Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
Halkın Devrimci Öncüleri
Ankara Davası Savunması
ZAFER BİZİM OLACAKTIR!


Bu savunma, Ankara I Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde 1993 tarihinde açılmış olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Halkın Devrimc Öncüleri davasında Munis Özgül tarafından 27 Ekim 1994 tarihinde okunmuştur. Eriş Yayınları-1995

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
kurcep@gmx.net
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında: Ankara Davası Savunması
ZAFER BİZİM OLACAKTIR! (1.471 KB)



ALTINCI BÖLÜM
NEDEN SAVAŞIYORUZ?


      Bugün burada bir mahkeme sürecinde bulunuyoruz. Tarihte her zaman olduğu gibi, ezilenlerin, sömürülenlerin mücadelesi egemen sınıfların baskısı, zoru ve şiddeti ile yüz yüzedir. İşte bu mahkeme sürecin de, insanlığın bu tarihsel kurtuluş mücadelesinin bir evresini temsil etmektedir. Tarihte her zaman olduğu gibi, sömürücü sınıflar, halk kitlelerini baskı altında tutarken, kendi güçlerini alabildiğine büyük ve yıkılmaz göstermeye çabalarlar. Bu yolla kitlelerin korku ve paniğe kapılarak, onları yıkmaya, yönetimlerini sona erdirmeye yönelemeyecekleri varsayılır. İşte siyasal mahkemelerin tarihsel işlevi, kitlelerde böyle bir korku ve panik yaratmak ve bunu sürekli kılmaktır. Bunu yaparken, her zaman "ibreti alem" hedefi önde tutulur. Özellikle halkın en ileri kesimlerine, yani devrimcilere yönelik baskı ve şiddet, kitlelerin korku ve paniğini sürekli kılacak tarzda ele alınır. Bu nedenle, tarihte her zaman en ağır baskı ve şiddete, en ağır cezalara çarptırılanlar hep devrimciler olmuştur. Çünkü onlar halkın devrimci öncüleri olarak, tüm tarihsel haksızlıkların, baskıların, yoksullukların, sömürünün ve bunların nasıl ortadan kaldırılacağının bilincindedirler ve bu yolda hiçbir karşılık gözetmeksizin savaşmaktadırlar. Dolayısıyla egemen sınıfların baskı ve şiddetinin yoğunlaştırıldığı kesimler de onlar olmaktadır.
      Şöyle günümüze kısa bir bakış bile, bu gerçekleri açık bir biçimde ortaya koyacak bir dizi olgu sunmaktadır.
      Görüldüğü gibi, tüm yapılanlar, sömürü düzeninin devamını sağlamaya yöneliktir. Bu amaçla halk kitleleri sindirilip, pasifize edilirken, onların devrimci öncüleri katledilmekte, işkencelerden geçirilmektedir. Yüzyıllardır süren bu uygulamalar, günümüzde "anti-terör stratejisi" adı altında gizlenmeye çalışılmaktadır. Bu stratejiyi bir zamanların anlı ve şanlı genelkurmay başkanlarından Necdet Uruğ şöyle ifade etmektedir:

      Evet, amaç, devrimcileri kitlelerden tecrit etmek, kitleleri devrimcilere yardım etmekten uzak tutmak ve bu yolla devrimci mücadelenin gelişimini engellemektir. Ama unutulan bir gerçek vardır: Bu mücadele, devrimciler tarafından yürütülse de onların yarattığı bir mücadele değildir. Bu mücadele, insanlığın, baskıya, sömürüye, ezilmeye karşı olan bir mücadelesidir ve devrimciler bu mücadelenin tarihsel olarak bilincinde olan ve bu bilinçle mücadeleyi örgütlü bir biçimde sürdürmeye yönelen insanlardır. Bu nedenle, halkın devrimci öncüleri ne denli imha edilmeye çalışılırsa çalışılsın, hiçbir zaman tükenmeyecektir. Çünkü onlar halktır ve halklar tarihin yapıcılarıdır. "Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerden" sözü de bu gerçekliği ifade eder.
      Oligarşinin devrimci örgütlere yönelik polis operasyonları sonucunda yüzlerce devrimci yaşamını yitirdi. Ama özellikle 1991 yılından itibaren polis operasyonları, sözcüğün tam anlamıyla, imha operasyonları olarak yoğun bir biçimde sürdürülmektedir. Her polis operasyonu sonrasında yapılan "resmi" devlet açıklamalarında devrimcilerin "teslim ol" çağrısına uymadıkları özenle işlenirken, "yargısız infaz" değerlendirmeleri basında ve demokratik kitle örgütlerinde geniş ölçüde yer almaktadır. Ancak gerek "sol" adına yapılan açıklamalar, gerekse solda yapılan değerlendirmeler, her durumda olayları sıradan bir polisiye "vak'a" haline getirmektedir. Bu da gerek devrimci unsurların, gerekse kitlelerin bilincini bulanıklaştırmakta ve devrimci mücadele ile olan bağlarını belirsizleştirmektedir.
      "Yargısız infaz" olarak adlandırılan polis operasyonlarının gerçekliği herkes tarafından tam olarak bilinmelidir.
      Konunun özü, ülkemizdeki oligarşik yönetimin niteliğinde yatmaktadır.
      Emperyalizme bağımlı çarpık bir ekonomiye sahip olan ülkemizde, oligarşi kendi siyasal yönetimini temel olarak siyasal zor ile sürdürmektedir. Siyasal zor ise, doğrudan oligarşik devlet aygıtının (polis, asker vb.) kullanılması ile somutlaşır. Oligarşi kitlelerin tepkilerini pasifize edebilmek için, yani suni dengeyi korumak ve sürdürmek için siyasal zorunu sürekli gündemde tutmak zorundadır. (Bu, aynı zamanda ülkemizde devrimci silahlı eylemlerin nesnel koşullarının varlığının bir ifadesidir.)
      Oligarşi, suni dengeyi korumak ve sürdürmek için tüm zor güçlerini kullanmakta ikircikli davranmaz. İşte polis operasyonlarının temel gerçekliği burada bulunmaktadır.
      Oligarşinin 12 Eylül darbesi, ülkemizin tarihsel gelişimi içinde işbirlikçi-tekelci burjuvazinin devlete kesin olarak egemen olmasını getirmiştir. Bu dönemden itibaren oligarşinin en temel sorunu, hükümetlerle değişmeyecek tek bir politikanın uygulanması olmuştur.
      Bu durum, THKP-C/HDÖ tarafından 1987 yılında yayınlanan "Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi ve Devrimci Taktiğimiz" yazısında şöyle ifade ediliyordu:       Günümüzde oligarşinin polis operasyonlarının 12 Eylül dönemini aratmayacak şekilde sürdürülmesi bu politikanın egemenliğini ifade eder. Şüphesiz böyle bir politikanın sürekli kılınabilinmesi, başka bir dizi değişimle -ki hepsi de oligarşinin devlete kesin olarak egemen olmasıyla bağlantılıdır- birlikte olmuştur.
      Bu değişimler şu şekilde özetlenebilir:
      Birinci gelişme, tekelci burjuvazinin aracısız olarak faaliyet göstermesidir.
      İkinci olarak, tekelci burjuvazinin ekonomik gücünün, her alanda "adam satın almaya", yani rüşvete dayalı bir politika için kullanılmasıdır. Bu, özellikle ekonomik ve siyasal düzeyde, tekelci burjuvazi için engel oluşturan güçlerin ya da fraksiyonların sözcüsü ya da yetkili kişilerinin parayla satın alınması ve böylece bu güçlerin dağıtılması demektir. (Bir çeşit "böl ve yönet" politikası.)
      Üçüncü gelişme, tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisinin oligarşi içinde önemli bir tasfiye hareketinin tamamlanması ve bütün olarak devlet üzerinde -militarizm ve bürokrasi- mutlak bir egemenlik kurmasıdır.
      Dördüncü gelişme ise, emperyalistler arası entegrasyonun (bütünleşme) işbirlikçi-tekelci burjuvaziye yansımasıdır. Bu da ABD emperyalizminin ülke üstündeki hegemonyasını tartışılmaz hale getirmiştir. Emperyalistler arası çelişkinin 80'lerdeki bu durumu ve entegrasyonun yeni kombinezonları, işbirlikçi- tekelci burjuvazi içinde görülen yalın karşıtlıkları (örneğin Koç-Sabancı çelişkisi ile ABD-AET çelişkisi arasında kurulan kaba benzetmede olduğu gibi) ortadan kaldırmıştır.
      İşte bu değişimler temelinde oligarşik yönetim suni dengeyi korumak ve sürdürmek için siyasal zor temelinde devlet güçlerini kullanmaktadır.
      Oligarşik yonetim için, her dönemde devrimci mücadeleyi sınırlandırmak ya da belli bir süre için etkisizleştirmek esastır. Tüm uygulamaların (ki bunlar arasında ekonomik uygulamalar da bulunmaktadir. Örneğin "toplu konut fonu" gibi) bu yönde geliştirilmesi 12 Eylül ile birlikte sağlanan depolitizasyonun varlığı ile bütünleştirilmiştir. Özellikle 12 Eylül döneminde devlet terörünün kitleye yönelik kullanımı, günümüzde kadro pasifikasyonu ile birlikte yeniden kitlelerin bilincinde üretilmeye çalışılmaktadır. ANAP hükümetleri döneminde "12 Eylül öncesine döneriz" demagojisi, 1991 yılından itibaren 12 Eylül sonrası uygulamalarının canlı tutulmasıyla yer değiştirmiştir. Ama her durumda oligarşinin resmi zor güçlerinin kadro pasifikasyonu için kullanımı esas olmuştur.
      Teknokratlara dayalı devlet görevlileri sistemi (uzmanlaşma) büyük ölçüde yerleştirilmiştir.Her düzeyde profesyonel görevlilerin işbaşına getirildiği ve devlet işlerinin bunlarca yönetildiği (müsteşarlıklar, danışmanlıklar) bir sistem uygulanmaktadır. Ama asıl önemli gelişme, oligarşik devlet aygıtının iç savaş koşullarına göre biçimlendirilmeye çalışılmasıdır.
      Bu alandaki düzenlemelerin en önemlisi, polis ve jandarma örgütlenmesine ilişkin olanıdır. Bu düzenlemenin esası, kırsal ve kentsel alanlarda faaliyet gösterecek, yüksek atış gücüyle donatılmış hareketli birliklerin oluşturulmasıdır. Bu güçlerin oluşturulmasının temel felsefesi, silahlı devrimci hareketi oluşum halindeyken bulup yok etmektir. Kendi deyişleriyle, temel ilke, "anarşistlerin teşkilat ve yönetici kadrosunu bulup bertaraf etmek ya da tesirsiz hale getirmek" ve "vurucu tedhiş unsurlarının yok edilmesi"dir. Sözcüğün tam anlamıyla, bu birliklerin amacı, kadro pasifikasyonudur. Ancak bu pasifikasyon, kesin biçimde imha hareketi olarak düşünülmektedir.
      "Yargısız infaz" olarak adlandırılan devlet terörü, yukarda ifade ettiğimiz strateji temelinde sürdürülmektedir.
      En yaygın deyişle "kontra-gerilla" güçleri olarak, "karşı-ayaklanma taktikleri"ni yürüten bir güç kullanılmaktadır. Bu güç gerektiğinde, CIA'nın "ayaklanma"yı bastırma yöntemlerine uygun olarak doğrudan halk kitlelerine karşı da kullanılacaktır. Böylece 80 öncesindeki faşist milis örgütlenmenin yerini, doğrudan polis teşkilatı bünyesinde oluşturulmuş bu özel müfrezeler almıştır. "Anti-terör timleri" olarak adlandırılan bu müfreze üyeleri "en acımasız" yöntemleri kullanabilecek, "gözünü kırpmadan" insan öldürebilecek profesyonel katiller olarak yetiştirilmektedir. Bu müfreze üyelerinin MHP'li faşist milislerle olan benzerlikleri açıkça görülebilir, ama onlardan farkları profesyonelleştirilmiş katiller olmaları ve "resmi devlet gücü" olarak biçimlendirilmeleridir. Bunlar gerçek birer faşisttirler, ama "başbuğları" değişmiştir; artık söz konusu olan Türkeş değil, doğrudan işbirlikçi-tekelci burjuvazi ve ABD emperyalizmidir.
      Devrimci kadroların "imhası", aynı zamanda kitlelere yönelik bir gözdağı olmaktadır.
      Amaç, kitle pasifikasyonunu kadro pasifikasyonu yoluyla (ki bunun aracı ise kadroların imhasıdır) gerçekleştirmektir. Latin-Amerika'daki uygulamalar bu amacın ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından oldukça öğreticidir.       12 Eylül döneminde yaygın bir biçimde uygulanan "devlet terörü", Latin-Amerika örneğinde görüldüğü gibi, kitle pasifikasyonu ve depolitizasyon için kullanılmıştır. Sözcüğün tam anlamıyla, oligarşi 12 Eylül öncesinde bozulmaya yönelen suni dengeyi yeniden kurabilmek için terörünü olağanüstü seviyede artırmış ve yaygınlaştırmıştı.
      Bugün de, oligarşi, aynı amaçla ve aynı stratejiyle, suni dengeyi bozmaya yönelik devrimci silahlı mücadeleyi kadrosal düzeyde imha ederek, olası bir kitle hareketini engellemeye çalışmaktadır. Ancak günümüzde oligarşinin imha hareketi, 12 Eylül döneminin zihinlerde bıraktığı izleri güçlendirmeyi ön plana almıştır. Burada ağırlıklı hedef kesim 12 Eylül döneminin terörüne maruz kalmış ve bunun ürünü olarak pasifize edilmiş, güçsüzlüğe düşmüş eski sol unsurlar ve şehir gerillasına sempati duyan kitlelerdir. Oligarşinin amacı, eski sol unsurlar açısından, bu kesimlerin düzen içinde umduklarını bulamamaları karşısında yeniden harekete geçmelerini önlemek değildir. Bu kesim açısından amaç, bu unsurların silahlı devrimci mücadele ile aralarına düşünsel bir mesafe koymalarını sağlamaktır. Latin-Amerika'da "Project Democracy" olarak adlandırılan Amerikan emperyalizminin yeni taktiklerinin bu kesimler için cazip kılınması tek başına yeterli olmamaktadır. Dolayısıyla kadro pasifikasyonunda imha operasyonları öne geçirilerek bu kesimlerin devrimci mücadeleden uzak tutulması gerekli olmaktadır.
      Burjuva demokrasisiyle uzaktan yakından bir ilgisi bulunmayan "demokrasi" koşullarında bulunulmasının getireceği "mal ve can güvenliği", bu taktikte özel bir yere sahip kılınmıştır. Devrimci örgüt üyelerinin şu ya da bu oranda barındırılmasının bile "can güvenliğini" tehlikeye soktuğunun gösterilmesi, gerillayı yok etmek için "suyun kurutulması"nın bir yolu olmuştur. Bu bağlamda, polis operasyonlarının imha amacı, şehir gerillasının kitlesinden tecrit edilmesini hedeflemektedir de.
      Oligarşinin siyasal zorunun, suni dengenin korunması ve sürdürülmesindeki belirleyiciliği gün geçtikçe artarken, şehir gerillasına yönelik operasyonlar da yoğunlaşmakta ve çeşitlenmektedir. Şehir gerillasına şu ya da bu oranda sempati gösteren kesimlerin üzerinde yaratılmaya çalışılan panik havası, şehir gerillalarının ailelerine yönelik "rehin alma" yöntemleriyle birlikte sürdürülmeye başlanılmıştır. Özellikle, şehir gerillasının, polis operasyonları sırasında, oligarşinin zor güçlerine karşı gerçekleştirebileceği eylemler bu yolla engellenmeye çalışılırken, şehir gerillası bireysel olarak baskı altına alınmak istenmektedir. Genel olarak psikolojik savaşın bir parçası olan bu yöntemler şehirlerde yürütülen polis operasyonlarında giderek yaygın olarak kullanılmaya başlanılmıştır.
      Evlerde "karakol kurma" olarak bilinen eski yöntem şehir gerillasının barındığı yerlerle sınırlandırılırken, bu yeni biçim olası örgütsel ilişki ağındaki her mekanı kapsamaktadır. Amaç, şehir gerillasını yakalamaktan çok ilişkileri "terörize etmek" ve şehir gerillasının aile ilişkilerini "rehin" olarak kullanmaktır. Bu biçimin diğer yanı ise, şehir gerillasına yönelik operasyonların yönünün belirlenmesinde bireysel ailelerin yasal girişimlerini sınırlamak ya da belli bir süre için engellemektir. Bu da işkenceye karşı demokratik bir tepkinin zamanında ortaya çıkmasını engellemektedir. (Bu yolla ayrıca demokratik kitle örgütlerinin girişimleri de geciktirilmektedir.)
      Oligarşinin siyasal zorunun şehir gerillasına yönelik kullanımında izlediği diğer yöntem ise, şehir içi trafiğin denetlenmesidir. En geniş ölçekte Uruguay'da Tupamarolara karşı kullanılan bu yöntem, günün herhangi bir saatinde ve herhangi bir yerde yolların kesilerek arama yapılması şeklinde olmaktadır. Burada amaç, deşifre olmuş şehir gerillasını yakalamayı içermekle birlikte, asıl olarak şehir gerillasının hareketliliğini azaltmaktır. "Kuşatma durumu" olarak da ifade edilen bu yöntem, kitlelerin tepkilerinin en aza indirildiği ve depolitizasyonun varolduğu koşullarla ilintilidir.
      Oligarşinin "anti-terör stratejisi", günümüz koşullarında geniş ölçekli bir seferberliği gerektirmeyecek koşullara da sahip olmuştur. Eski dönemde şehir gerillasına yönelik operasyonların kısmi ve parçasal boyutta sürdürülemez olduğu koşullarda ilan edilen sıkıyönetim bu stratejinin uygulanma zorunluluğundan doğarken, bu durum son yıllarda değişmiştir. "Dış düşman"a yönelik askeri güç bulundurma, çoğu durumda "iç savaş koşullarına uygun" bir yapılanmaya geçmede oligarşiyi zorlarken, SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında daha kolay olabilmektedir. Önemli sayıda askeri personel gerillaya karşı seferber edilebilinmekte ve daha çok sayıda özel eğitimli personel yetiştirilebilinmektedir. 1980 öncesinde 2. şube ya da "ağır suç masası" timleriyle operasyon yapabilen oligarşinin zor güçleri, günümüzde sadece operasyonlar için eğitilmiş polisler kullanabilmektedir. Bu polislerin tek görevi vardır: Şehir gerillasını imha etmek.
      Bu görev, egemen sınıfların baskı aygıtı olarak devletin temel işlevinin maddeleşmiş halidir. Baskı, zor aygıtı olarak devlet, kendine bağlı "özel adam müfrezeleri" ile egemen sınıfın egemenliğini koruma ve sürdürme görevine sahiptir. Bu görevin somut hedeflerde kendisini maddeleştirmiş olması, devlet gücünün değişimi gibi değerlendirilemez. Bu nedenle, günümüzdeki polis operasyonlarını salt bir "yargısız infaz" olayı olarak tanımlamak zorun öznesini ve nesnesini karıştırmaya neden olacaktır. Zorun, siyasal niteliği ve oligarşik devlet aygıtı ile bağları kesinkes ortaya konulmak zorundadır. Oligarşi tüm işkencelerin ve imha operasyonlarının varedicisidir ve onun düzeni içinde tüm zor aygıtının unsurları (ister polis, isterse asker olsun) kitleye ve devrimcilere yönelik her türlü imha hareketinden ve işkenceden birinci dereceden sorumludurlar.
      Oligarşinin "anti-terör stratejisi"ne karşı devrimci görev, bu stratejinin dayanaklarını teker teker ortadan kaldırmakla sınırlı değildir. Devrimci görev, oligarşinin bu stratejik planını işlemez hale getirmek için uygun taktikleri kullanmaktır. Bu taktikler, şehir gerilla savaşının sınırlılığı ile belirlenen bir çerçevede doğru devrimci askeri tırmanma politikasını geliştirmeye dayanmak zorundadır. Oligarşinin zor güçlerine yönelik devrimci silahlı eylemler bu bağlamda taktiklerde özel bir yere sahip olacaktır.
      Diğer yandan oligarşinin şehirlere ağırlık veren bu stratejisinin "topyekün savaş" anlayışından kaynaklandığı unutulmamalıdır. "Topyekün savaş", II. yeniden paylaşım savaşında Hitler tarafından tüm mantığı ile kullanılmıştır. Bu mantık, savaşta kesinkes bir cephe ve askeri güçler sınırlamasını dışlar. Bir askeri cephenin gücünün onun ard-cephesiyle belirlenmesi gerçeği, faşizm için tüm ülkenin bir savaş alanı olarak ilan edilmesini getirmiştir. "Topyekün savaş"a göre "düşman" asker, sivil herkestir. Sadece askeri tesisler, askeri barınaklar, askeri fabrikalar değil, tüm evler, fabrikalar, tarlalar vb. askeri hedefler olarak ele alınması ve buraların imhası "topyekün savaş" anlayışının en temel görüngüleridir. II. yeniden paylaşım savaşından sonra Amerikan emperyalizmi tarafından devrimci savaşlara karşı uygulanılan bu "topyekün savaş" Halk Savaşlarına karşı geliştirilmiştir. Bu nedenle ülkemizde oligarşinin stratejisi, sadece şehir gerillasını değil, her türden devrimci, demokratik ve ilerici kişi ve hareketleri de kapsamına almaktadır.
      İşte oligarşinin "anti-terör stratejisi" "topyekün savaş" anlayışına göre biçimlendirildiğinden, buna karşı devrimci tutum tüm halkın seferber edilmesiyle bütünleşir. Bu görev kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi görevi ile çakışır. Ancak oligarşinin her alanda yürüttüğü bu savaşa karşı aynı biçimle ve aynı alanlarda yanıt vermek devrimci savaşın karakteri ile çelişir. Devrimci savaş, bir halk savaşı olmak durumundadır ve onun tarihsel hareketi, ancak onun tarihsel amacı ile belirlenir. Bu tarihsel amaç, günümüz koşullarında, emperyalizmin ve oligarşinin iktidarını yıkmak ve yerine halk iktidarını kurmak olarak somutlaşır. Bu amaca yönelik devrimci savaş, kendi tarihsel haklılığı içinde düşmanın zor (askeri) güçleri ile sivil güçlerini birbirinden ayırmanın tarihsel sorumluluğunu taşıyacaktır. Ve bu sorumlulukla oligarşinin tüm stratejik planları teker teker başarısızlığa uğratılacak ve halkın devrimci iktidarı kurulacaktır.




SONSÖZ



      Devrimciler, her zaman ve her yerde, milyonlarca ezilen, sömürülen, baskı gören kitleler için, ölümden işkenceye dek her türlü karşı-devrimci şiddete maruz kalmayı önsel olarak kabul etmişlerdir ve bu uğurda savaşmışlardır.
      Evet, içinde bulunduğumuz Öncü Savaşı sürecinde pek çok yoldaşımız şehit düştü. Örgütümüzün ilk Merkez Yöneticileri ve Genel Komite üyeleri diğer yoldaşlarıyla birlikte şehit düşerken, silahlarının elden ele geçeceğinden bir an bile şüphe duymadılar.
      Onlar, Halkın Devrimci Öncüleri olarak, emperyalizme ve oligarşiye karşı yürütülen savaşta, tarihsel sorumluluklarının bilinciyle büyük bir özveri ve kararlılık göstermişlerdir.
      Onlar, proletaryanın sosyalizme doğru giden zafer yürüyüşünde, kızıl mücadele bayrağını kanlarıyla sulayarak, halkımızın ve THKP-C/HDÖ'nün onuru olmuşlardır.
      İşte bu nitelikte savaşçılara sahip ve proletaryanın devrimci ilkelerini her şeyden üstün tutan bir savaş örgütü olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Halkın Devrimci Öncüleri'nin saflarında yer almak büyük bir ONUR'dur.
      Bizler bu onuru taşımaktan kıvanç duyuyoruz.
      Bu köhne düzeni katliamlarla sürdürmeye ve kaçınılmaz sonunu geciktirmeye çalışan oligarşinin, emekçi halkımız ve onun devrimci öncüleri üzerindeki baskı kurumlarından biri olan DGM'lerin vereceği "cezalar" bizleri asla yıldıramayacaktır.
      Tarihin birçok kez tanıtladığı ve tanıtlayacağı gibi, emperyalizm ve oligarşiler er ya da geç döktükleri kanda boğulacaklar ve "bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacaktır".
      Marksizm-Leninizmin ve Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin ilkeleri ışığında, savaşı kurtuluşa kadar sürdüreceğiz.


      Zafer bizim olacaktır!
      Yaşasın THKP-C/HDÖ



YAŞASIN ÖNCÜ SAVAŞI TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ-CEPHESİ
YAŞASIN HALK SAVAŞIHALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ
KURTULUŞA KADAR SAVAŞMUNİS ÖZGÜL
27 EKİM 1994