Almanca SCHUTZSTAFFEL olan SS'ler, Nazi Partisi' nin siyah üniformalarıyla ünlü, seçilmiş elemanlarından oluşan birliğidir. Nisan 1925'de Hitler'in kişisel korumasıyla görevli küçük bir birlik olarak kuruldu. 1929 yılında SS'nin başına, ünlü Nazi kasabı Himmler getirildi. SS'e alınacak adaylar, toplumun hangi kesiminden geldiklerine bakılmaksızın, fiziksel kusursuzlik ve ırksal saflık ölçütlerine göre değerlendirilerek örgüte alınıyordu. Parlak siyah üniformalarıyla ve şimşeğe benzetilmiş S harfleri ile kurukafalar SS'lerin simgeleriydi. SS'lerin birinci görevleri, polislik ve ırk sorunlarıyla ilgiliydi. Bu görevi ünlü GESTAPO yerine getirmekteydi. SS'lerin ikinci görevi ise, Hitler'in özel koruması ve toplama kamplarının yönetimiydi. "Kurukafa Birlikleri", Alman ırkına zarar verdiklerine karar verilenlerin imhasını yerine getiriyordu. Bu amaçla kurulmuş olan insan yakma fırınlarının yönetimi bunlara aitti. SS üyelerine, insanların acı çekişi karşısında soğukkanlı olmak ve başka ırklardan ve uluslardan nefret etmek öğretilirdi. SS'lerin asıl "düşmanları" komünistler, Partizanlar, Sovyet Kızıl Ordusu tutsakları, Polonyalı Milliyitçiler, çingeneler ve Yahudilerdi. 413, 424 ve 425 sayılı kanun hükmündeki kararnamelerin getirdiği "sansür" ve "sürgün" uygulamaları, sonuçta, Hitler faşizminin uygulamalarıyla benzerlik gösterdiğinden, "sansür ve sürgün" kararnamesi yerine SS Kararnamesi denilmektedir. | 10 Nisan 1990 günü çıkartılan 413 sayılı kanun hükmündeki kararnameyle, yeni bir dönem başlamıştır. içeriği ve amaçları yüzünden, kısaca SS Kararnamesi olarak adlandırılan bu kararname, daha sonra yapılan değişiklikler sonucunda, bugün kullanılan haline getirilmiştir. 1990 yılına girerken, solda, genel olarak, demokratik hak ve özgürlüklerde, revizyonistlerin istediği türden bir gelişmenin olabileceği umutları yayılmışken, Mart ayından itibaren "anarşi ve terör" demagojisiyle, oligarşik devlet aygıtının açık zor uygulamalarını "yasallaştırması" gündeme gelmiştir. İşte bu "yasallaştırma" faaliyeti, sivil yönetim altında siyasal zorun açık biçimde yürütülmesinden başka bir şey değildir. Bugünkü evrede, yönetimin askerileştirilmesi, bölgesel planda gerçekleştirilmekte ve ülke bütününde ise, sivil yönetimin "yassallığı" çerçevesinde daha örtük olarak sürdürülmektedir. Bu durumun, ülke çapında yönetimin askeriliştirilmesine yönelip yönelmeyeceği, toplumsal ve siyasal muhalefetin mücadelesine bağlıdır. SS Kararnamesi ile, sınırlandırılmış ölçekte, ülke çapında açık siyasal zor uygulamalarının kapısı aralanmıştır. Ama bunun gelişimi, doğrudan doğruya, süreçteki güçler tarafından belirlenecektir. Bugün, oligarşi, sivil-yasal görünüm altında ve sınırlandırılmış bir Kürt sorunu temelinde açık siyasal zora, bölgesel olarak başvurarak işin içinden sıyrılmak istemektedir. Eğer bunu başaracak olursa, kendilerinin gereksinme duydukları birkaç yıllık zamanı kazanmış olacaklardır. Devrimin eşitsiz gelişme eğilimi, bölgeler arası eşitsiz gelişim olarak, aynı zamanda, karşı-devrimin taktikleri için de bir temel oluşturabilmektedir. Nasıl ki, bir bölgede yapılan devrimci silahlı eylemler, diğer bölgelerde de etki yaratıyorsa, aynı şekilde, oligarşinin açık siyasal zorunun bölgesel uygulaması da, ülke çapında, yani diğer bölgelerde, belli bir etki yaratmak durumundadır. Bu bağlamda, SS Kararnamesi ile ülke çapında bir kitle pasifikasyonu yaratılmaya çalışılmaktadır. 12 Eylül sonrasında devrimci örgütlerin dağıtılması ve kitle bağlarının kopması, bir yandan legal ağırlıklı faaliyetlerle aşılmaya başlanmışken, diğer yandan kitlelerin kendiliğinden mücadelesi yükselmeye başlamıştır. Bu bağlamda Özellikle 1989 Nisan ayında ortaya çıkan işçi eylemleri ve 1990 Mart ayında meydana gelen Cizre-Nusaybin olayları, devrimci örgütlerin, örgütlenme ve kitle bağlarına bağlı olmaksızın gerçekleşmiştir. Bu durum, oligarşinin önüne kitle pasifikasyonunu yeniden koymuştur. Özellikle 1990'nın Nisan ve Eylül aylarında yoğunlaşması beklenen olaylar (toplu sözleşmeler ve 1 Mayıs) pasifikasyonun bu dönemde gerçekleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda, kitle pasifikasyonu, geçmiş dönemlerden farklı olarak, ağırlık ve esas açısından kadro pasifikasyonu temelinde yürütülmektedir. Zaten solun dağınıklığı ve sağa kayış ortamında, bunun böyle olması son derece doğaldır. Ancak silahlı devrimci örgütlere yönelek olarak sürdürülecek karşı hareketler de, bu pasifikasyonun bir parçası durumundadır. SS Kararnamesiyle birlikte ortaya atılan "silaha silahla karşılık verme" olarak formüle edilen yan, silahlı devrimci örgütlere yönelik ağır saldırıların temelini oluşturmaya yöneliktir. Ancak burada özel bir yere sahip olan yan, bu ortam içinde ve bu ortamın havasıyla, silahlı devrimci örgütlerin "eylemsiz" hale getirilmeleridir. Bir başka deyişle, kitle pasifikasyonu, silahlı devrimci örgütlerin, isterse öznel eksiklikler nedeniyle olsun, "eylemsizlikleri" temelinde sağlanmak istenmektedir. Bunun anlamı ise, silahlı devrimci mücadelenin kitleler gözünde "meşruiyeti"ni yitirmesini sağlamak ve bu yolla kitleleri oligarşik yönetimin kendi yasallığı içinde hareket etmeye yöneltmektir. SS Kararnamesi ile, kendi yasallığını ve yasal çerçevesini istediği gibi değiştirebileceğini ortaya koyan oligarşik yönetim, kitleleri içine çekmeye çalıştığı kendi "yasallığının" da, demokratik hak ve özgürlüklerle uzaktan yakından iligisi olmadığını göstermektedir. Öte yandan, Türkiye oligarşisi, uluslararası planda sürekli olarak yeni sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır ve Doğu-Avrupa'daki gelişmelerden sonra eski askeri-stratejik konumunu yitirmenin getirdiği zorlamalara muhatap olmaktadır. Bu düzeyde devlet yönetiminin içte sertleşmesi ile uluslararası alanda daha katı ve sert tutum içinde bulunabileceğinin mesajları verilmek istenmektedir. Yitirilen askeri-stratejik konum karşısında, askeri gücünü kullanmak durumunda olan oligarşinin, artan oranda bu gücünü göstermesi zorunlu olmaktadır. Ancak, dış alanlarda bu gücü gösteremeyeceği için, içte, bu gücünü en açık ve sert biçimde kullanarak uluslararası sorunların çözümünde kendi konumunu korumak istemektedir. Su sorunundan, İran islam hareketine, Kıbrıs sorunundan Batı-Trakya olaylarına kadar bir dizi sorun karşısında oligarşinin fazla seçenekleri bulunmamaktadır. Uzlaşıcı-diyalogla sorunların çözümü, hemen hemen tüm sorunlarda mevcut konumunu yitirmekten başka bir sonuç vermeyeceğini tespit eden oligarşi, tek seçenek olarak Orta-Doğunun en güçlü ordusuna sahip olma kozunu kullanmak durumundadır. Bu kozun, dış eylemlerle kullanılmaması ortamında, içsel kullanımından yararlanmak esas alnmıştır. NATO'nun artan oranda askeri bir pakt olmaktan çıkartılarak siyasal bir kurum haline getirilmesi eğilimleri içinde, oligarşinin yapabileceği hiçbir şey bulunmamaktadır. Daha düne kadar, askeri güç ilişkileri içinde uluslararası ilişkileri ve konumunu koruyan ve bu bağlamda "caydırıcı" olan oligarşik yönetimin, böyle bir gelişme karşısında yalnız kalması gündemdedir. Hemen her konuda emperyalist ülkeler tarafından "sıkıştırılmakta" dır. Ermeni sorunu açısından Amerikan emperyalizminin tutumu yanında, Almanya'nın 1990 başından itibaren Kürt sorunu ve AT bağlamında geliştirdiği karşıt tutumlar, oligarşik yönetimi zor durumda bırakmaktadır. İşte, uluslararası gelişmeler karşısında, giderek eski jeo-politik konumunu yitiren Türkiye'nin, bu gerileme karşısında silahlı gücünü bir koz olarak kullanması, içteki gelişmelerde boyutlarını belirleyecektir. Doğu-Avrupa'da "demokrasi"nin gelişmesinden söz ederek, ülkede de bir gelişme olmasını isteyen küçük-burjuva aydınları karşısında oligarşinin "terör" demagojisine başvurması ve bu amaçla şeriatçı akımların gelişmesini öne çıkarması, aynı zamanda, bu kesimlerin yedeklenmesinin ya da en azından tarafsızlaştırılmasının temelini oluşturmaktadır. Küçük-burjuvazinin sağ ve orta kesimlerine yönelik bu tutum, sol kesimine yönelik tehditlerle birlikte gündeme getirilerek, aralarında kurulabilecek olası ittifakları engellemeye de hizmet etmek durumundadır. Özellikle kent küçük-burjuvazisinin sürekli enflasyon koşullarındaki memnuniyetsizliklerinin artan oranda belirginleşmeye ve giderek oligarşinin etkisinden uzaklaşmaya başlamaları, kaçınılmaz olarak bu kesimlerin de pasifikasyonunu önemli kılmaktadır. Bunlara karşı kullanılan en temel unsur, laiklik karşıtı hareketler ve silahlı devrimci mücadeledir. ("Anarşi ve terör demagojisi") Öte yandan, küçük üreticilerin enflasyon karşısında artan mülksüzleşmeleri ve buna bağlı olarak kendiliğinden tepkilerinin açığa çıkması gündemdedir. Bu kesimlere yönelik olan devlet sübvansiyonlarının kaldırılması karşısında duyulan tepkiler, giderek devletten bir kopuş durumu yaratmaktadır. Oligarşinin içinde bulunduğu ekonomik buhran ise, bu kesimlere daha fazla ekonomik taviz verilmesini olanaksız kılmaktadır. Bu bağlamda belirlenmiş olan strateji, bu kesimlerin artan mülksüzleşmelerinin sağlanması doğrultusundadır. T.Özal'ın dilinden ifade edildiği biçimiyle, Türkiye'de tarımsal nüfusun on yıl içinde %'20'lere düşürülmesi hedeflenmektedir. Küçük üreticilerin mülksüzleştirilmelerinin, kendi akışı içinde sürmesi ve tarımsal nüfusun sürekli azaltılması stratejisi, kaçınılmaz olarak, bu kesimin artan tepkisine yol açacaktır. Bu tepkileri pasifize etmek için, beldelerin ilçe yapılması, ya da köylerin belediyelikler haline getirilmesi dışında kullanılacak bir olanakları bulunmamaktadır. Büyük kentlere göçün bu tür uygulamalarla engellenmeye çalışılması, kaçınılmaz olarak kırsal alanlarda çelişkilerin, özellikle devlet düzeyinde somutlaşan çatışmaların gelişmesine yol açacaktır. Bu nedenle, kendi "yasallığı" içinde oligarşinin siyasal zorunu kırsal alanlarda maddeleştirmesi sürekli gündemdedir. İşçi sınıfı ise, 12 Eylül sonrasında karşılaştığı büyük baskılar ve reel ücretlerdeki büyük gerilemeler karşısında sürdürdükleri suskunluklarını, legal olanakların genişletilmesi temelinde sona erdirmektedirler. Her toplu sözleşme, neredeyse son on yılın bir hesaplaşması haline dönüşmekte ve istenilen ücret artışları yitirilenleri karşılar boyutlarda ortaya çıkmaktadır. İşçilere verebilecekleri ücret artışları, enflasyonist politikaların sürekli kılınması temelinde geri alınmaktadır. Özellikle kamu kuruluşlarında çalışan işçilerin toplu sözleşmelerinde, çatışmanın devlet ve hükümette bulunan ANAP ile bir çatışma haline dönüşmesi, işçi hareketinin siyasallaşmasının bir ifadesi olmaktadır. İşte bu ilişki ve çelişkiler içinde, Şubat 1990'dan beri süregelen siyasal kargaşa, SS Kararnamesi ile bir yöne evrilmiştir. Bu yön, Kürt sorunu temelinde açık askeri zorun kullanılması ve bu kullanımın temelinde ülke çapında bir "tehdit" unsurunun ortaya çıkmasıdır. Bu yöndeki çabalar, Nisan başlarına kadar belli oranda etkili olmuş ve SHP ile DYP, kaçınılmaz bir biçimde, etkisizleştirilmiştir. Daha sonraki günlerde "Parlamentonun devre dışı bırakıldığı" tespitlerinin gerçekliği budur. Hemen her düzeyde "askeri yönetim gelir" tehditleriyle, düzenin kendi iç muhalefeti pasifize edilmektedir. Özellikle olağanüstü hal uygulamasının bulunduğu yörelerde yoğunlaşmış olan ve kendilerini belli oranda RP içinde ifade eden küçük esnaf ve Anadolu ticaret burjuvazisinin orta kesimleri, laiklik temelinde tehdit edilirken, uygulamaya sokulan SS Kararnamesiyle açık askeri zorun hedefi olarak gösterilmektedir. Bu konuda ne denli başarılı olacakları, doğrudan uygulamanın gelişmesine ve kaçınılmaz olarak bu kesimlere yönelinmesine bağlı bulunmaktadır. Tüm bu gelişmeler ve olgular göstermiştir ki, bugün ülke çapında, sözcüğün geniş anlamında bir "psikolojik savaş" sürdürülmektedir. Bu savaşın ana unsuru, mücadele eden ya da düzen içinde muhalefet eden kesimlerin, ilk planda açık zor uygulamalarına başvurmaksızın, kendi kendilerini pasifize etmeleridir. SS Kararnamesi, asıl olarak buna yöneliktir. Örneğin sol-legal dergilerin tek tek kapatılması ya da toplatılması yerine, bunların basımının matbaalar tarafından engellenmesi amaçlanmaktadır. Aynı şekilde, "sürgün" uygulamasında, bireylerin "gönüllü olarak" bölgeyi terk etmeleri ya da çeşitli yasal hareketler içinde bulunmalarının istemsel olarak durdurulması "teşvik" edilmektedir. Bu şekilde davrananlara devletin "iş bulma", "para yardımında bulunma" taahhütleri ilk planda yer almaktadır. Aynı şekilde, Kürt köy ve mezraların boşaltılması gündeme alınmış, ancak bunun "açık" zor kullanarak değil, köylülerin kendi "istemleriyle" gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Böylece bir kısım bölgeler "gönüllü" olarak boşaltılabilecek ve bunlara karşı tepkiler, "kendileri istediler" demagojisiyle etkisiz kılnacaktır. Tabi bu uygulama sınırlı bir yere sahiptir. Amaç, bu "gönüllülüğü" göstermeyenlerin "zorla" boşaltılmaları için "meşru" bir zeminin sağlanmasıdır. Bugün SS Kararnamesi temelinde "yaygara, gözdağı ve demagoji" ile kitle pasifikasyonu sağlanmak istenmektedir. Dolayısıyla, bir yandan açık askeri zor uygulamasından belli bir süre için kaçınılırken, diğer yandan açık askeri zor uygulaması meşrulaştırılmak istenmektedir. Bugün, yerine getirilmesi gereken en temel görev, her şeyden önce bu oyunun bozulmasıdır. Bu bozma eylemi, bir yandan uygulamanın teşhir edilmesi iken, diğer yandan silahlı eylem temelinde oligarşinin zaman kazanmasını engellemek durumunda olmalıdır. |