenbiçimleniş anlamındaki reformasyon, yenidendoğuş anlamındaki rönesans çığırı içinde yer alan dinsel bir akımdır. Alman papazı Martin Lutherin (1483- 1576) 1517 yılında Wüttenberg kilisesinin kapısına astığı, Katolik kilisesine karşı ünlü protestosu yüzünden Protestanlık adını alan bu akım, gerçekte, genel düşünceyi dilegetiriyordu. Katolik kilisesi, Rönesans'ın getirdiği yeni hayat görüşüne uymayacak kadar donmuş, bozulmuş ve köhneleşmişti. Hıristiyanlığı, ilk ve sade biçimine döndürerek skolastiğin eklentilerinden temizlemek hemen bütün Hıristiyanların dileğiydi. Fransa'da Calvin ve İsviçre'de Zwingli'nin geliştirdikleri Protestanlık,, sonradan Calvinizm aracılığıyla İngiltere'ye geçerek Anglikanizmi doğurmuştur. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin Tanrısal düzenin gereği olduğunu ilerisüren Lutherin düşünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakımdan uygun düştüğü için hiç yadırganmadı ve kolaylıkla benimsendi. İznik Konsilinin hazırladığı İncil metni de temel kutsal kitap olarak dokunulmazlık ve yorumlanılmazlık kazanınca, kilisesiz ve papazsız bir dine dönüş yolundaki ilk protestoları bilmezlikten gelip, yeni Protestan kiliseleri yükselmeye başladı. Daha sonra, Katolik kilisesinin [sayfa 169] tuttuğu yoldan gidilerek, ayıklanan Aristotelesçilik geri getirildi ve İznik Konsilinin hazırladığı metin bununla temellendirilmeye çalışıldı. Lutherin, önceleri şeytanın yatağı dediği us, yeniden eski tahtına oturtulmuştu. Şu farkla ki, usla kutsal kitap çatışırsa kutsal kitabın dediği olacaktı. Aristotelesin söylediği değil... Yeni ekonomik ilişkilerin meydana getirdiği Rönesans'ın yeni insanı, dinsel insan olmaktan çıkarak kişisel insan olmaya başlamıştır.
Yenidendoğuş düşüncesinin ayırıcı niteliği insancı (ümanist) oluşudur. Bu düşünce insan'ı arar ve dış dünyayı insanla olan ilişkileriyle değerlendirir. İnsan, artık bilgilerini yenilemekte ve bütün inaklardan (dogmalardan) kuşkulanmaktadır. Yenidendoğuş şüpheciliği, metafizik temeli yıkarak, bireyci (endividüalist) temeli kurmaya başlamıştır. Ortaçağın feodal toprak ağasının desteği olan metafizik, yeniçağ burjuvasının desteği olan bireycilikle çatışıyor. Ne var ki bu çatışma, aynı anadan doğan iki kardeşin çatışmasıdır. İdealist metafizik, idealist bireyciliğe boyun eğmek üzeredir. Bu sırada, yeniçağın yeni insanını simgeleyen iki büyük zeka doğuyor: Nicolaus Cusanus'la Giordano Bruno.
Kardinal Nicolaus Cusanus (1401-1464)'a göre tanrı kavranamaz. Çünkü us, yapısı gereği, birleştiricidir ve birleştirme işini gerçekleştirebilmek için de çokluklar ve ayrılıklar gerekir. Tanrıysa ancak çokluklar ve ayrılıkların dışında düşünülebilir. Öyleyse düşünce, bu son ereğinde kendisiyle çelişmeye düşmektedir. Daha açık bir deyişle, birleştirici olan düşünce, ayrılıklarla çalışmak için yapılmış olduğundan -çünkü birleştirebilmek için ayrılıkların varlığı gerekir- yetkin birleşmeye (Tanrı) yükselince çalışamaz... Ortaçağdan Rönesans'a geçiş döneminde yaşayan' ve düşünce yapısıyla da bir kolu geçmişte, öbür kolu gelecekte bulunan Cusanus, Kant'ın öncüsü sayılabilir. Düşüncenin sınırını çizmiş ve bu sınırın ötesinde kalan metafiziği mistik bir görüşle sezilere bırakmıştır. Tanrıyla doğayı da birbirinden ayırmış, güçlü bir sezgiyle evrenin evrimsel bir gelişme süreci olduğunu söylemiştir. Cusanus'e göre, doğada karşıtlar (çokluklar ve ayrılıklar) vardır. Tanrıdaysa bütün karşıtlar birleşmiştir, öyleyse bu iki yapı aynı şey olamaz. Evren devim halindedir ve sonsuz bir değişme içindedir, Tanrıysa tüm değişmezliktir. Cusanus, "karşıtların sürekli olarak geçitlerle ortadan kalkacağı"nı düşünmekle bir çeşit eytişimsel anlayışa varmış bulunmaktadır. Cusanus'e göre dünya, evrenin merkezi de olamaz. Çünkü evrenin merkezi ancak kendi dışındaki bir şeye göre olabilir, evrenin dışında bir şey tasarlamaksa evrenin bütünlük (La. universum) niteliğini ortadan kaldırır. Tanrıbilime karşıt düşüncelerinden ötürü Cusanus öğretisine olumsuz Tanrıbilim adı verilmiştir.
Giordano Bruno (1548-1600), tipik bir rönesans adamıdır. Doğa karşısında duyduğu büyük coşkunluk yüzünden onu ozan-düşünür olarak nitelendirirler. Gençliğinde Dominiken tarikatına girmiş, oysa cüppesiyle birlikte metafizik düşüncelerini de pek çabuk üstünden atmıştır. Hareketli bir yaşamı vardır, her yerde kovuşturmaya uğradığından serbestçe düşünebilmek için ömrü boyunca kentten kente dolaşmıştır. Sonunda, yakalanarak, Roma'da Campo di Fiora meydanında yakılmak suretiyle öldürülmüştür. Kendisine bu cezayı tebliğ eden Engizisyon yargıcına, "ölümümü bildirirken siz, benden çok korkuyorsunuz" demiş. Kopernikus [sayfa 170] sisteminden esinlenerek evrenin sonsuzluğunu kavramış. Tanrının da, varsa eğer, ancak böyle bir sistem içinde, sonsuzlukta gerçekleşebileceğini düşünmüş. Aristoteles'in evreni bölümlere ayırmasını açıkça gülünç buluyor. Ona göre gök, sonsuz evrendi. Akıl için iki sonsuz olamayacağına göre Tanrı ve Evren bir ve aynı şeydiler. Tanrı evrenin yaratıcısı değil, kendisidir. Yaratılan bir şey yoktur, olmakta olan bir şey vardır. Ne yaratan vardır, ne de özgürce bir yaratma işi. Bunların yerine doğa'yı ve meydana gelme zorunluğunu koymamız gerekir. Evren-Tanrı, açılarak ve yayılarak, kendisi bireyleşmeden bireyleri meydana getirir. Sonsuz büyüklükte nasıl bulunuyorsa bir parçacık otta, bir kum taneciğinde, bir karıncada da öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerde bulunması yüzünden doğa'da hiçbir şey yok olmaz. Ölüm, hayatın bir değişmesinden başka bir şey değildir. Doğa'da, bizlerin kurup çattığımız anlamda bir ölüm olamaz. Sadece her şey sürekli olarak değişir, o kadar. Bu değişme sonsuzdur. Tohumlar başka tohumlara yönelirler, değişirler. Örneğin tohum, ot olur, başak olur, ekmek olur, keylus olur, kan olur, insan tohumu olur. İnsan tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki tohumu olur. Bu değişmeler ve yenileşmeler sonsuza kadar sürüp gidecektir. Bu sırada bir başka İtalyan, Tommaso Campanella (1568-1639) yeni gidişe ayak uydurabilmesi için felsefeyi zorluyor. Oysa bu zorlayış sonuçsuz kalacaktır, ortaçağın son kalıntılarından olan İtalyan kilisesi onu da boğup susturmak üzeredir. İtalya'da doğan yeni düşünce artık İtalya'da barınamayarak İngiltere'ye, Fransa'ya, Almanya'ya doğru yola çıkmak zorundadır. Campanella'ya göre Varlık'ın ilkeleri şunlardır: Yapabilmek, bilmek, istemek... Bilgi olmasaydı doğa hiçbir zaman hiçbir şeyi meydana getiremezdi. İşte Tanrı bu üç ilkenin birleşimidir, bir başka deyişle salt (Mutlak) iktidar, salt bilgi, salt sevgidir. Bilgilerimiz duyularımızdan gelir. Oysa bu duyuları bilgi haline getiren akıldır. Campanella'nın bu ileri çıkışları, sonraları, çok daha aydınlık olarak işlenecektir. Görüldüğü gibi, yeni insan önce kendini, sonra da doğayı tanıma yolundadır. Çekinmeden aynaya bakmasını, aynadakini olduğu gibi görmesini öğrenmiştir. Düşüncesi, artık, bu yeni bilgilerine dayanacaktır: Zavalılığını, gülünçlüğünü, karmakarışıklığını bilmekte, gene de ürkmemektedir. Bu yeni bilgileri onu yıpratmayacak, güçlendirecektir. Yeni insan; yavaş yavaş, dünya gerçeklerini bulmakta, ortaya çıkarmakta, incelemekte ve bütün bunlardan yeni sonuçlara varmaktadır. Bakışlar gökten yere inmiş, yerden de aynaya çevrilmiştir. Ayna, bakmasını bilenlere her şeyi olduğu gibi göstermektedir. Yeni insan, Yunanlı balıkçının bir fırtına sırasında Neptunus'a dediğini kendi kendine mırıldanmaktadır: Ey Tanrı, beni ister kurtar ister mahvet, ben dümenimi kırmadan dosdoğru gideceğim. Tommaso Campanella'nın İtalya'da boğulan sesi, İngiltere'de Francis Bacan (1561-1626)'un ağzında devam etmektedir: Bilmek mi istiyorsunuz? Şu halde sormaktan vazgeçerek kendiniz deneyiniz. Deneyin mihengine vurulmamış olan deney öncesi (a priori) bir düşünce, gereken bilgi değildir. Peşin yargılardan kaçınınız. Kimi insanların büyük kötülüklerden kurtulduklarını görüyoruz, bundan doğaüstü bir koruyuculuk sonucunu çıkarıyoruz, aynı insanların o büyük kötülüklerden kurtulmadıkları halleri de düşünün. Eşya üstünde anlaşacak yerde, herkesin istediği anlamı [sayfa 171] verdiği kelimeler üstünde beyhude yere kavga ediyoruz. Felsefenin kurtuluşu, gözleme ve deneye bağlanmakla sağlanabilir. Doğa üstüne soyut düşüncelere dalmaktan kurtulunuz, bu soyut düşünceler hiçbir işinize yaramayacaktır. Bir başka İngiliz, Thomas Hobbes (1588-l679), ulusdaşının sürdüğü tarlaya yeni tohumlar atmaktadır: Felsefe yapmak, doğru düşünmektir. Düşünmekse katmak, ayırmak, toplamak, çıkarmak; bir başka deyişle, saymak demektir. Şu halde doğru düşünmek, birleştirilmesi gerekeni birleştirmek, ayrılması gerekeni ayırmaktır. Birleşebilen ya da ayrılabilen şeyler cisimlerdir. Demek ki felsefenin cisimlerden başka bir konusu olamaz. Ruhlar, Melekler, Tanrı düşünülemez. Bu soyut kavramlar felsefe konuları değil, inan konularıdır. Felsefenin konusu cisimler, metodu da dış ve iç duyarlıktır. Dış ve iç duyarlığın her ikisi de deneye dayanır. Gözlem biliminin dışında gerçek hiçbir bilgi yoktur. Hobbes'a göre sınırsız özgürlük (Kayıtsız hürriyet, La liberte dindifference) diye bir şey yoktur. Biz insanların davranışları dayanılmaz içgüdülerin elindedir. Tutkusuz akıl, çekiciliği olmayan töresel ilkeler insanlar üstünde hiçbir etki yapamaz. Bir istekten sonra gelen davranışımızı yönetmek bizim elimizdedir ama, isteğimizi yönetmek elimizde değildir. Her davranışın yeter bir nedeni vardır. Yeter neden, zorunluktur. Evrendeki her cisim gibi insan da bu zorunluğa bağlıdır. Her şeyde olduğu gibi törede de en gerçek yönetici, çıkar (Menfaat) düşüncesidir. Salt iyi, salt kötü, salt tüze. (Adalet), salt töre (Ahlak) yoktur, bunlar uydurulmuş kavramlardır. Gerçekte iyi, hoşa giden, kötü de hoşa gitmeyen şeydir. Doğada olduğu gibi Devlette de hakkı meydana getiren güç (Kuvvet)'tür. Gerçek Devlet, herkesin herkese karşı kavgasıdır.
Devlet bu kavgaya bir dereceye kadar son verdiği için onun emrettiği erdem, yasak ettiği erdemsizliktir. Rönesans insanı, artık, önüne serilen her türlü bilgiden şüphe etmektedir. Felsefe tarihçilerinin modern şüphecilik (Fr. Scepticisme moderne) adını verdikleri rönesans şüpheciliği (Fr. Scepticisme de renaissance) de Henricus Cornelius Agrippa von Nettesheim (1486-1535)'le başlamaktadır. Nettesheim, bilgi olanağını ilerisüren herkese şiddetle saldırmış, çalışmalarının boş ve tehlikeli olduğunu ve onları hiçbir sonuca eriştirmeyeceğini savunmuştur. Bilime karşı bu bilgisizce saldırıda kendisini bir başka rönesans adamı, Michel de Montaigne izlemektedir. Montaigne'e göre de bilim adamları, hiçbir işe yaramayan yanlış sonuçlara varmaktan başka hiçbir iş yapamazlar. Copernicus'a niçin inanmalı? Yakın gelecekte biri çıkıp onu pekala çürütebilir. Paracelsus, kendisinden önceki bütün hekimlerin hastalarını öldürmekten başka bir şey yapmadıklarını söylüyor, ama Paracelsus da aynı sınıfa sokulacak hekimlerdendir. Güvenilir bilgi arayacağımıza bilgisizliğimizi görüp kabullenmemiz gerek. Bu olumsuz şüphecilikte Montaignein izleyicileri de rahip Pierre Charron (1541-1603)'la piskopos Jean Pierre Camus (1584- 1654)'dür. Charron, gerçek bilim insanın kendisidir, diyor. İnsan kendisini incelerse, tüm bilgilerinin duyularından ve usundan geldiğini görür. Oysa bu ikisine de asla güvenilemez. Bilim adamlarının yapabilecekleri tek şey vardır, eski şüpheli varsayımları yeni şüpheli varsayımlarla değiştirmek. Bilim asla bundan öteye gidemez. Piskopos Camus'ye göre de sav, hiçbir şey bilemeyiz; karşı sav, bir şey bilebiliriz; bireşim, bir şeyin bilinip bilinemeyeceği [sayfa 172] konusunda yargıdan kaçınmalıyız. Felsefe de bulanık bir uçurum ve içinden çıkılamaz bir labirenttir. Rönesans şüpheciliğinde bu iki papazı François la Mothe le Vayer (1586-1672) izlemektedir. (Molierein birçok piyeslerinde alay ettiği şüpheci budur). Yapıtı bile şu adı taşır: Şüpheci felsefenin şüphelerinin bilimlerde çok işe yaradığını gösteren konuşma. Le Vayere göre şüphecilik, bilimi yıkmıştır ve boşuna bir uğraşı olduğunu tanıtlamıştır. Bilimsel araştırma gereksiz, umutsuz ve sonuçsuzdur. Rönesans şüphecilerinin son düşünürü Francisco Sanchez (1562-1632)'dir. Sanchez'e göre de nesneler (Sanchezin deyimiyle: ne yazık ki) birbirleriyle ilişkilidirler, bundan ötürü de tek tek hiçbiri bilinemez. Bundan başka sayıları da sınırsızdır, demek ki tümünü bilmek esasen olanaksızdır. Dahası, sürekli olarak değişirler, değişen şeyler nasıl bilinebilir? Duyulara asla güvenilemez, çünkü onlar sadece dış görünüşü gösterebilirler, nesnenin kendiliğine inemezler. Rönesans şüphecileri, görüldüğü gibi, antikçağ Yunan şüphecilerinden çok daha bilimdışıdırlar. Bundan başka, her şeyden şüphe etmişler, ama tanrıdan şüphe etmemişlerdir (Nettesheim'a göre, tek bilgi kaynağı tanrıdır, Charron'a göre, insanın incelenmesi bizi tanrının bilgisine götürür, Montaigne'e göre, eğer tanrı insanlara ilkeleri bildirmeseydi bu ilkeler olabilir miydi?, Camuş'ya göre, insanın bilebileceği gerçekler ancak tanrının ona göstermek istediği kadardır, Le Vayere göre, tanrısal gerçeklere tanrının yardımı olmadan asla ulaşılamaz). Ne var ki rönesans şüpheciliği metafizik temeli yıkarak yerine bireyci temeli koymaktadır. Ortaçağ toprak ağasının (feodal) desteği olan metafizik, yeniçağın yeni insanının (burjuvazi) desteği olan bireyciliğe boyun eğmek üzeredir. Gerçekte her iki dünya görüşünün de yapısı aynıdır; metafizikte genellikten özelliğe dağılan us, bireycilikte özellikten genelliğe yükselmektedir. Sadece çıkış noktaları değişmiştir, vardıkları sonuç birdir. Bireyler, bireysel olduğu kadar ortak bir usla birbirlerine bağlıdırlar. Stoacıların dedikleri gibi bu us Atina'da başka türlü, Roma'da başka türlü olamaz. Justus Lipsius'un (1547-1606) rönesans stoacılığı böylesine bir usu önermektedir. Metafizik ruh, bireycilikte kılık değiştirmiştir. Padua okulunun kurucusu Petrus Pomponatius (1462- 1525), Scaliger (1484-1558), Cremonini (1552-1631), Zabarella (1533-1589) ve Lucilio Vanini' nin (Pompejo Ucilio, 1583-1619) dillerinde artık onun ölmezliği açıkça tartışılmaktadır. Artık kimse ruhun ölmezliğine inanmıyor ama, Vanini gibi dili koparıldıktan sonra diri diri yakılımayı göze alamayanlar Cremonini'nin şu öğüdüne uyuyorlar: İçinden dilediğin gibi, dışından herkes gibi davran (Intus ııt Iibert, foris ut moris est)...
Aristoteles, ortaçağın metafizik eklentilerinden temizlenerek yeniden ele alınmaktadır. Theodoros Gaza'nın yönetiminde Rudolf Agricola ve lacobus Faber, insancı (ümanist) bir Aristoteles yaratmaktadırlar. Bireysel ruh ölümlüdür ama, ruhun usu ölümden sonra evrensel usa karışacaktır. Çünkü onun özü olan düşünce, vücuttan ayrılır. Bu anlayış, Teleziana akademisinin kurucusu Bernardino Telesio'yla (1108-1588) Frencesco Patrizzi'nin (1527- 159.7) natüralizmine uygun düşmektedir. Öbür yandan da, Georgios Gemistos Plethon (1355-1450), Basilius Bessarion (l403-1472), Marsilius Ficinus'un (1433-1499) eliyle metafizik eklentilerinden temizlenmiş insancı bir Platon meydanâ çıkarılmaktadır. İnsanın ruhu [sayfa 173] tanrıdan türemiş olduğuna göre, insanda bütün evreni bilebilmek ve anlayabilmek gücü var demektir. Bilgi derebeyine özgü değildir, burjuva da bilgi edinebilir. Bütün bunların üstünde de, Giovanni Pico della Mirandola'yla (1463-1494) Andreas Caesalpinus'un (I509-1603) seçmeciliği (eklektizm) eski Yunan düşüncesinin çeşitli akımlarını birleştirerek uzlaştırmaya çalışmaktadır. Aristoteles'le Platon'un temelde birleşmekte oldukları düşüncesi yeniden ortaya atılmıştır. Ortaçağda derebeyliğin çıkarlarına göre yorumlanan Yunan düşüncesi, artık burjuvazinin çıkarlarına göre yorumlanmaktadır. İnsanlık yaşamına bilimsel bir temel yerleştirmeye çalıştığı için bilimsel olan hiçbir şeyden hoşlanmayan ortaçağ metafiziğince sapıklıkla suçlanan Epikuros, Petrus Gassendi'nin (1592-1655) eliyle, burjuvazi bireyciliğine uygun mekanikçi atom anlayışı içinde yeniden doğurtulmaktadır. Yenidendoğuş (Rönesans), her bakımdan burjuvaziye uygun ve yararlı bir doğuştur. Doğa, artık, metafiziğin hiyerarşik durallığı içinde değil, mekaniğin yer değiştirme devimselliği içindedir.
Derebeyinin hiyerarşik düzendeki dokunulmaz üstün yeri değişecek ve bu yere -her ne kadar yeri değişenin kendisi değişmezse- de burjuvazi oturabilecektir. Yenidendoğuş, bütün bu oluşmalar içinde de, bir yeniden biçimleniş (reformasyon) gerektirmektedir. Protestanlık, kapitalizmin temellerini hazırlamaktadır. Luthere göre sosyal eşitsizlik tanrı düzenidir ve olduğu gibi korunması gerekir. Calvin'e göre üretim için alınacak faiz gereklidir ve dinsel yasalara aykırı değildir. Protestanlık, ekonomik bir dinciliktir ve burjuvazinin ticaret sorunlarını kapsamaktadır. Birey ve bireyin ekonomik sorunları, tanrısal düşünce içinde bile, birinci plana çıkmıştır. Jacob Boehme'de (1575-1624) dilegelen Rönesans gizemciliği (mistisizm) de bu yoldadır. Boehme'e göre tanrı dural değil, devimseldir. Tanrı doğalaşmış ve insanlaşmıştır, öyleyse birey tanrılık değerdedir. Rönesans çağının sonlarına doğru, bütün bu dinsel yenilenmeler de yetişmeyecek, kaynağını insanda ve us'ta bulan yeni bir doğal din akımı türeyecektir. Laelius Socinus (1525-1562), Jean Bodin (1530-1596) ve Herbert of Cherbury'nin (1581-1648) ellerinde oluşan bu doğal din, insan usunu ve böylelikle de bireyi yüceltmektedir. Bu çağın dincilerinin çoğu aynı zamanda ekonomicilerdir. Bodin de bunlardan biridir ve ekonomik olayları, metafiziğe uygun olan dogmatik açıdan değerlendirmektedir.
|