Pal Sokağı Çocukları

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI



SEKİZİNCİ BÖLÜM

    Savaşın gelip çattığı gün, eşsiz bir ilkyaz günüydü. Sabah yağmur yağmıştı. Çocuklar yağmurdan tedirgin, okulda pencerelerden üzgün üzgün bakıp durmuşlardı. Öyle ya, bakarsın yağmurdan ötürü savaş güme giderdi. Ne var ki öğlene doğru yağmur kesilmiş, hava açmıştı. Saat bire doğru, ışıyan ilkyaz güneşi asfaltı kurutmuştu. Okul dönüşü hava yeniden ısınmıştı. Çevredeki dağlardan esen meltem, taze kokuları da birlikte getiriyordu. Bir hava ki, savaş için biçilmiş kaftan! Burçlara yığılan kumlar, önce adamakıllı ıslanmıştı, ama şimdi yeniden kurumuştu. Böylelikle, kum bombaları elverişli bir duruma girmiş oluyordu.
    Saat bire doğru bir koşuşmadır başladı. Herkes evinin yolunu tuttu. Saat ikiye çeyrek kala bütün ordu Arsada toplanmıştı bile. Heyecan dünkü kadar büyük değildi. Bugün neler olacağını dünden bilmiyorlardı elbette. Elçilerin görünmesiyle gerilim azalmış, onun yerini sabır ve ağırbaşlılık almıştı Düşmanın ne zaman gelip ne zaman çarpışacağını biliyorlardı artık. Bir an önce savaşa atılmanın tutkusu içindeydiler. Boka, yarım saat kadar önce savaş planında değişiklik yapmıştı. Çocuklar toplanınca bir de ne görsünler, 4 ve 5 numaralı siperlerin önünde derin bir hendek uzanıyor, Kolay korkuya kapılanlar, hendeği düşmanın kazmış olacağını düşünerek soluğu Boka'nın yanında aldılar.
    - Hendeği gördün mü?
    - Gördüm.
    - Kim kazmış?
    - Bugün sabaha karşı Yano'ya ben açtırdım.
    - Neden açtırdın peki?
    - Savaş planını biraz değiştirdim de ondan. Notlarını gözden geçiren Boka, A ve B savaş birlikleri komutanlarını yanına çağırdı.
    - Şu hendeği görüyor musunuz?
    - Görüyoruz.
    - Siper nedir bilir misiniz? Siperin ne olduğunu doğru dürüst bilemediler elbette.
    Boka, açıkladı:
    - Siper, askeri birlikleri saklamaya yarar. Düşmanın gözünden saklanan birlikler, çatışmanın en uygun ânında saklandıkları siperden çıkar, çatışmaya katılırlar. Savaş planımızı değiştirdiğim için Pal Sokağı kapısında durmayacaksınız. Onu uygun bulmuyorum. Siz, iki grup, birlikte işte bu siperlerde gizleneceksiniz. Düşmanın bir kolu Pal Sokağındaki kapıdan girdi mi, burçlardan bombardıman başlayacak. Düşman, burçlar yönünde ilerledi mi, odun yığınlarının dibindeki siperi göremez. Kısa bir süre bekleyeceksiniz. Sipere beş adım kadar yaklaştılar mı, başlarınızı hendekten çıkarır, düşmana kum bombalarını yağdırırsınız. İşte siperlerden fırlayıp düşmanın üzerine atılmanın tam sırasıdır. Ancak, düşmanı kapıya doğru sürüp kovalamanın sırası daha gelmemiştir. Bizi bekleyeceksiniz. Biz, Maria Sokağı yönündeki işimizi bitirince, saldırı borusunu çaldıracağım. Boru sesini duyar duymaz, düşmanı kapıya doğru süreceksiniz. Maria Sokağındaki düşman birliğini barakaya tıktık mı, birinci ve ikinci burçlardaki adamlarımız öteki burçlara yardıma koşacaklar. Uzun sözün kısası, göreviniz düşmanın ilerlemesini önlemek! Anladınız mı?
    - Anladık.
    - Ondan sonra, sıra gelecek topluca saldırı borusuna! Sayıca biz onlardan iki kat fazla olacağız, çünkü birliklerinden bir bölümü barakada olacak. Savaş kurallarına göre, topluca saldırıda sayıca üstün olmamızın bir sakıncası yok. Yalnız, kişisel saldırılar başka; o zaman bir kişiye iki kişi saldıramaz.
    Boka, bunları anlatadursun, Yano gidip bir iki kazmada hendeği düzeltti. El arabasıyla bir araba da kum döktü hendeğin içine.
    Bu arada, burçlardaki yiğitler de büyük bir çaba içindeydiler. Dişlerini tırnaklarına takmışlar, odun yığınlarının üzerinde ha babam didinip duruyorlardı. Burçların biçimi çocukların yalnızca başlarının gözükeceği biçimde düşünülmüştü. Çocuklar sık sık eğiliyor, yok oluyor, sonra yeniden gözönüne çıkıyorlardı. Kum bombaları hazırlanıyor, rüzgâr burçların üzerindeki kırmızı-yeşil bayrakları dalgalandırıyordu. Yalnız, köşedeki üçüncü burcun bayrağı yoktu. O bayrağı, daha önce Ferenç Atş alıp götürmüştü. Yerine bir yenisini de dikmemişlerdi; asıl bayrağı savaşarak geri almak istiyorlardı da ondan.
    Başından geçmedik serüven kalmamış olan bayrak, en sonunda Gereb'te kalmıştı. Önce, Ferenç Atş'ın ele geçirdiği bayrağı, Kızıl Gömlekliler Botanik Bahçesindeki yıkıntıda saklamışlardı. Derken, Nemeçek gizlice gelip bayrağı almış, kumda bıraktığı ayak izlerini Kızıl Gömlekliler görmüştü. Bizim küçük sarı oğlanın ağaçtan Kızıl Gömlekliler içine düştüğü o unutulmaz akşam, Pastorlar bileğini bükerek Nemeçek'in elinden bayrağı almışlar, böylece bayrak, yine Kızıl Gömleklilerin silah deposuna, baltaların yanına konmuştu. Oradan da Gereb, Pal Sokağı çocuklarına şirin görünmek için çalmıştı. Ama, daha o gün Boka, Gereb'e "Biz çalınmış bayrak istemiyoruz, biz bayrağımızı canımızı dişimize katarak geri alacağız," demişti.
    Dün öğleden sonra da, Kızıl Gömlekli elçilerin Arsadan ayrılmalarından biraz sonra, Pal Sokağı çocuklarından bir grup, elçi olarak, ellerinde bayrak, Botanik Bahçesine doğru yola çıkmışlardı.
    Bahçede, büyük bir savaş kurulu toplantı yapıyordu. Üç kişilik elçiler kurulunun başında Çele vardı. Öbür ikisi de, Vays ile Çonakoş idiler. Çele, elinde beyaz bayrakla yürüyordu. Bir gazete kâğıdına sarılmış olan kırmızı-beyaz bayrağı da Vays taşıyordu.
    Tahta köprüde karşılarına dikildiler.
    - Dur, kimdir o?
    Çele, ceketinin altındaki beyaz bayrağı çıkarıp yukarı kaldırdı, salladı. Nöbetçiler, böyle durumlarda kural nedir bilmiyorlardı. Seslerinin bütün gücüyle Adaya doğru bağırdılar:
    - Heeey, yabancılar var!
    Ferenç Atş, bunu duyunca köprüye çıktı. Beyaz bayrağın ne anlama geldiğini biliyordu. Elçilerin Adaya çıkmalarına izin verdi.
    - Elçi olarak mı geldiniz?
    - Evet.
    - Ne istiyorsunuz? Çele, bir adım ileri çıktı:
    - Bizden almış olduğunuz bayrağı geri getirdik. Geri aldık, ama böyle alalım istemiyoruz. Yarın, bu bayrakla katılın savaşa. Ele geçirebilirsek bizde kalır. Beceremezsek yine sizde kalır bayrak. Komutanımız, bunu size bildirmemizi istedi.
    Vays'a işaret etti. Vays, çok ciddi bir yüzle gazete kâğıdını açtı, bayrağı çıkarıp öptü, sonra uzattı. Ferenç Atş seslendi:
    - Depocu Sebeniç, buraya! Fundalıklar arasından bir ses duyuldu:
    - Sebeniç burada değil. Çele sesini yükseltti:
    - Biraz önce bize elçi olarak gelmişti. Ferenç Atş:
    - Öyle ya, bak unutmuşum, dedi. Yardımcısı gelsin öyleyse.
    Aralanan funda dallarının arasından çıkan küçük Vendaver, gelip komutanın önünde durdu.
    - Elçilerden bayrağı al, silah deposuna koy! Bunu söyledikten sonra, elçilere döndü:
    - Bayrağı, savaşta depocu Sebeniç taşıyacak. İşte cevabım.
    Çele, beyaz bayrağı kaldırıp gideceklerini bildirdiği sırada, Kızıl Gömleklilerin komutanı yine konuştu:
    - Bayrağı, herhalde Gereb geri getirmiştir. Ses soluk çıkmadı. Hiçbiri karşılık vermedi. Atş, yeniden sordu:
    - Gereb getirdi, değil mi?
    Çele, disiplinli, askerce bir tavır takındı.
    - Bu soruya karşılık veremem, yetkim yok! Sonra, adamlarına komut verdi:
    - Dikkat, ileri marş!
    Kızıl Gömleklilerin komutanını orada bırakıp gittiler. Çele için, boşuna 'Fiyakacı Çele' dememişler. Şu yaptığını da tam askerce, pek fiyakalı yapmıştı doğrusu. Kimsenin arkasından konuşmak istememişti düşmanla. O kimse kendilerini ele vermiş olsa bile.
    Ferenç Atş, biraz utanmış görünüyordu. Vendaver'e gelince, o da elinde bayrak, şaşkın şaşkın bakıyordu. Komutan birden öfkeyle çıkıştı:
    - Ne dikilip duruyorsun orada be? Bayrağı yerine götürsene!
    Vendaver, süklüm püklüm uzaklaşırken, bir yandan da düşündü: Şu, Pal Sokaklı çocuklar yaman çocuklar doğrusu! Bizim amansız Ferenç'i yine mat ettiler. Bu ikinci oluyor.
    Bayrak, böylece yeniden Kızıl Gömleklilere geçti. Bu yüzden 3 numaralı burç, bayraksız kalmış oluyordu. Gözcüler, çoktan tahta perdelere tırmanmışlar, ata biner gibi oturmuşlardı. Biri, Maria Sokağı yönündeki tahta perdeye, öteki de, Pal Sokağı yönündekine yerleşmişti.
    Çocukların aceleyle yerlerini aldıkları odun yığınları arasından ilerleyen Gereb, gelip Boka'nın önünde durdu:
    - Sayın Generalim, sizden bir dileğim var.
    - Söyle bakalım.
    - Generalim, bugün verdiğiniz emirle beni üçüncü burca, burç topçusu olarak atamışsınız. Nedeni de, oranın köşe ve en tehlikeli yer olmasıymış. Bir neden de, buraya geri getirdiğim bayrağın orada bulunmamasıymış.
    - Ee? Ne istiyorsun peki?
    - Beni oradan daha tehlikeli bir yere vermenizi diliyorum. Sipere atanan Barabas'la yer değiştirmek istiyorum. Barabas keskin nişancıdır, bombardımanın yapılacağı yerde bulunması daha doğru olur. Bırakın da ben siperde göğüs göğüse çarpışayım, izninizi dilerim.
    Boka, şöyle tepeden tırnağa süzdü Gereb'i.
    - Ne de olsa yiğitliğine diyecek yok, Gereb.
    - İzin veriyor musunuz?
    - Evet.
    Selam veren Gereb, komutanın önünden ayrılmadı.
    - Daha ne istiyorsun peki? Burç topçusu biraz tedirgindi:
    - Dahası şu komutanım: "Yiğitliğine diyecek yok, Gereb," demen beni çok sevindirdi elbette. Ama, "Ne de olsa yiğitliğine diyecek yok, Gereb," biçiminde söylemene üzüldüm.
    Boka, gülümsedi.
    - O, benim kabahatim değil, Gereb. Öyle dedimse, senin yüzünden dedim. Neyse, ince eleyip sık dokumayı bırak şimdi. Geriye dön! Yerine, marş!
    Gereb, uygun adım uzaklaştı. Sevinçle siperden içeri girdi, ıslak kumdan bombalar yapmaya başladı.
    Siperin içinden, yüzü gözü çamur içinde biri çıktı emekleyerek, Barabas'ın ta kendisi! Boka'ya seslendi:
    - İzin verdin mi yoksa?
    - Verdim, dedi Boka.
    Gereb'e daha pek bir güvenleri yoktu. Tam bağlılık göstermeyenin sonu budur işte. Doğru konuşsa bile inanılmaz böylelerine kolay kolay. Gelgelelim, Generalin söyledikleri, kuşku bulutlarını dağıttı.
    Aşağıdan bakıldı mı, Barabas'ın köşedeki burca tırmandığı, burç komutanının önünde selam vererek göreve hazır olduğunu bildirdiği görülüyordu. Ama, bir iki saniye geçti geçmedi, ikisinin de kafaları burç duvarının ardında kayboldu. Boşa geçirecek vakitleri yoktu. Bombaları piramit düzeninde diziyorlardı.
    Birkaç dakika daha geçti. Ama, çocuklara soracak olsak, dakikalar değil saatler bile geçmek bilmiyor, diyeceklerdi. Sabırsızlık arttıkça arttı; sonunda şöyle konuşmalar duyulmaya başladı:
    - Belki de düşünüp taşınıp, vazgeçmişlerdir?
    - Eeh, korku dağları bekler!
    - Yoksa tuzağa mı düşürecekler bizi?
    - Yok canım, gelecekleri falan yok!
    Saat, ikiyi bir iki dakika geçe, emir subayı, aldığı emri mevziler arasında dörtnal koşarak duyurdu. Verilen emre göre, mevzilerde bütün çalışmalar duracak, bütün sesler kesilecek, birlikler alarm durumuna geçirilecekti. General, son bir denetleme yapacaktı da ondan. Emir subayı, son mevziye varıp da emri ilettiği sırada, Boka, birinci mevzide denetime başlamıştı bile. Yüzü sert ve ciddiydi. Önce Maria Sokağındaki birliği denetledi. Orada, aksayan bir şey yoktu. Büyük kapıdaki iki savaş grubu, sağlı sollu saflarda dizilmiş, dimdik duruyordu. Komutanlar, bir iki adım ileri çıktılar.
    - Her şey yolunda mı? diye sordu Boka. Görevinizi biliyor musunuz?
    - Biliyoruz. Kaçıyormuş gibi yapacağız.
    - Sonra da arkalarından vuracaksınız.
    - Emredersiniz, Generalim!
    Bir de kulübeyi denetledi ardından. Kapıyı açtı, büyük, paslı anahtarı kilidin içinde bir iki kez döndürüp, iyi işleyip işlemediğine baktı. Sonra, burçların ilk üçünü gözden geçirdi. Her burçta ikişer savaşçı vardı. Kum bombaları, piramit düzeninde yığılmıştı. Üç numaralı burçta, ötekilerin üç kat fazlası bomba bulunuyordu. Burçların en önemlisi de buydu aslında. General gelince, üç topçu esas duruşa geçti. 4, 5 ve 6 numaralı burçlara yedek bombalar yığılmıştı.
    - Bunlara dokunmayın sakın, dedi Boka. Yedekteki bombalar ancak ben öbür burçlardaki topçuları buraya gönderdiğim zaman kullanılacak.
    - Emredersiniz, Generalim! 5 numaralı burca vardığında öylesine bir patırtı koptu ki, gayretkeş bir topçu seslenmeden edemedi:
    - Dur! Kimdir o?
    Arkadaşı, topçuyu dürtüverdi. Boka, bağırdı:
    - Daha Generalini bile tanımıyorsun, eşek herif. Böylelerini kurşuna dizmeli hemen.
    Gayretkeş topçu az kalsın korkudan ölüyordu. Kurşuna dizilmek olasılığının pek de büyük olmadığını düşünememişti. Boka'ya gelince, o da iyice saçmaladığını -çok az olurdu bu- düşünmekle birlikte, pek üzerinde durmadı.
    Yürümeyi sürdürüp, siperlere ulaştı. Oldukça derin kazılmış hendeğin içinde iki birlik vardı. Duyduğu mutluluktan yüzü ışıyan Gereb de aralarındaydı. Boka, siperin önündeki tümseğe çıkıp,
    - Çocuklar, dedi sevinçle. Savaşın yazgısı sizlere bağlı. Maria Sokağındaki birliğimiz görevini yerine getirinceye dek düşmanı oyalayabilirseniz, savaşı kazandık demektir. Bunu unutmayın sakın!
    Hendekten çığlıklar yükseldi. Çocuklar, yerlerinden kıpırdamadan keplerini salladılar. Bağırdıkça coştular, coştukça bağırdılar.
    General,
    - Susun, susun! diye bağırarak yatıştırdı onları.
    Arsanın ortasına doğru yürüdü. Kolnay da oradaydı, borazanı elinde, bekliyordu.
    - Yaver!
    - Buyurun, Generalim!
    - Bütün savaşı izleyebileceğimiz bir yere gidelim. Komutanlar savaşı genellikle yüksek bir yerden yürütürler. Biz de kulübenin damına tırmanalım.
    Biraz sonra kulübenin damındaki yerlerini almışlardı bile. Güneş, Kolnay'ın borazanına vuruyor, borazan pırıl pırıl parlıyordu. Emir subayına, su katılmamış savaşçı havası veren bir görünümdü bu. Burçlardaki topçular, Kolnay'a gururla bakıyorlardı.
    Derken, Botanik Bahçesinde oldukça önemli bir rol oynamış olan opera dürbünü de çıktı ortaya, Boka'nın cebinden. Dürbünün kayışını boynuna geçiren Boka, hık demiş Napolyon'un burnundan düşmüştü sanki. Başkomutan dediğin de böyle olurdu işte!
    Tarih yazan kişinin, zamanı doğru belirlemesi gerekir. Biz de öyle yapalım: Tam altı dakika sonra, Pal Sokağından bir borazan sesinin yükseldiğini belirtelim. Bu yabancı boru sesi, birlikleri canlandırmaya yetmişti.
    - Geliyorlar! diye bir söz dolaştı ağızdan ağza. Boka'nın rengi biraz attı.
    - İşte şimdi, dedi Kolnay, ülkemizin geleceği şimdi belli olacak.
    Biraz sonra tahta perdeden aşağı atlayan iki gözcü, Generalin üzerinde durduğu kulübeye koştular.
    - Düşman geliyor!
    - Yerlerinize! diye bağırdı Boka. İki çocuk hemen yerlerine geçtiler. Biri sipere, öteki de Maria Sokağındaki birliğine. Dürbünü gözlerine götüren Boka, Kolnay'a fısıldadı:
    - Borazanı hazırla!
    O iş de yerine getirildi. Boka, elindeki dürbünü indirdi, yüzüne bir kırmızılık yayıldı, kararlı bir sesle komut verdi:
    - Çal şimdi!
    Boru sesi ortalığı inletti. Pal Sokağı ülkesinin iki büyük kapısına dayanan Kızıl Gömlekliler, kapıların önünde durdular. Gümüş uçlu mızrakları güneşte pırıl pırıl parlıyordu. Kırmızı gömlekleri ve kırmızı kepleriyle şeytandan farkları yoktu. Onlar da saldırı borusunu çalınca, havayı coşkun boru sesleri doldurdu.
    Kolnay, soluk almadan çalıyordu borusunu. Kulübenin damından "Ta tra ta tra ta tra ta..." sesleri geliyordu.
    Boka, dürbünüyle Ferenç Atş'ı anyordu boyuna. Birden,
    - İşte şurada! diye haykırdı. Ferenç Atş, Pal Sokağından gelen birliğin başında, Sebeniç de yanında... bayrağımızı o taşıyor... Pal Sokağındaki birliklerimizi çetin bir savaş bekliyor.
    Maria Sokağındaki birlik, büyük Pastor'un komutasındaydı. Kırmızı bayrakları rüzgârda dalgalanıyordu. Üç boru inletip durmaktaydı ortalığı. Kızıl Gömlekliler, kapıların orada, savaş düzeninde bekliyorlardı.
    - Bir niyetleri var, ama ne? dedi Boka.
    Boru çalmayı kesen emir subayı,
    - Vız gelir! dedi.
    Ama, hemen sonra, ciğerlerinin bütün gücüyle çalmaya koyuldu yine: "Ta ta tra tra ta..."
    Derken, Kızıl Gömleklilerin boru sesi birden kesiliverdi. Maria Sokağı yönünden yaklaşanlar, ortalığı yılgıya boğan bir savaş çığlığı attılar.
    - Haayt... hoo!.. Haayt...hoo!
    Kapıdan içeri dalarak saldırıya geçtiler. Arsayı savunan birlikler, bir süre dayanıp savaşı kabul ediyormuş gibi yaptılar, ama çok geçmeden, tasarlanan savaş planı uyarınca gerisin geri bir koşudur tutturdular.
    - Yaşasın arslanlarım! diye haykıran Boka, Pal Sokağı'na göz attı. Ferenç Atş'ın adamları kapıdan içeri girmişlerdi. Ordu, açık kalmış kapının önünde, sokakta mıhlanıp kalmıştı.
    Boka, birden korkuya kapıldı.
    - Bu da nesi? diye sordu.
    Kolnay, tir tir titriyordu.
    - Belki de tuzak...
    Sonra, yeniden sola kaydırdılar bakışlarını. Pal Sokakh çocuklar kaçıyor, Kızıl Gömlekliler de haykırarak onları arkalarından izliyordu.
    Ferenç Atş kuvvetlerinin hareketsiz kalmasını, o âna kadar irkilerek izlemiş olan Boka, birden eşi görülmemiş bir şey yaptı. Kepini havaya fırlatıp bir sevinç çığlığı atarak, kulübenin üzerinde delirmiş gibi hora tepmeye başladı. Çürümeye yüz tutmuş baraka neredeyse çökecekti altında.
    - Kurtulduk! diye bağırıyordu.
    Kolnay'in üzerine atılıp, kucakladı öptü arkadaşını. Kolnay'a sarılıp dansa zorladı. Kolnay, bütün bu olup bitenlerden hiçbir şey anlamıyor, kekeleyip duruyordu boyuna:
    - Ne var yahu! Ne oluyoruz? Boka, Frenç Atş ile hiç hareketsiz duran Atş ordusunu gösterdi.
    - Görmüyor musun be yahu?
    - Ee, görüyorum, n'olacak?
    - Anlamıyor musun?
    - Yooo...
    - Aptal herif sen de... Kurtulduk yahu, kazandık, hâlâ anlamadın mı, kurtulduk diyorum sana...
    - Hiçbir şey anladığım yok.
    - Kıpırdamadan duruyorlar oldukları yerde, görmüyor musun?
    - Görüyorum elbette.
    - İçeri girmiyorlar... Bekliyorlar.
    - Evet, öyle.
    - Peki bekledikleri ne? Neyi bekliyorlar? Pastor'un kuvvetleri Maria Sokağındaki görevi yerine getirsin diye bekliyorlar. O zaman saldırıya geçecekler. Hemen saldırıya geçmeyişlerinden anladım bunu. Şans neden güldü yüzümüze biliyor musun? Onlar de bizimkine benzer bir savaş planı yaptılar da ondan. Pastor'ların, bizim kuvvetlerin yarısını Maria Sokağı'na atmasını bekliyorlar. Kuvvetlerimizin öbür yarısına o zaman saldıracaklar. Pastor arkadan, Ferenç Atş da önden. Hava alırlar... Sen benimle gelsene!
    Bunu söylerken, kulübenin damından aşağı inmeye başlamıştı bile.
    - Nereye gidiyoruz?
    - Soru sormak yok. Sen gel benimle, o kadar. Buradan izleyeceğimiz bir şey yok artık. Bunların da yerlerinden kıpırdayacakları yok. İyisi mi, Maria Sokağındaki birliklerimize yardım edelim biz.
    Maria Sokağındaki birlik, aldığı görevi üstün bir başarıyla yerine getiriyordu. Bıçkıevinin önündeki dut ağaçlarının arasından sağa sola yayılarak karmakarışık koşuyorlardı. Hem de öylesine kurnazca yapıyorlardı ki bunu, kaçarken bağrıştıkları duyuluyordu:
    - Eyvaah, eyvahlar olsun!
    - Yandık, mahvolduk!
    - İşimiz bitik!
    Kızıl Gömleklilere gelince, onlar da ha babam kovalayıp duruyorlardı arkalarından. Hem de çığlıklar atarak. Boka'nın bütün derdi, kendi kurdukları tuzağa düşüp düşmedikleriydi. Boka'nın adamları bıçkıevinin ardında yok oluverdiler. Birliğin yarısı sundurmaya, öbür yarısı da barakaya saklanmıştı.
    - Arkalarından! diye bağırdı Pastor. Yakalayın onları, kaçırmayın!
    Kızıl Gömlekliler, bıçkıevinin ardındaki alana kadar koştular.
    Boka,
    - Borazan! diye seslendi.
    Boru sesi, burçlardan bombardımana başlanması işaretini verdi. İlk üç burçtan, incecik çocuk seslerinin zafer çığlığı yükseldi. İlk kum bombaları, boğuk sesler çıkararak düşmeye başladı. "Pat, küt" diye sesler geliyordu öteden beriden. Boka'nın yüzü, kıpkırmızı kesilmişti, tir tir titriyordu.
    - Yaver! diye seslendi.
    - Buyurun komutanım!
    - Siperlere koş, beklemelerini söyle! Ben saldırı borusunu çaldırınca yerlerinden fırlasınlar! Pal Sokağı yönündeki burçlar da bekleyecek!
    Emir subayı fırladı, kulübenin orada kendini yere atıp, sipere kadar süründü. Kapının önünde kıpırdamadan duran düşmana görünmemenin başka çaresi yoktu. Kanatta yer almış olan ilk ere yaklaşıp emri fısıldadı. Sonra, geldiği gibi yine sürünerek, komutanına döndü.
    - Emri ulaştırdım, komutanım! dedi.
    Bıçkıevinin ardında, savaş çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Kızıl Gömlekliler, Zaferi kazandıklarını sanıyorlardı. Üç burçtan kıyasıya ateş ediliyor, düşmanın odun yığınlarına saldırısı engelleniyordu. Kanatta yer alan ünlü üç numaralı burçta Barabas, kolları sıvamış, arslanlar gibi dövüşüyordu. Büyük Pastor'u kendine hedef seçmişti. Yumuşak kum bombaları Pastor'un yağız kafasında patlıyordu ardarda.
    Barabas, her fırlattığı bombayla birlikte etkinliğini artırmak için bir de savaş çığlığı atıyordu:     - Al bakalım, oğlum!
    Yumuşak kum, Pastor'un ağzına burnuna doldukça, Pastor bir yandan hapşırıyor, bir yandan da hırsla haykırıyordu:
    - Sen dur hele, şimdi gelirim yanına! Yeniden nişan alan Barabas, bir bomba daha savurdu.
    - Gel de boyunun ölçüsünü al!
    Kızıl Gömlekli savaşçının ağzına burnuna kumlar doldu. Burçlardan, kulakları sağır eden bir "Yaşşaaa!" sesi yükseldi.
    Barabas, iyiden iyi coşmuştu. Haykırdı:
    - Bir de şu kumdan tat bakalım!
    İki eliyle birden atıyordu kum bombalarını. Yanındaki iki er de ellerine çabuktular.
    Köşedeki burç da canla başla çarpışıyor, herkes bundan kıvanç duyuyordu. Saldırı birlikleri, sesi soluğu kesmişler, ileri atılmak için emir bekliyorlardı. Kimileri sundurmada, kimileri de kulübedeydi.
    Kızıl Gömlekliler burçların dibine dek yaklaşmışlardı. Tam bu sırada Pastor'un emri duyuldu:
    - Odun yığınlarına saldırın!
    - Bom! diye haykıran Barabas, komutanın burnuna nişan aldı.
    Bu parola, öbür burçlardaki topçularca da benimsenmişti. Odun yığınlarına tırmanmaya hazırlananların başlarından aşağı kum bombalarını yağdırdılar.
    Boka, Kolnay'ı kolundan yakaladı.
    - Kum bitmek üzere. Buradan görüyorum azaldığını. Artık Barabas da tek elle atıyor. Oysa, köşedeki burçta, üç kat fazlaydı kum.
    Gerçekten de, atışların hızı iyice azalmıştı.
    Kolnay,
    - Ne yapacağız şimdi? diye sordu.
    Boka, sakinleşmişti.
    - Kazanacağız.
    Bu sırada, 2 numaralı burç ateşi kesti. Kumları tükenmişti anlaşılan.
    - Şimdi sırası işte! diye bağırdı Boka. Sundurmaya koş, saldırıya geçsinler.
    Kendisi de kulübeye doğru fırladı. Kapıya yüklenip açtı. İçeriye haykırdı:
    - Saldırıya geçin!
    İki grup birden ileri atıldılar. Grubun biri sundurmadan, öteki de kulübeden fırladı. Yitirilecek vakit yoktu. Pastor'lardan biri, ikinci burca adım atmıştı bile. Bacaklarına yapışıp alaşağı ettiler onu. Kızıl Gömlekliler şaşkına dönmüşlerdi. Kaçan ordunun odun yığınlarının ardına sığındığını, burçtakilerin, düşmanın odun yığınları arasına girmesini engelleyeceğini sanıyorlardı. Oysa şimdi, önlerine katıp kaçırdıkları düşman, gelip arkadan vurmuştu onları...
    Gerçek savaşları izlemiş olan savaş muhabirleri, en büyük tehlikenin karışıklıktan doğduğunu yazarlar. Savaş alanlarına hükmetmiş komutanlar, toptan tüfekten korkmamış, ama en önemsiz bir şaşkınlığın büyük karışıklık doğuracağını düşünerek, kuşkulu saatler geçirmişlerdir. Toplarla, tüfeklerle silahlanmış gerçek bir ordu bile karışıklık sonucu şaşkına dönerken, askercilik oynar gibi dövüşmeye kalkışmış kırmızı gömlekli birkaç çocuk mu karşı duracaktı bu kurala?
    Neye uğradıklarını anlayamadılar. Anlamak şöyle dursun, tuzağına düştükleri birliğin, biraz önce ortadan kaybolan birlik olduğunu bile bilemediler. Ancak, savaşa tutuştuktan sonradır ki, karşılarındaki rakibin biraz önceki rakip olduğunu, yeni bir ordu ile karşılaşmadıklarını, anlayabildiler. O da çocukları tek tek tanıdıktan sonra.
    İki güçlü kol, bacaklarına sarıldığı gibi Pastor'u burçtan aşağı çekerken, Pastor, kendini tutamayıp bağırdı:
    - Hay Allah kahretsin be, yerden mi bitiyor bunlar nedir?
    Artık, Boka da savaşa katılmıştı. Gözüne kestirdiği bir Kızıl Gömlekli erle güreşe başlamıştı bile. Rakibini yavaş yavaş ve ustalıkla kulübeye doğru sürüklüyordu. Oğlan, Boka'nın kendisinden üstün olduğunu anlamıştı. Boka'ya çelmeyi takmakta gecikmedi. Burçlardan güreşi izleyenler, haksızlığa hep bir ağızdan başkaldırdılar:
    - Vay alçak vay!
    - Çelme taktın bana! Kurallara aykırıdır.
    Boka, yere yuvarlanmıştı. Ama saniye sektirmeden doğrulup kalktı. Kızıl Gömlekli çocuğa çıkıştı yüksek sesle:
    - Çelme taktın bana! Kurallara aykın bu!
    Kolnay'a bir el etti. Debelenerek kurtulmaya çalışan Kızıl Gömlekliyi sürükleyerek kulübeye götürdüler, içeri tıktılar.
    Boka, soluk soluğaydı.
    - Budala herif, dedi. Erkek gibi güreşse belki de yenerdi beni. Onu ikimiz birlikte yola getirmekte haklıyız. Çünkü, kurallara aykırı hareket etti.
    Yeniden, savaşanların arasına atıldı. Çocuklar, teke tek güreşiyorlardı. Elde kalmış ne kadar kum varsa, topçular tarafından düşmanın tepesine yağdırılıyordu. Pal Sokağı cephesindeki burçlarda ise hâlâ sessizlik vardı... Kolnay tam güreşe başlıyordu ki, Boka şöyle buyurdu:
    - Güreşi bırak artık! Git emrimi ulaştır! Birinci ve ikinci burç erleri, dördüncü ve beşinci burçlara geçsinler.
    Güreşenlerin arasından sıyrılarak geçen Kolnay haberi iletti. İlk iki burçtan alınan bayraklar, çocuklar tarafından yeni savaş hattına götürüldü.
    Zafer çığlıkları birbirini izliyordu. Bu büyük coşku, Çonakoş'un, yenilmez sanılan müthiş Pastor'u havalandırarak kulübeye sürüklediği sırada en yüksek noktasına ulaştı. Daha birkaç saniye bile geçmeden, duyduğu öfkeyle çileden çıkan Pastor, kulübenin duvarını yumruklamaya başlamıştı bile...
    Gürültü patırtının sonu gelmiyordu. Kızıl Gömlekliler farkındaydılar, hapı yutmuşlardı. Başlarında komutanları olmazsa ne yapabilirlerdi ki? Şimdi bütün umutlan, Ferenç Atş'da, onun birliğindeydi. Belki, Ferenç düzeltebilirdi durumlarını. Bütün Kızıl Gömlekliler, birbirleri ardından kulübeye sürükleniyordu. Irmaklar gibi coşan 'Yaşasın' sesleri, Pal Sokağı kapısında hareketsiz beklemekte olan ordu saflarına kadar yayılıyordu.
    Birliğinin önünde bir aşağı bir yukarı gidip gelen Ferenç Atş, gururla gülümseyerek,
    - Duydunuz mu? dedi. Şimdi işareti alırız.
    Kızıl Gömlekliler, daha önce şöyle sözleşmişlerdi aralarında: Maria Sokağındaki birlik, hedefine ulaşır ulaşmaz, borazancı ortak saldırı işaretini verecekti. Gelgelelim, Pastor'un borazancısı küçük Vendaver, ötekilerle birlikte kulübenin duvarını yumrukluyordu. Borazanına gelince, o da 3 numaralı öbür ganimetin yanında, ağzına kadar kumla dolu, uzanmış duruyordu.
    Bıçkıevi ile kulübe arasında bütün bu işler oladursun, Ferenç Atş da, adamlarını yüreklendiriyordu bu arada:
    - Sabır çocuklar, aman sabredin! Boru sesini alır almaz ileri atılıyoruz!
    Ne var ki, sabırsızlıkla beklenen boru sesi gelmedi. Gürültü patırtı giderek zayıfladı; gürültünün kapalı bir yerden geldiği anlaşılıyordu artık. Kırmızı yeşilliler, son Kızıl Gömleklileri de kulübeye tıkıp şimdiye dek Arsada duyulmuş en büyük zafer çığlığıyla ortalığı inletince, Ferenç Atş'ın birliğinde bir huzursuzluk başgösterdi.
    - Sanırım beklenmedik bir şey oldu, dedi küçük Pastor.
    - Ne gibi yani?
    - Bu sesler yabancı, bizimkilerin sesi değil.
    Ferenç Atş, kulak kabarttı. Hani yalan da değildi. Ona da yabancı gırtlaklardan çıkıyor gibi geliyordu bu sesler. Yine de soğukkanlı görünmek istedi.
    - Bir şey olduğu falan yok, dedi. Bizimkiler sessiz savaşıyorlar. Bağırıp çağıranlar Pal Sokaklılar. Etekleri tutuşan onlar asıl!
    Tam bu sırada, sanki Ferenç Atş'ın söylediklerini yalanlarcasına, Maria Sokağından bu yana "Yaşa, varol!" sesleri geldi.
    - Vay canına, diyen Ferenç Atş telaşlandı. "Yaşa, varol!" diye bağırıyorlar yahu. Pastor'ların küçüğü,
    - Etekleri tutuşan böyle bağırmaz ki, dedi. Kardeşimin birliğine güvenmek sanırım pek doğru olmadı.
    Ferenç Atş, aklı başında bir çocuktu. Evdeki hesabın pazara uymadığını o da anlamıştı artık. Savaşı yitirdiklerinin farkındaydı. Çünkü şimdi, kendi birliği tek başına bütün Pal Sokağı ordusu ile başa baş savaşmak zorundaydı. Son umudu, sabırsızlıkla beklenen o boru sesi, bir türlü gelmek bilmiyordu.
    Onun yerine düşman kuvvetlerin boru sesi duyuldu. Boka'nın ordusuyla ilgili olan bu boru sesi, Pastor kuvvetlerinin son erine dek tutsak edildiğini, hemen şu anda Arsadan saldırıya geçileceğini bildiriyordu. Verilen bu haber üzerine Maria Sokağındaki ordu ikiye ayrıldı, yarısı kulübenin orada, öbür yarısı da 6 numaralı burcun orada ortaya çıktı. Biraz yıpranmış görünüyorlardı, ama gözleri zafer sevinciyle parlıyordu. Başarılı bir savaşın ateşiyle de çelik gibi sertleşmişlerdi.
    Pastor kuvvetlerinin yenilmiş olduğunu Ferenç Atş kesinlikle anlamıştı artık. Bir an kendi ordusu ile iki düşman birliği karşı karşıya geldiler. Derken, genç Pastor'dan yana dönen Ferenç Atş, sinirli bir sesle,
    - Anlayamadığım bir şey var, dedi. Yenik düştüklerini kabul edelim. Peki, ama neredeler? Sokağa kovalandılar, sokağa atıldılarsa neden gelip bize katılmıyorlar? Neden gelmiyorlar, neden?
    Pal Sokağı'na kadar uzanıp, sokağı gözden geçirdiler. Hatta, Sebeniç bu kadarıyla da yetinmeyip, bir koşu fırladı Maria Sokağı'na da baktı. İn cin top oynuyordu ortalıkta. Yalnız, tuğla yüklü bir araba ağır ağır ilerliyor, bir iki yaya da kendi havalarında, işlerine gidiyorlardı.
    - Görünürde kimse yok, haberini getirdi Sebeniç. Ama kuşkuluydu.
    - Peki, kayıplara mı karıştı bunlar? diye sordu Ferenç Atş. Bu sırada, birden kulübe geldi aklına. Öfkesini yenemeyip bağırdı:
    - Onları kapatmış olacaklar. Yenik düşünce, yakalayıp kulübeye kapatıldılar.
    Aradan çok geçmeden de doğrulandı bu kanı. Kulübeden "güm, güm, güm!" diye sesler geliyordu. Tutsaklar, boş yere kulübenin tahta duvarlarını yumrukluyorlardı. Küçük kulübe, Pal Sokağı çocuklarından yanaydı. Küçük kulübenin ne kapısı boyun eğiyordu, ne de duvarları. Bütün yumruklara karşı koyuyorlardı. Tutsaklar içerde cehennemlik bir konser vermekteydiler. Bağırıp çağırarak Ferenç Atş'ın dikkatini çekmek istiyorlardı. Elinden borazanı alınmış zavallı Vendaver, iki elini ağzına götürmüş ciğerlerinin bütün gücüyle üflüyordu.
    Ferenç Atş, ordusuna döndü:
    - Çocuklar! diye seslendi. Pastor yenik düştü savaşta! Kızıl Gömleklilerin onurunu biz kurtaracağız. İleri!
    Böylece, tek bir saf halinde Arsaya girdiler. Koşar adım saldırıya geçtiler. Kolnay ile birlikte kulübenin çatısına çıkmış olan Boka, ayaklarının altındaki cehennemlik konseri bastırmak için haykırıp duruyordu:
    - Çal borunu borazancı! Saldırı borusu! Bütün burçlardan ateş!
    Hendek siperlere doğru koşan Kızıl Gömlekliler, bir an şaşalayıp durakladılar. Dört burç birden bombardımana başlamıştı. Saniye geçmeden kum bulutları ve toz duman içinde kaldılar. Hiçbir şey göremiyorlardı.
    Boka'nın sesi gümbür gümbür gümbürdedi:
    - Yedekler, ileri!
    Saldırıya geçen yedekler, saldıran düşmanın arasına, kumun tozu dumanı içine atıldılar. Hendek siperde sırasını bekleyen piyade erleri sakindiler. Burçlardan bomba üstüne bomba yağıyordu savaşanların üzerine. Pal Sokaklı çocukların sırtında patlayan bombalar da eksik değildi.
    - Aldırma! İleri! diye haykırıyorlardı.
    Ortalık toz duman içinde kalmıştı. Bomba kalmamış burçlardan avuç avuç kum atılıyordu. Arsanın tam ortasında, siperlerden olsa olsa yirmi adım kadar uzakta, birbirine giren iki ordu kapıştı, dövüştü ve savaştı. Fırtına gibi iki ordu, bir kum fırtınasında karşı karşıya gelmişti sanki. Toz bulutları içinde zaman zaman bir kırmızı gömlek seçiliyor, derken, bir de bakıyordun, kırmızı-yeşil bir kep kırmızı gömleğin yerini alıveriyordu.
    Ne var ki, Ferenç Atş ordusu, taze kuvvetlerle savaşa giderken, Boka'nın ordusu iyice yorulmuştu. Zaman zaman hendek sipere kadar sokulabilenler gözden kaçmıyordu. Anlaşılan, Boka'nın ordusu, Kızıl Gömleklileri durduramıyordu. Gelgelelim, burçlara ne kadar yakın düşerlerse, kafalarına inen bombalar da o kadar yerini buluyordu. Barabas, yine komutanı hedef seçmişti kendine. Ferenç Atş'ı bombalarken bir yandan da bağırıyordu:
    - Kusura kalma oğlum, şunu da ye afiyetle! Olup olacağı kum işte!
    Kalenin tepesindeki hinoğlu hin Barabas'ın, şeytandan farkı yoktu. Sırıtıyor, haykırıyor, eğilip bakıyor, elinde yeni bir bomba ile görünüyordu. Ferenç Atş'ın yedek kuvvetlerinin küçük torbalarla kum taşımış olması boşunaydı. Bir yararı görülmemişti bunun. Çünkü, savaşta her adam tek bir adamın görebileceği işi görürdü. Bu yüzden, torbaları rastgele atıyorlardı.
    Savaş süresince iki tarafın boruları da boş durmuyor, coşkunluğu artıran, yükselen seslerle ortalığı inim inim inletiyordu. Kolnay'ın borusu kulübenin çatısından, küçük Pastor'unki de birbirine girmiş savaşçıların arasından ses veriyordu.
    Siperlerden olsa olsa on adım kadar uzaktaydılar.
    Boka, birden haykırdı:
    - Heey, Kolnay! Göster kendini bakalım. Bombalara boş verip siperlere in! Alarm borusunu çal. Siperdekiler ateşe başlasınlar. Kumları kalmayınca fırlayıp saldırıya geçsinler.
    - Haaaayt! diye haykıran Kolnay, kulübenin damından aşağıya atladı. Artık sürünerek ilerlemiyor, başını dimdik tutarak siperlere doğru koşuyordu. Boka, arkasından bağırdı, ama sesi duyulacak gibi değildi. Ayaklarının altındaki cehennem koro-suyla Ferenç Atş ordusunun boru sesleri, çığlıklar onun sesini bastırıyordu elbette. Sesini duyurama-yan Boka, yalnızca baktı Kolnay'ın ardından, baktı durdu öyle, hep baktı... Siperlere saklanan Kızıl Gömlekliler fark etmeden, Kolnay emri ulaştırabilecek miydi acaba?
    Tam bu sırada, güreşenlerin arasından fırlayan iri yarı, güçlü kuvvetli bir çocuk, Kolnay'ın üzerine atıldı. Elinden yakaladığı gibi Kolnay'la güreşe başladı. İş işten geçmişti artık. Kolnay, emri yerine ulaştıramayacaktı.
    - Öyleyse ben kendim giderim, diye söylendi Boka. Çatıdan aşağıya atlayıp siperlere doğru koşmaya başladı.
    Boka'ya meydan okumanın tam sırası diye düşünen Ferenç Atş, haykırdı:
    - Olduğun yerde kal!
    Aslında Boka durmalı, düşman komutanıyla çarpışmayı kabul etmeliydi. Ama bakarsın her şeyi tehlikeye düşürürdü o zaman. Onun için, siperlere doğru koşmayı sürdürdü. Ferenç Atş da fırladı arkasından.
    - Korkak herif! diye bağırıyordu Ferenç. Bak nasıl kaçıyorsun! Ama dur, tepene inerim birazdan!
    Boka, tam siperin içine atlıyordu ki, Ferenç yetişti ardından. Ama, Boka'nın 'Ateş!' komutunu vermeye de vakti oldu bu arada.
    Sipere çok yakın düşen Ferenç Atş'ın kırmızı gömleğinde, kırmızı kepinde ve kırmızı suratında art arda tam on bomba patladı. Hepsi de iyi nişan alınmış bombalar.
    - Şeytan herifler sizi! diye bağırdı Ferenç Atş. Şimdi de tutmuş yerin dibinden ateş ediyorsunuz.
    Ama, artık topçu ateşi bütün savaş hattına yayılmıştı. Burçlar yukarıdan, siperler aşağıdan, veryansın ediyorlardı bombayı. Kum fırtınası tozu dumana katıyor, savaş gürültüsüne daha kısılmamış sesler de katılıyordu. Şimdiye kadar siperlerde susmak zorunda kalanlar da yükseltmişlerdi seslerini.
    Boka'nın kanısınca, şu dakika, son saldırıya geçmenin tam sırasıydı. Daha fazla beklemeden safların başına geçti. İki adım kadar ötesinde bir Kızıl Gömlekli ile Kolnay, boğuşmaktaydılar. Siperin kenarına çıkan Boka, kırmızı-yeşil bayrağı kaldırdı, son emrini verdi:
    - Bütün kuvvetler saldırıya geçsin!
    Şaşılacak şeydi gerçekten, yerin altından yepyeni bir ordu çıkmıştı. Saldırı düzeninde düşmana yüklendiler. İkişer kişi başa baş güreş tutmamak için de dikkat ettiler. Kapalı saflar halinde ilerleyip, siperlerin önündeki Kızıl Gömleklileri püskürttüler.
    Barabas, kalenin tepesinden aşağıdakilere seslendi:
    - Bizde kum kalmadı artık! Boka, bağırarak karşılık verdi:
    - Hepiniz aşağıya! Bütün kuvvetler saldırıya geçsin!
    Kalenin burçlarında kollar bacaklar belirdi, topçu erleri aşağı indiler. Birinciyi adım adım izleyen ikinci savaş dizisi de işte böyle gerçekleşti.
    Savaş, iyiden iyiye kızışmıştı artık. Yenileceklerini anlayan Kızıl Gömlekliler, kural falan tanımaz oldular. Kurallar, düzenli bir savaşı kazanabileceklerini umdukları süreyle geçerliydi onlar için. Oysa şimdi, kuralmış, düzenmiş, umursadıkları bile yoktu. Tehlikeli bir durum. Gerçi sayıca Pal Sokaklı çocukların ancak yarısı kadardılar, ama yine de üstünlükleri vardı.
    Ferenç Atş kükrercesine haykırdı:
    - Çabuk kulübeye! Kurtaralım onları!
    Bu başıboş yığın, yön değiştiren bir sürü gibi, kulübeye doğru ifeflemeye başladı. Pal Sokağı çocukları hiç de hazırlıklı değillerdi buna. Kızıl Gömlekliler ordusu, önlerinden sıyrılıp kurtuldu, yana kaydı. Başlarında ileri atılan Ferenç Atş'ın sesinde bir zafer umudu vardı haykırırken:
    - Arkamdan gelin arkadaşlar!
    Ama, birden, ayaklarının önüne bir şey yuvarlanmış gibi, olduğu yerde takılıp kaldı. Ufak kulübenin yanında ufak tefek bir çocuk fırlamıştı önüne. Kızıl Gömleklilerin komutanı bir an duraklayınca, savaşmakta olan ordu da duruverdi.
    Küçücük bir çocuk, Ferenç Atş'ın karşısına dikilmiş, duruyordu. Ferenç'ten şöyle böyle bir baş kadar kısaydı. Sarı benizli, cılız bir çocuktu. Elini "hayır" der gibi havaya kaldırdı. İncecik sesi duyuldu:
    - Dur!
    Bu beklenmedik durum karşısında cesaretleri kırılır gibi olan Pal Sokağı çocukları, hep bir ağızdan haykırdılar:
    - Nemeçek!
    Derken, bu ufak tefek, sarışın, cılız ve hasta çocuk, o koca Ferenç Atş'ın üzerine atılmasın mı! Hasta bedenini saran ateşten de aldığı olağanüstü bir güçle, Ferenç'e yüklendiği gibi, komutan kendini yerde buldu. Ve ardından kendisi de, harcadığı aşırı kuvvetin kesilmesiyle, baygın yere serildi.
    Kızıl Gömlekliler dağılmışlardı, düzenleri bozulmuştu. Komutanlarının yere serilmesiyle kafaları kesilmişti sanki, kendi sonlan da gelmişti. Pal Sokağı çocuklan, bu karışıklıktan yararlanmayı iyi bildiler. El ele tutuşarak bir zincir yaptılar, şaşkın-laşmış orduyu kapıya doğru sürdüler. Ferenç Atş, yattığı yerden doğrulup kalktı. Yüzü öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. Gözleri çakmak çakmak, dört bir yanına bakındı. Üzerindeki tozu toprağı silkeledi. Tek başına kaldığı, kafasına dank etti. Ordusu, kapının orada bir yerde, taa ötede, Pal Sokaklı çocuklarla savaşa tutuşmuş çarpışıyor, kendisi burada, tek başına ve yenik duruyordu. Nemeçek de hemen yanı başında, yerdeydi.
    Pal Sokağı çocukları, son Kızıl Gömlekliyi de dışarı sürüp kapıyı arkasından sürgüledikten sonra, zafer sevinciyle coştular. "Yaşasın!" sesleri ortalığı inletirken Boka, bekçi Yano ile birlikte bıçkıevinin oradan koşar adım geldi. Su getiriyorlardı.
    Zafer çığlıkları kesiliverdi. Bir ölüm sessizliğidir çöktü. Herkes, yerde hareketsiz yatan Nemeçek'in başına üşüştü. Ferenç Atş da, bir kenarda duruyordu. Yüzü asık, gözleri savaşı kazananlardaydı. Kulübedeki tutsaklar hâlâ gürültü ediyorlardı. Ama kimin umrundaydı şimdi onlar?
    Yano, Nemeçek'i kucaklayıp yerden kaldırdı, götürüp hendeğin tümseğine yatırdı. Sonra, Nemeçek'in gözlerini, alnını, yüzünü suyla yıkadılar. Gözlerini açan Nemeçek, kendini gülümsemeye zorladı. Çevresine bakındı. Herkes suspus olmuştu.
    - Ne var, ne oldu? diye sordu Nemeçek, hafif bir sesle.
    Çocuklar öylesine duygulanmışlardı ki, verecek karşılık bulamadılar. Alık alık bakıştılar.
    - Ne oldu, ne var? diye yeniden sordu Nemeçek. Doğrulup oturdu. Boka, yanına yaklaştı.
    - Biraz daha iyi misin şimdi? diye sordu.
    - Evet.
    - Bir yerin ağrımıyor ya?
    - Hayır.
    Nemeçek, sonra da gülümseyerek,
    - Kazandık mı? diye sordu.
    Bu soru üzerine çocukların dili çözüldü. Hep bir ağızdan verilen karşılık tek bir ağızdan yükseldi sanki:
    - Kazandık! Kazandık ya, elbette kazandık! Ferenç Atş, bir kenarda durmuş, Pal Sokağı çocuklarının ortak sevincini öfkeyle karışık bir üzüntüyle seyrediyordu. Ama şimdi kim aldırırdı ona. İlk konuşan, Boka oldu:
    - Kazandık, kazandık, ama az kalsın her şey güme gidiyordu. Bu zaferi sana borçluyuz Nemeçek. Birdenbire ortaya çıkıp Ferenç Atş'ı şaşırtmasaydın, o gidip bütün tutsakları serbest bırakacaktı. Ondan sonra, ne olurdu bilemeyiz.
    Küçük sarışın oğlan, iyileşmiş gibiydi:
    - Aslı yok bu söylediklerinin. Ben sevineyim diye söylüyorsun bunları. Hastayım da ondan.
    Elini şöyle bir geçiriverdi küçük alnından. Yüzüne yeniden kan yürüdüğü için kıpkırmızıydı şimdi. Hastalığın verdiği ateşten yanıp eridiği gün gibi ortadaydı.
    - Seni hemen eve götürelim, dedi Boka. Buralara kadar gelmekle de akılsızlık ettin aslında. Anan baban da nasıl bıraktılar seni bilmem ki!
    - Onlar bırakmadı beni. Ben kendim gizlice geldim.
    - Nasıl yani?
    - Babam bir giysi provası için çıkıp gitmişti evden. Annem de un çorbamı ısıtmak için komşuya geçmişti. Ama çıkarken kapıyı kilitlememişti. Evde yalnız kalınca, bunu fırsat bildim. Yattığım yerden doğrulup oturdum, dört bir yanıma kulak verdim. Kulaklarım uğulduyor, kulaklarıma birtakım sesler 'geliyordu. Atlar koşuyor, borular ötüyor, bağrışmalar duyuluyordu. O ara, Çele'nin sesi de geldi kulağıma, "Yetiş Nemeçek, yetiş tehlikedeyiz!" diye bağırıyordu. Derken, senin sesini de duydum. Sen de şöyle diyordun: "Gelme Nemeçek, seni istemiyoruz, sen hastasın şimdi. Ama mile oynasak, top oynasak dünden hazırsındır, o zaman şıp diye bitersin yanımızda. Ama şimdi savaşıyoruz elbette, işin mi yok, gelip de ne yapacaksın, savaşı yitirsek bile umursamazsın elbette." İşte böyle diyordun Boka. Olduğu gibi duydum... Ve duymamla yatağımdan fırlamam bir oldu. Ama, düşüverdim hemen, uzun süredir hasta yatmaktan ayakta duracak gücüm kalmamıştı. Ne var ki az sonra toparlandım, giysilerimi, ayakkabılarımı gidip dolaptan çıkardım, çabucak giyindim. Annem eve döndüğünde hazırlanmıştım bile. Annemin adımlarını duyunca, kendimi yatağa atıp yorganı burnuma kadar çektim. Annem, beni giyinik görsün istemiyordum. Annem, "Oğlum," dedi, "belki istediğin bir şey vardır diye sorayım dedim de ondan geldim." Ben de, "İstediğim bir şey yok anne," dedim... Annem dışarıya çıkınca, ben de fırladım kaçtım evden. Ama bu yüzden kendimi kahraman sayacak değilim, bana ihtiyacınız olduğunu bilmiyordum bile. Buraya gelmemin nedeni, sizlerle birlikte savaşa katılmaktı. Derken, Ferenç Atş gözüme ilişti birden. Şöyle adam gibi savaşamı-yorsam, nedeni şu Ferenç'tir, diye düşündüm. Beni soğuk suya batırmasaydı böyle olmazdım. Birden öylesine bir öfkeyle doldu ki içim, "Ey Ernö," dedim kendi kendime, "ya hep ya hiç!" Gözlerim bir karardı, bir karardı ki... hiçbir şey göremez oldum o anda... ve fırladığım gibi... Ferenç'in üzerine atıldım...
    Küçük sarışın bunları öyle bir coşkuyla anlatmıştı ki, bitkin düşmüştü. Öksürmeye başladı.
    - Yeter artık, konuşma, dedi Boka. Başka bir gün anlatırsın. Hadi şimdi eve götürelim seni...
    Yano'nun yardımıyla tutsakları birer birer salıverdiler kulübeden. Kimde silah kalmışsa aldılar. Hepsi, başlan önlerinde, sırayla Maria Sokağı'na bakan kapıdan çıktılar. Küçük kara baca, alay eder gibi pöh pöh ediyordu arkalarından. Bıçkı da Pal Sokaklılar ordusundanmış ve zaferde payı varmış gibi vınlayıp duruyordu. Geride tek başına kalan yalnızca Ferenç Atş'tı. Bir odun yığının dibinde, gözleri yerdeydi. Kolnay ile Çele yanına yaklaşıp, silahını almak istediler. Boka, bağırdı:
    - Başkomutana dokunmayın! Ferenç Atş'ın karşısına geçip durdu.
    - Generalim, dedi, siz kahramanca dövüştünüz.
    Kızıl Gömlekli komutan, asık bir suratla Boka'ya baktı. "Senin bu övgün bana ne kazandırır ki artık" der gibilerden bir bakıştı bu.
    Boka, geriye döndü, komut verdi:
    - Dikkat!
    Bu komut üzerine, Pal Sokağı çocukları ordusunda ses seda kesildi. Hepsi ellerini keplerine götürdüler. Boka da elini kepine götürmüş, önlerinde dimdik duruyordu. Bizim küçük Nemeçek'in içindeki er bile uyanmıştı. Yattığı tümsekten zorlanarak doğruldu, sendeleyerek kalktı, elinden geldiğince disiplinli olmaya çalışarak, esas duruşa geçti, selam verdi. Zavallı Nemeçek hastalanmasına neden olan kişiyi selamlıyordu.
    Ferenç Atş, selâmlara karşılık verdikten sonra, uzaklaştı. Silâhım da yanında götürdü. Bütün öbür silâhlar, gümüş uçlu anlı şanlı mızraklar, gümüşlü Kızılderili savaş baltaları, hepsi, hepsi, kulübenin önüne tepe halinde yığılmıştı. Üçüncü burca, düşmandan geri alınan bayrak dikilmişti. Bayrağı, savaşın en civcivli ânında, Sebeniç'in elinden kopara kopara alan, Gereb olmuştu.
    Nemeçek, gözlerini şaşkınca açarak,
    - Gereb burada mı? diye sordu. Gereb atıldı:
    - Evet, buradayım.
    Küçük sarı oğlan, soran gözlerle Boka'ya baktı. Boka, hemen verdi karşılığı:
    - Evet, burada. Hem, işlediği suçu da bağışlattı. Ben de kendisine üsteğmenlik rütbesini geri veriyorum şimdi.
    Gereb kızardı.
    - Sağol, dedi. Yalnız...
    - Evet, ne var?
    Gereb'in sıkılganlığı tutmuştu.     - Yalnız... şey... aslında hakkım yok buna, biliyorum, aslında Generalin bileceği bir şey., yalnız... düşünüyorum da... Nemeçek, hâlâ rütbesiz bir er olarak dururken...
    - Haklısın Gereb, dedi Boka. Tez elden onun da rütbesini yükseltmeliyim...
    Ne var ki, Nemeçek kesti sözünü:
    - Rütbemi yükseltmeni istemiyorum. Buraya bunun için gelmedim...
    Sert görünmek isteyen Boka, çıkıştı:
    - Niçin geldiğinin önemi yok. Önemli olan, buraya gelince ne yaptığındır. Ernö Nemeçek'i hepimizin gözleri önünde yüzbaşılığa yükseltiyorum.
    - Yaşasın!
    Bu haykırış, tek bir ağızdan çıkar gibi yükselmişti. En başta General olmak üzere, küçük yüzbaşıyı, teğmenler, üsteğmenler de dahil, bütün subaylar selamlamıştı. General, elini kepine öylesine sert bir hareketle götürmüştü ki, sanki kendisi erdi de bizim küçük sarışın generaldi.
    Bir de ne görsünler, ufak, yoksul giyimli kadıncağız Arsayı geçerek onlara doğru koşmuyor mu?
    - Aman Tanrım! diye bağırıyordu kadın koşarken.
    Gelen, Nemeçek'in annesiydi. Oğlunu aramadığı yer kalmadığı için, gözyaşlarını tutamıyordu. Buraya da çocuklara oğlundan haber sormak için gelmişti. Bütün çocuklar kadıncağızın dört bir yanına doluşup onu yatıştırmaya koyuldular. Ama, kadının onlara aldırdığı yoktu. Derdi günü oğluydu. Oğlunu kucaklayıp hemen bir battaniyeye sarmış, atkısını boynuna sarmış ve Nemeçek'i evine götürmeye koyulmuştu.
    O ana kadar susmuş olan Vays,
    - Hadi kadıncağızı evine götürelim! diye bağırdı.
    Hepsi de heyecanla katıldılar bu düşünceye.
    - Götürelim! diye bağırdılar. Gereken işleri yapmakta gecikmediler. Savaş ganimeti silahları toplayıp çabucak kulübeye yığdılar. Sonra, bütün çocuklar, kadıncağızın peşine takılıp yürümeye başladılar. Anası, oğlunu sıkıca kucaklamış, kendi beden ısısından ona da bir şeyler vererek, telaşla evine yönelmişti.
    Pal Sokağında çocuklar ikişer sıra yürüyorlardı. Ortalık kararmaya yüz tutmuştu. Sokak lambaları yakılıyordu. Dükkânlardan kaldırımlara ışıklar yayılmaktaydı.
    Hızlı hızlı gidip gelenler, bu garip kafileyle karşılaşınca oldukları yerde durup bakakalıyorlardı.
En önde, büyük atkıdan ancak burnunun tepesi görünen, küçük bir çocuğu sımsıkı kucaklamış zayıf, ufak tefek, sansın bir kadın, gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmiş, yürüyor. Kadının ardından da, başlarında kırmızı-yeşil kepleri, uygun adım yürüyen bir sürü çocuk.     Sokaktaki bir iki kişi güldüler. Bir iki bıçkın, kahkahayla alaya aldılar onları. Ne var ki, çocukların hiç aldırdığı yoktu. Başka bir zaman olsa, Çonakoş, tiz ıslığıyla ağızlarının payını verirdi, ama şu sırada o bile gülenlere aldırmıyor, arkadaşlarının arasında sessizce yürüyordu. Şu yürüyüş vardı ya şu yürüyüş, çocukların gözünde öylesine önemli ve kutsal bir işti ki, dünyanın en aylak adamı gelse bozamazdı bu kutsallığı.
    Nemeçek'in annesine gelince, o da öylesine derin bir üzüntü içindeydi ki, bizim çocuklara bile aldırış edecek hali yoktu. Rakoşi Sokağındaki küçük eve ulaşan kadıncağız, kapıdan içeri girmeden önce durmak zorunda kaldı. Küçük oğlunun inadı tutmuştu. Dünyanın hiçbir gücü, şu anda Nemeçek'i evden içeri sokamazdı. Kendini anasının kucağından kurtaran küçük sarı oğlan, gidip arkadaşlarının karşısına geçti.
    - Hadi hoşça kalın, dedi hepsine.
    Çocuklar sırayla elini sıktılar. Nemeçek'in avuçları ateş gibi yanıyordu. Çok geçmeden, annesiyle birlikte evin kapısında gözden kayboldu. Avluda bir kapı kapandı, küçük bir pencere aydınlandı. Ardından da derin bir sessizlik...
    Çocuklar, kök salmış gibi, bulundukları yerden ayrılmaz oldular. Sesleri solukları çıkmıyordu. Gözlerini o aydınlık pencereye dikmişlerdi. Pencerenin ardında, bizim küçük kahraman yatağa yatırılacaktı birazdan. Derken, içlerinden birinin derin derin içini çektiği duyuldu. Ve Çele'nin sesi yükseldi:
    - Şimdi ne olacak?
    Bunun üzerine ikişer üçer, küçük, karanlık sokaktan geçerek evlerine yollandılar. Çok yorgundular. Savaş, dizlerinde derman bırakmamıştı. Dağlarda eriyen karların soğuk soluğunu ileten serin, kuvvetli bir ilkyaz rüzgârı esiyordu sokakta.
    Derken, bir başka gurup daha yürümeye koyuldu. Onlar da aşağıya, başka bir yöne ilerliyordu. Sonunda, kapının önünde Boka ile Çonakoş'tan başkası kalmadı. Canı sıkkın görünen Çonakoş, durduğu yerde ayak değiştiriyor, Boka'nın gitmesini bekliyordu. Ama, Boka oralı olmayınca, Çonakoş çekingen bir sesle sordu:
    - Geliyor musun? Boka, yavaşça,
    - Hayır, dedi.
    - Demek kalıyorsun?
    - Evet.
    - Eh öyleyse... bana eyvallah!
    Ayaklarını sürüyerek, yavaş yavaş uzaklaştı. Boka, arkasından bakınca bir de ne görsün, Çonakoş dönüp dönüp arkasına bakmıyor mu? Derken, köşede gözden kayboldu. Gürültülü patırtılı Ülloi Caddesi "nden kopup ayrılan kendi halindeki Rakoşi Sokağı, sessizliğe ve karanlığa gömülmüştü artık. Bir uçtan öbür uca uzanan sokak fenerlerinin camlarında gezinen rüzgâr duyuluyordu yalnızca. Hızlı esen rüzgâr altında titreşip dalgalanan gaz lambalarının alevleri, gizli gizli işaretleşiyorlarmış gibi eğilip bükülüyorlardı. Şimdi küçük sokakta in cin top oynuyordu. Sokaktaki tek kişi, General Yohan Boka'ydı. General, dört bir yanına bakınıp da yapayalnız olduğunu görünce, içinin sızladığını duydu. Gidip kapının pervazına yaslandı. Yüreğinin bütün acısıyla hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
    İçlerinden hiçbirinin söylemeyi göze alamadığı şeyi anlamış, sezinlemişti artık. Biricik erinin kötü bir sona gittiğini görüyordu. Bu sonun nereye varacağını, üstelik bu yolculuğun pek de uzun sürmeyeceğini biliyordu. Tam bir erkek gibi davranmadığına da aldırış etmiyordu. Şu çocuksu halinden de gocunduğu yoktu. Ağlayıp duruyor, kendi kendine mırıldanıyordu:
    - Küçücük dostum... Sevgili, can arkadaşım benim... İyi yürekli yüzbaşım...
    Yanından geçen bir adam, ağladığını görünce,
    - Nen var yavrum? diye sordu. Neden ağlıyorsun?
    Boka, karşılık vermedi. Adam omuz silkti, geçip gitti. Derken, kolunda taşıdığı büyükçe bir sepetle yoksul bir kadın göründü. O da durup şöyle bir baktı, ama bir şey demedi, yürüdü gitti. Daha sonra ufak tefek, kısa boylu bir adam gelip tam kapıdan içeri gireceği sırada, Boka'yı tanıdı.
    - Sen misin Boka, hayrola?
    - Benim, Nemeçek Amca.
    Bu gelen adam, küçük Nemeçek'in babası terzi Nemeçek idi. Prova için götürmüş olduğu giysi kolundaydı. Adam, Boka'nın halinden anlıyordu. Bu yüzden, "Neden ağlıyorsun oğlum?" falan diye sormadı, karşısına.geçip yüzüne de bakmadı aval aval. Yanına yaklaşıp, Boka'nın akıllı küçük başını bağrına bastı, birlikte ağladı onunla. Hem de nasıl ağlamak. Boka'nın generalliği tuttu birden:
    - Bay Nemeçek, dedi. Ağlayıp durmayın öyle!
    Elinin tersiyle gözlerini silen terzi, şöyle bir salladı elini. "Zaten ne yapsam boşuna, hiç değilse içimi boşaltayım biraz," der gibiydi.
    - Tanrı seni korusun yavrum, dedi terzi. Sen de güzel güzel evine git hadi!
    Avludan içeriye girdi.
    Boka da sildi gözyaşlarını, içini çekti. Yoldan aşağı şöyle bir baktı, eve gitmek istiyor, ama bir şey engel oluyordu ona sanki. Aslında hiç yaran olmayacağını biliyordu, ama yürekli eri ölümle pençeleşirken, evinin önünde saygı duruşunda bulunmanın kutsal bir görev olduğunu düşünüyordu. Kapının önünde bir aşağı bir yukarı gezindi. Sonra, karşı kaldırıma geçti, oradan da şöyle bir baktı küçük eve.
    Şu küçük ve ıssız sokağın sessizliği içinde tek tük ayak sesleri duyuluyordu. Kafası, şimdiye kadar hiç aklına gelmemiş düşüncelerle doluydu. Kafasındaki sorun, yaşamak ve ölmek sorunuydu. Bu büyük sorunu çözümleyecek yolu bulamıyordu.
    Gittikçe yaklaşan ayak sesleri duydu. Adımlar yavaşladılar. Evlerin gölgesine sığınmış kara bir gölge, çekine çekine kımıldanıyordu. Gölge kapıdan içeri süzüldü, bir saniye için içeriye girdi çıktı, durdu, bekledi. Sonra, evin önünde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Sokaklardaki gaz lambalarından birinin altına geldiği sırada, rüzgâr ceketinin eteğini kaldırdı. Boka, bakınca bir de ne görsün? Ceketin altında kıpkırmızı bir gömlek!
    Ferenç Atş'ın ta kendisiydi bu.
    İki komutan, gözlerini kırpmadan bakıştılar. Bütün yaşamları süresince, ilk kez karşı karşıya geliyorlardı. Hem de teke tek. Anlaşılan, kısmet, bu dertli evin önünde karşılaşmaktı. Birini kalbi, öbürünü de vicdanı sürüklemişti buraya. Tek söz etmeden bir süre bakıştılar. Sonra, Ferenç Atş yürüdü, evin önünde yeniden dolaşmaya başladı. Dolaştı, dolaştı.
    Neden sonra kapıcı göründü. Kapıyı kapamaya gelmişti. Kapıcıya yaklaşan Ferenç Atş, şapkasını çıkardı, yavaş sesle bir şeyler sordu. Kapıcının verdiği karşılığı Boka da duydu.
    - Çok kötü, dedi kapıcı. Çok kötü.
    Sonra da kapıyı küttedek kapattı.
    Kapının böyle küttedek kapatılması sokaktaki derin sessizliği bozdu. Gökler gürleyip geçmişti sanki.
    Ferenç Atş, ilerledi. Sağa yöneldi. Boka için de eve dönmenin zamanıydı artık. Soğuk rüzgâr uğuldarken, komutanların biri sağa, öteki de sola gidiyordu. Ve hâlâ konuşmuyorlardı birbirleriyle.
    Serin ilkyaz gecesi, uykuya dalmış küçücük bir sokak! Rüzgâr, fenerlerin camlarını tıngırdatıyor, gaz lambalarının alevden saçlarını dağıtıyordu. Öyle bir rüzgâr ki, bütün kovuklara sızıyor, zavallı, küçük bir terzinin oturduğu odada bile esiyordu.
    Yoksul küçük terzi, masanın bir ucunda oturmuş, akşam yemeğini yiyordu.
    Küçücük bir karyolada, küçücük bir Yüzbaşı da zar zor soluk alabiliyordu. Yüzü ateşler içinde, gözleri çakmak çakmaktı.
    Rüzgâr pencereyi tıkırdatıp, petrol lambasının alevini titretti.
    Ufak tefek kadıncağız, çocuğun üstünü örttü.
    - Yavrucuğum, dedi. Rüzgâr esiyor.
    Acı acı gülümseyen Yüzbaşı, yavaşça fısıldadı:
    - Arsamızdan esiyor, bizim biricik Arsamızdan!

YEDİNCİ BÖLÜM  |  DOKUZUNCU BÖLÜM