50 Milyara Satılık Kent : KARS
Türkiye'de 1950'lerden itibaren hızlanan kırdan kente göç olgusu, 1980 sonrasında daha da yoğunlaşmıştır. Özellikle sanayinin yoğun olarak bulunduğu kentlere doğru bir göç yaşanmaktadır. Anadolu'nun her tarafından İstanbul'a göç olanca hızıyla sürerken, İzmir ve Mersin yeni göç alanlarını oluşturmaktadır.
1950'lerde emperyalist üretim ilişkilerinin egemen olmasıyla olağan bir gelişme haline gelen göç, asıl olarak, kırsal alanlardaki doğrudan üreticilerin, yani köylülerin yoksullaşması ve mülksüzleştirilmesiyle belirlenmektedir.
Ülkemizde göç olayı iki biçimde gerçekleşmektedir. Birincisi, köylerden, özellikle toprağın yetersiz olduğu, tarım ürünleri üzerine uygulanan politikalar yüzünden ailelerinin geçimlerini sağlayamayan köylerden, yakın ilçe ve il merkezlerine göçtür. İkincisi ise, sadece köylerden değil, kasaba ve hatta il merkezlerinden büyük kentlere, özellikle iş ve eğitim olanakları bulunan kentlere olmaktadır. Tarımsal üretimin yeterli gelir sağlamadığı, sanayinin ise, ya hiç olmadığı ya da yetersiz olduğu yerlerde, kentlere göç etmek bir kurtuluş gibi gelmektedir insanlarımıza. Bunun hiçbir işe yaramadığını, her yıl artan işsizlik rakamları yeterince göstermektedir.
Ülkemizde, son on yılda en çok göç olayına sahne olan kentimiz Kars'tır. Buradan göçün, ülkemizdeki çarpık sanayileşmenin ürünü olduğu kesindir. Kars'ta yayınlanan bir yerel gazetede şunlar yazılmaktadır:
"... hizmetlerin ve yatırımların olması halinde, vatandaşı Kars'ta tutmak için özendirici tedbir olarak dar gelirliden verginin hiç alınmaması, on milyon liraya kadar olan kazançtan çok az vergi alınması gerekir. Bir de, yatırımcı kuruluşlara bazı kolaylıklar sağlanmalı ki, yatırım yapsınlar. Bunlar olmadığı takdirde, göç kaçınılmazdır Kars'da."
Görüldüğü gibi, Kars'lı yerel gazeteci, yatırımların artmasıyla iş olanaklarının artacağını ve bunun da göçü yavaşlatacağını söylemektedir. Ama bu yatırımlar için gerekli sermayenin sorun olduğu da, bir gerçektir.
Kars'a yeni yatırımlar için sermaye bulunması, doğrudan ülkedeki ekonomik ve siyasal düzenle ilişkili olduğu unutulmaktadır.
Ülkemizde, ekonomiyi ve siyasal iktadarı belirleyen, emperyalizme bağımlılık ve bunun getirdiği çarpık kapitalist ilişkilerdir. Bu çarpıklık, kapitalizmin işleyişinde zaten var olan eşitsiz gelişmeyi daha da artırmıştır. Ülkenin bir bölümü, emperyalizmin taleplerine uygun olarak da olsa, sanayileşip kentleşirken, diğer bölümlerinde geri bir ekonomik yapı varlığını sürdürmektedir. İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük kentlerde sanayi yanında yaygın bir hizmetler sektörü bulunmaktadır. Ancak, artan nüfus ve artmayan istihdam koşullarında, bu kentlerde yaygın bir işsizlik ortaya çıkmıştır. Çalışmak için iş bulamayanlar ile, yatacak, barınacak konut bulamayanlar, iç içe yaşar olmuşlardır. Sürekli sorun üreten gecekondulaşma ile geçici işler, sanayi kentlerinde üst üste yığılan bir nüfus yaratırken, yeni gelenler için, buralar başlı başına sorun yaratmaktadır.
Eşitsiz gelişmenin ve sömürü düzeninin ürettiği sorunlar, bir yandan kitleleri sürekli ekonomik sorunlar içine hapsederken, diğer yandan toplumsal ve siyasal düzene karşı tepkileri yoğunlaştırmaktadır. Bunun karşısında oligarşi, düzeninin yıkılmaması için, bir yandan
siyasal zorunu artırırken, öte yandan, kısmi ekonomik önlemlerle sorunları hafifletmeye çalışmıştır. Ancak tüm ekonomik önlemlerin, son tahlilde, kapitalistlerin kârlarının bir kısmından vazgeçmelerini gerektirmesi karşısında, tüm planlar kâğıt üzerinde kalmıştır. Küçük-burjuva partilerin "insancıllık" adına geliştirmeyi düşündükleri bazı projeler ise, devlet kaynaklarının halka aktarılması anlamına geleceği için oligarşi tarafından engellenmiştir. Bu projelerin en önemlilerinden birisi olan Kars süt sanayi projesi, TÜSİAD'ın açıktan muhalefetiyle durdurulmuştur. "Devlet mandıracılık ve sütçülük yapamaz" diyerek, tüm süt üreticileri birkaç aracının, komisyoncunun eline bıraktırılmıştır.
Kars için öngörülen projelerin bizzat egemen sınıflar tarafından durdurulmasının arkasında, devlet olanaklarının kendileri tarafından kullanılması yatmaktadır. Böylece bir kez daha, ekonomik gelişme ile siyasal iktidar arasındaki bağlantı ortaya çıkmaktadır. Ama Kars için, bir başka olgu daha vardır. Bu da, egemen sınıf partilerine karşı olmaktır. 12 Eylül öncesinde devrimci mücadelenin oldukça geliştiği illerden birisi olan Kars, geri-kalmışlığına. yoksulluğa, sefalete çare aramak için mücadele etmiş bir halka sahiptir. İşte bu da, Kars'ın yıllar boyu ihmal edilmesinin ikinci nedenidir.
"Devlet burayı gözden çıkarmış, biz değil. Milletvekilleri ilgilenmiyor. 1950'li yıllarda Erzurum, Kars'tan geri idi, ama oraya yatırım yaptı devlet, şimdi Kars Erzurum'dan geri.
Bir süt fabrikası vardı, özelleştirildi. Şeker fabrikasının temeli yıllar önce atıldı, hâlâ birşey yapılmış değil. Mahalli radyo vardı, kapandı. Sovyetlerin ticaret ateşeliği vardı, yok oldu gitti."
Böyle anlatıyor bir Kars'lı. Artık Kars'da eksilen sadece insanlar değildir. Önce olanaklar, hizmetler gitmiş, sonra insanlar. Bunların da gençleri belki de hiç geri dönmemek üzere gittiler. Toprak, sadece yaşlı kadın ve erkeklere kaldı.
Ve bu sadece Kars'a özgü değildir. Bir Kastamonu, bir Tunceli, bir Artvin, bir Sinop göç olaylarının yoğun olarak yaşandığı, nüfusun sürekli azaldığı diğer illerdir.
Bu illerimizin en önemli özelliği, tarımda küçük-üreticiliğin yaygın olmasıdır. Kars'da hayvancılık özel bir yere sahipken, diğerlerinde tarım ürünleri başta gelir. Örneğin Kastamonu'da en önemli ürün kendirdir. Yaygın olarak küçük köylülerin ürettiği kendir, geleneksel olarak, urgan, halat yapımında kullanılır. Ancak sentetik halatların üretilmesiyle, bu geleneksel üretim gerilemiştir. Bunun sonucu olarak. kendir üreticisi köylüler, ürünlerini yok pahasına elden çıkartmak ya da kendir yetiştirmekten vazgeçmek durumunda kalmaktadırlar. Öte yandan, kendirin kullanıldığı diğer yer kâğıt sanayidir. SEKA tarafından alınan kendire düşük fiyat verilmektedir. Böylece kendir üretimi, tıpkı Kars'da süt üretiminde olduğu gibi, bizzat devlet tarafından yok edilmektedir. Amaç, kendir üreten köylülerin, bundan vazgeçerek, şeker pancarı üretimine yönelmesidir. Ama, kendir üreten köylünün, bunun için ne gerekli toprağı, ne de tarımsal bilgisi vardır. Böylece kendir üreticisi köylüler, şeker pancarı üretiminde mevsimlik işçi olarak çalışmak durumundadır. Şekerbank'ın denetiminde bulunan şeker üretimi, böylece kendisine ucuz işgücü bulmak için geleneksel bir üretimi yok etmiştir.
Nüfusu sürekli olarak azalan diğer bir il ise Tunceli'dir. Hemen hemen benzer tarzda küçük-üreticiliğin yıkıma uğratıldığı Tunceli'de, siyasal zor da devreye girerek, nüfusun sürekli göç etmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
Şüphesiz bunda, olumlu yanlar da vardır. Kırsal alanda ortaya çıkan mülksüzleştirme, aynı zamanda, kentlerde proletaryanın sürekli büyümesi anlamına gelmektedir. Kent yaşamı, kırsal yaşamın kapalı, tutucu özelliklerine göre insanları gelişmeye açık hale getirmektedir. Nüfusun büyük kısmını kırsal yaşamın darlığından kurtarmakta, kırsal yaşamın bönlüğünden uzaklaştırmaktadır. Ama insanların sefaleti pahasına gerçekleşen bir "ilerleme" ile övünmek olanaksızdır.
Kapitalizm koşullarında küçük-üreticiliğin, sürekli olarak yok olması kaçınılmazdır. Büyük üretim karşısında bu yok oluş, insanların sefaleti, yoksulluğu pahasına gerçekleştirilmektedir. Ama bunun bir başka yolu da vardır. Bu yol, küçük-üretici köylülerin birleşik, kollektif bir üretimde birleşmeleridir. Bu da, ancak, demokratik bir halk iktidarında olanaklıdır.
Evet, şimdi ülkemizde herşey satılıktır. Ülkenin toprakları satılıktır; ülkenin suyu, madeni, denizi satılıktır; ülkenin insanı da satılıktır.Ve 50.000.000.000'a satılık bir kent de vardır artık ülkemizde.
50.000.000.000'a satın alınabilen kent bugün Kars' tır, ama yarın, sıra belki Artvin'e gelecektir. Belki de, iktidarın bugün yatırım üzerine yatırım yaptığı Bayburt ve Gümüşhane olacaktır. Bu düzen devam ettiği sürece, bu satışlar devam edecektir.
Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Bülteni
CEPHE
1991