Başsız At

BAŞSIZ AT
PAUL BERNA


Yarım Gün Tatil
1



    Gaby ve çete, Petits Pauvres Sokağının tepesinde kalan Fernand Douin'in evindeydiler. On çocuk, sırayla ata binerek hızla tepeden indiler ve aşağıdaki Vache Noir Sokağına vardılar. Bu sokağa gelen her çocuk yere atlıyor ve Atını sürükleyerek arkadaşlarının sabırsızlıkla sıra beklediği tepeye çıkıyordu.

    Yolun sonunda bir yamaç vardı. At ve binicisi buradan geçerek etrafı dikenli telle çevrili olan alanın yanındaki sete varıyordu. Buraya geldiğinizde ufka doğru uzanan bomboş kırlardan başka bir şey göremezdiniz. Onun için de atın Üstünde iki saniye kadar uçtuğunuzu sanırdınız. Fakat topuklarınızla fren yapmazsanız bir anda atın üstünden düşer ve kendinizi yerde bulurdunuz. Çocuklar bu tür düşmeyi 'Başarılı İniş' diyorlardı. Her binişin sonunda at, kaldırıma devriliyor ve parke taşlarına çarpan sağrılarından boşluktan gelir gibi bir ses çıkıyordu. Hiçbir biniş böyle olamıyordu doğrusu!

    Fernand Douin, bir yıla yakın süredir atın sahibiydi. Faubourg Baccus'dan bir eskici üç paket kara tütüne karşılık atı Mösyö Douin'e vermişti. Fernand da Noel sabahı bunu astığı çorabın yanında bulmuştu. Çocuk, sevinç ve coşkudan beş dakika süreyle konuşamamıştı. Oysa atın, dış görünüşünde öyle bir olağanüstülük de yoktu. Hatta daha başlangıçta bile atın uygun bir başı olmamıştı. Mösyö Douin, ona kalın mukavvadan bir baş yapmışsa da bu iki gün bile dayanmamıştı. Marion, ata ilk binişinde altmış kilometre hızla yokuştan inerken Mösyö Mazurier'in kömür kamyonuna bindirmiş ve o anda atın başı kopmuştu. Baş ve diğer kazalarda kaybedilen ön bacaklar çöplüğe bırakılmıştı. Sonra çocuklar, Ponceau yolundaki tünelde bir deney binişine kalkışınca atın arka bacakları da kopmuştu. Kuyruğundan da söz etmek gereksiz. Çünkü kuyruğu yoktu zaten.

    Artık geriye kalan sadece atın gövdesiydi. Cilâsı yer yer kalkan bedeni gri renkteydi. Üstüne de boyayla küçük, kahverengi bir eğer yapılmıştı. Eskici bu atla birlikte üç tekerlekli bir bisikletin alt kısmını da vermişti. Bunun da ne pedalları ne de zinciri vardı ama insan herşeye de sahip olamazdı ya! İşte artık üç tekerlek üstüne yerleştirilmiş bir at geçmişti ellerine. Hem bu at, tıpkı bir saf kan hayvan gibi Petits Pauvres sokağının asfalt yokuşundan aşağı iniyordu.

    Cite Ferrand'lı çocuklar bu atı pek kıskanıyorlardı ve sadece en gerekli kısımları kalan bu atın bir merkep veya domuz olabileceğini söylüyorlardı. Çocuklar 'domuz' sözcüğünün atı çok daha iyi tanımladığını ileri sürmekteydiler. Hem Petits Pauvres sokağının kovboylarının budalalık ederek bazı olmayan eski bir domuz yüzünden yaşamlarını tehlikeye atmalarının da gereksiz olduğunu öne sürmekteydiler. Çünkü atı durdurmanın zor bir iş olduğunu inkâr olanaksızdı. Fernand, Hurdacı Cesar Aravant'ın avlusunu çevreleyen tele takılarak dizini fena sıyırmıştı. Marion da Poncrau tünelinde iki dişini kaybetmişti. Bu olaylar ikisi için de hiç hoş olmamıştı. Fakat neyse diz üç gün sonra iyileşmiş ve düşen dişlerinin yerine de iki hafta sonra yenileri çıkmıştı. At da hâlâ işlek durumdaydı. Hemen hemen her erkeğin demiryollarında görev yaptığı ve trenlerin işlemesini sağladığı bu isli küçük arka sokak ölçülerine göre bile at iyi çalışır durumdaydı.

    Çete, uzun tartışmalar sonucu atı günde bir kez kullanmaya karar verdi. Böylece atı fazla yormamış olacaklardı. Her çocuk ata iki kez binecekti. Hiç kimse atın uzun süre dayanacağını sanmıyordu. Böyle biniş zamanını kısaltmakla birlikte hepsi de ona en fazla Paskalyaya kadar binebileceklerini umuyorlardı. Oysa en korkunç düşmelerde bile paralanmamıştı at. Yine de Petits Pauvres'den son hızla iniyordu aşağı.

    İçlerinde tek fren yapmadan aşağıya kadar inen Gaby olmuştu. Hem o bir rekor da kırmıştı. At, bu yolu otuz beş saniye içinde aşmıştı.

    Fernand, atı sayesinde arkadaşı Marion'u çeteye sokabilmeyi başarmıştı. Oysa çete Louvigny Triagedaki gizli örgütlerin en sıkı olanıydı.

    Bu cesaret isteyen sporu sadece kendileri yapabildikleri için üyeler birbirlerine daha da yakınlaşmışlardı. Gaby, mahsus bir yaş sınırı koymuş ve bunu aşağı tutmuştu. Çeteye on iki yaşından büyük kimse alınmıyordu.

    Çünkü Gaby, "On iki yaşını geçtin mi tamamiyle budala olursun," diyordu. "Eğer bütün ömrünce böyle budala kalmazsan talihlisin demektir." Yalnız bu sözler biraz da tuhaftı. Çünkü Gaby bu yaş sınırını aşmak üzereydi. Fakat çocuk gizli gizli bu sınırı on dörde çıkarmayı plânlıyordu. Böylece aradaki bu küçük farktan yararlanabilecekti.

    Şimdi Bonbon'un ağabeysi Tatave, arkadaşlarının eleştirici bakışları altında atla yola çıkmaya hazırlanıyordu.

    Marion, Fernand'a, "Bak o ne kadar ağır," diye yakındı. "Aslında onun ata birden fazla kez binmemesi uygun" Günün birinde atın bu yağ tulumunun altında paralanacak. Atın, bütün tekerlekleri ezilmiş olarak yukarıya cıkarıldığını göreceğiz."

    Yüz metre kadar aşağıda küçük Bonbon, yolun Cecille sokağıyla kesiştiği yere bakıyordu ve ortalıkta bir şey olmadığını belirtmek için elini salladı. Tatave, bir roket gibi onun yanından geçti, Başını öne eğmiş, elleriyle atın paslı gidonunu sıkıca kavramıştı.

    Küçük bir İspanyol olan Juan, omuz silktı. "O iyice ağır ama Gaby'le yarışamaz. Korkar. Vache Noir sokağına elli metre kala frene basıyor. Bir gün onun ayaklarını gidonun altına bağlayıp buradan öyle yollamalıyız doğrusu."

    Daha aşağıda Petits Pauvres sokağının dönemeci vardı ve orası yukarıda duranlar tarafından görülemiyordu. Çocuklar bekledilerse de bu uzun sürmedi. Yolun sonundan kırılan camın çıkardığı büyük şangırtı yankılandı. Bunu bir çığlık, birbirine bağlı küfürler ve patlayan iki tokadın sert sesi izledi.

    Çene kasları gerilen Gaby, "Amanın!" diye içini çekti.

    "Tatave bir yere çarptı!"

    Fernand, "Gidip bir bakalım," diye önerdi. Çocuk at yüzünden kaygılanmıştı.

    Marion, "Zidore ve Melie aşağıda kaldılar," diye atıldı. "Bizim uğraşmamıza gerek kalmadan ikisi Tatave'yi bu tatsızlıktan kurtarırlar."

    Gaby, hemen etrafına bakındı. Orada Marion, Fernand ve Juan'dan başka Berthe Gideon, ve Fabourge Baccus'lu küçük zenci çekirge Larique vardı.

    Gaby, kararını vererek, "Cecile sokağına kadar inelim. Onları öyle kendi başlarına bırakamayız. Belki de gerçek bir kaza oldu," dedi.

    Dört yol ağzına geldiklerinde diğerlerinin köşeden çıktığını gördüler. Çocukların bakışlarında bir karamsarlık okunuyordu. Zidore Loche, zavallı talihsiz atı iki tekerleğinin üstünde itiyordu. Tatave de onun yanında yürümekteydi. Çocuk hafif hafif topallıyordu ve yüzü de epey kızarmıştı. Atın üçüncü tekerleği de onun elindeydi.

    Çetenin ilk yardım uzmanı olan Amelia Babin, gerideydi ve durmadan sırıtıyordu. Zaman zaman da öfkeli boğuk seslerin geldiği Petits Pauvres sokağına bakmak için dönüyor ve vücudu tutmaya çalıştığı kahkahalarla sarsılıyordu.

    Zidore, yaklaşınca bağırdı. "Er geç bunun olacağı belliydi zaten! Tatave daima en hatalı anda fren yapıyor. İhtiyar Zigon, el arabasına şişeleri doldurmuş ana yoldan geliyordu. O sırada Tatave, dönemeçten çıktı. Ben yerimden kımıldamadım. Ama Tatave ne yaptı dersiniz? Hemen orada frenlerine dayandı. O zaman Şak diye el arabasının içine girdi tabii!"

    Melie, gülerken vücudu sarsılıyordu. Sarı saçlarına siyah bir eşarp bağlanmış olan küçük kızın ince yüzünde hiç de acıma yoktu.

    "Tatave, olağanüstü başarılı bir iniş yaptı doğrusu! Onu görmeliydiniz! Setin orada teli aşarak bir bomba gibi gitti. İnanın böyle oldu! İhtiyar Zigon, tıpkı bir morina balığı gibi ağzını açarak ona öyle bakakaldı."

    Gaby, "İhtiyar Zigon'a bir şey olmadı ya?" diye sordu.

    "Hayır, ona bir şey olmadı. Fakat bir kaç düzine şişesi kırıldı. Zigon çok öfkelendi."

    Marion, "Ona yarın tam beş düzine şişe götürürüz," diye atıldı. "Yan makasın oradaki eski demiryolunun gerisindeki çukur şişe dolu. Hem orasını bilen kimse de yok."

    Tatave, sol dizini fena berelemişti. Ayrıca pantalonunun arkası sarımsı renkli, yapışkan çamurla adeta kaplanmıştı.

    Tatave, öfkeyle, "Kan... Kovalar, kovalar, kovalar dolusu kan," diye söylendi.

    Sonra utana sıkıla elindeki tekerleği Ferdinand'a verdi. Diğerleri o sırada Zidore'un etrafına toplaşarak atı incelemeye koyuldular. Sonra Gaby, kaygıyla başını kaldırarak, "Galiba sonunda bu iş başımıza geldi," diye mırıldandı. "Atın ön kısmındaki demir tamamiyle parçalanmış. İki tekerlek bu ön demirin parçasının üstünde kalmış. Olağanüstü bir iş başardığını söylemek zorundayım doğrusu, Tatave!"

    Tatave, kızarıp başını önüne eğerek burnunu çekti.

    Bu kazaya neden olduğundan ötürü bir dakika kadar öyle susup kaldılar.

    Fernand, yüreğinde derin bir sızı duydu. "Atım!" diye düşünüyordu. "Benim atım! Louvigny'den Villenueve Saint Georges'e kadar olan bölgede onun bir benzeri bile yoktu."

    Marion, elini usulca onun omzuna dayayarak teselliye çalıştı. Fısıldayarak konuştu. "Baban atını onaracaktır. Bak görürsün. Hem düşünecek olursan bu ilk kez başına gelmiyor ki..."

    Fernand, başını sallayarak, "Bilemiyorum?" diye cevap verdi. "Bilemiyorum. Demir çatalı kırıldı. Bunun ne demek olduğunu anlıyorsun. Bunu onarabilmek çok zor bir iş."

    O sırada küçük Bonbon da Cecile sokağından çıktı. Çocuk avaz avaz ağlıyordu.

    "Her zaman böyle oluyor!" diye haykırdı Bonbon. "Daha ikinci kez ata binmemiştim. Gittiniz atı paraladınız..."

    Gaby, çetenin en küçüğü olan Bonbon'u avutmak için döndü. "Haydi ağlama öyle. Gelecek sefere seni iki yerine üç kez ata bindireceğiz."

    Bonbon, "Haydi oradan!" diye bağırdı. "Gelecek kez diye bir şey olamayacak. At parça parça oldu."

    Tatave, bu sözler üzerine fena halde telâşlandı. Adeta diğerlerinden gizlenmek ister gibi büzüldü.

    Bonbon hâlâ bağırıp ağlıyordu. Sonunda ağabeysi Tatave, umutsuzluk ve üzüntüyle durumu anlatmaya yeltendi. "İhtiyar Zigon'un sol taraftan çıkarak geldiğini görünce hemen fren yaptım tabii. Bu durumda yerimde kim olsaydı aynını yapardı tabii."

    Gaby, sert sert, "Ya öyle!" diye çıkıştı. "Sen tam orada fren yaptın ve bu yüzden ihtiyar Zigon'un arabasının içine girdin. Ah zavallı ahmak! O anda yapmaman gereken de buydu işte. Bu durumda fren yapmaman gerekirdi."

    Bu sözler üzerine bütün çocuklar dayanamayarak kıkır kıkır güldüler. Sadece Marion ve Fernand, onlara katılmadılar. Fernand, bir eliyle tekerleği tuttu. Diğerleriyle de atın paslı gidonunu yakaladı. Atı arkasında sürükleyerek ağır ağır yokuşu çıkıp eve doğru gitti.

    Diğerleri epey gerideydiler. Ellerini ceplerine sokmuş yürüyor ve bu kazayı tartışıyorlardı.

    Fernand, atını dikkatle bahçe duvarına dayadıktan sonra arkadaşlarının yanına döndü. "Atı şimdilik burada bırakacağım," diye açıkladı. "Babam işten dönünce atımı bu durumda görecektir. Eğer o demir çatalı onarabilirse bunu hemen yapacaktır."

    Zidore, arkadaşlarına bakarak, "Peki şimdi biz ne yapacağız?" diye sordu.

    Diğerleri de birbirlerine baktılar.

    Gabby, atıldı. "Biz de Perşembe Pazarına gidip etrafa göz atabiliriz. Hem karnım da acıktı. Doğrusunu isterseniz yiyecek bir şeyler bulmamız yerinde olur."

    Bunun üzerine çocuklar Marion'a döndüler. Çünkü kız çetenin veznedarıydı.

    Marion, ceketinin ceplerini karıştırdı. Sırtındaki bir erkek ceketiydi. Bu kızın giyebilmesi için kesilip ufaltılmıştı. Marion, bunun altına da kısa, gri bir etek giymişti. Bir bale dansözünün tül eteği kadar kısaydı bu. Bu yüzden de kızcağızın uzun, sıska bacakları eteğin altından iki değnek gibi gözüküyordu.

    Marion, bulduğu parayı tekrar tekrar saydı. Sonunda, "Hepimize birer polonais alabilecek kadar paramız var," diye açıkladı. "Yalnız Madam Macherel geçen seferden borcumuz olan yirmi frangı istemezse tabii. Bunu isterse bir şey alamayız."

    Gaby, mırıldandı. "Bu durumda Madam Macherel'in tanımadığı birini göndermeliyiz. O bizim Karayı tanımıyor. Çünkü Kara hiçbir zaman buralarda dolaşmıyor. Haydi, git Çekirge... Seni istasyonun orada bekleyeceğiz."

    Madam Macherel'in fırınında diğer çöreklerin yanı sıra dilimi on frank olan yapışkan, bulamayı andıran siyahımsı renkli bir nesne yapılıyordu. İşte bu ünlü polanais'di. Bu pek pahalı olmakla birlikte çok da tatlıydı. Polonais insanın midesine tıpkı kurşun gibi iniyordu fakat yemek vaktine kadar da tok tutuyordu.

    Gaby'nin çetesi ağır ağır Liberation Alanını geçti. Aslında burası sıska ağaçların çevrelediği kahverengi bir toprak parçasıydı sadece.

    Gaby, yanında Zidore ve Juan'la önden yürüyordu. Tatave, Fernand ve küçük Bonbon onların biraz arkasındaydılar. Fifi de bir gruptan diğerine koşuyor, bir okşayış veya tatlı bir sözcük bekliyordu. Fifi, sarımsı renkli, kısa tüylü bir köpekti. Vücudu bir tazıyı andırıyordu fakat uzun, ince kuyruğu daha çok bir fareninkine benziyordu. Marion, onu Louvigny Cambrouse'un altında kalan Louvigny Triage denilen mahallede bulmuştu. Orada tarlaların gerisinde gölcüğü andıran su birikintileri vardı. Bunların etrafını da yüksek otlar ve bodur ağaçlar sarmıştı. Çevrede oturanlar ve hatta Paris'de yaşayanlar hasta, yaralı veya ölmek üzere olan köpeklerini getirerek oraya bırakıyorlardı.

    Marion, bu köpeklerle dost oluyordu. Onların hastalıklarından veya yaralarından korkmuyor ve hepsine de bakıyordu. Sonunda sanki bir büyü yapılmış gibi hayvanlar iyileşip ayağa kalkıyorlardı.

    Marion'un evinde hiçbir zaman bir düzineden az köpek olmuyordu. Bunları bayat ekmek ve çevredeki dükkâncıların seve seve verdikleri artıklarla besliyordu.

    Marion'un annesi Madam Fabert, pek çok kez içini çekip başını sallamış ve gözlerini umutsuzlukla gökyüzüne dikmişti fakat hiçbir zaman kızına bu işten vazgeçmesini söylememiş ve onun cesaretini kıracak bir şey de yapmamıştı.

    Çete, alanın köşesine geldiği sırada Gaby, geriye dönerek arkadaşlarına göz kırptı ve, "Roublot burada!" diye seslendi. "Onun sesini buradan duyabiliyorum."

    Çocuklar, bunun üzerine adımlarını sıklaştırdılar. Küçük Perşembe Pazarı alanına girerek kalabalığa karıştılar. Roublot, her zamanki gibi işportasını alanın öbür köşesine yerleştirmişti. Onun bulunduğu yeri Cafe Parisien'in pembe ışığı aydınlatıyordu. Adam, müşterileri çekebilmek için türlü laf ediyordu ama hiç kimse onun sebze rendeleriyle ilgilenmiyordu. O hiç de hoş bir yaratık değildi. Solgun, şişman yüzünden kötülük akan, küçük kirli işler çevirdiği belli olan bir adamdı.

    Roublot, geçen yaz Gaby'i bir çakmağı cebine atmakla suçlamıştı. Gaby'i tutup Müfettiş Slnet'in karşısına çıkarmışlardı. Bu ciddi bir olay olmuştu. Gaby, ömründe hiçbir şey çalmamıştı. O böyle şeyler yapacak bir çocuk değildi. Ayrıca çetesinde de hiçbir zaman hırsız olmamıştı. Daha sonra bu tatsız işi Gaby'nin babası Mösyö Joye halletmişti.

    Yüz kilodan daha ağır bir adam olan Mösyö Joye, demiryolları onarım atölyesinde teknisyendi. Adam, ertesi Perşembe pazara inmiş ve herkesin önünde Roublot'a, "Bir daha böyle bir münasebetsizliğe kalkışırsan sana unutamayacağın bir ders veririm," demişti. Bu sözler de Roublot'a yetmişti. Ondan sonra çocuklara ilişmemişti. Roublot, çocukların derme çatma işportasına yaklaştıklarını görünce, "Ah işte sonunda dinleyicilerim geldi!" diye bağırdı. "Gerçek uzman onlar. Onlar hiçbir zaman bir şey satın almazlar. Fakat modern teknolojinin harikalarını beğenirler. Bu harikalar ev kadınları için yaratılmıştır. Haydi, işportanın etrafına toplanın çocuklar... Yok o kadar sokulmayın..."

    Marion, "Bir tane bile satamayacaktır," diye fısıldadı. "Bu eski şeyler sadece bir kez çalışır. Kullandığının ertesi günü de çöp tenekesine atarsın."

    Gaby de ilâve etti. "Bu adam hiçbir şey satmıyor. Veya pek az şey satabiliyor. Fakat bu durum da onun umurunda değil. Onun buraya başka amaçla geldiğini sanırsın."

    Fernand, hayretle Gaby'e dönerek, "Başka ne amacı olabilir ki?" diye sordu.

    Gaby, sırıttı. "Orasını bilemiyorum. Pek çok kimse gizli gizli işler çevirirken böyle satış yaparmış gibi davranırlar. Aslında bu sadece bir gösteriş sayılır."

    O sırada Çekirge, soluk soluğa geldi. Fakat çocuğun elinde dikkatle yağlı kâğıda sarılmış olan on parça polonais vardı. Hepsi Çekirgenin etrafını aldılar. Gaby de tatlıları paylaştırdı. En büyük olan iki parçayı Çekirgeyle Bonbon'a verdi. Zengi çocuk, polonais'leri aldığı için bunu hakketmişti. Bu arada en küçük parça da Tatave'ye düştü. Böylece , bir daha atı parçalamamasını öğrenecekti.

    Sonra tatlılarını yiyerek yine dönerek Roublot'u seyretmeye koyuldular. Adam, makineye sırayla bir havuç, bir patates, bir elma, bir portakal ve bir parça da peynir attı. Makinanın öbür ucundan tiksinilecek bir karışım çıktı.

    Gaby, tatlısının son lokmasını da yutup parmaklarını yaladı ve Fernand'a yaslandı. Usulca, "Görüyor müsün?" diye fısıldadı.

    Fernand, "Görüyorum," der gibi başını salladı. Durumu farketmişti tabii. Bu sırada Fifi'ye tatlısından biraz vermek için eğilmiş olan Marion da doğruldu. O da aynı anda çocukların dikkatini çeken şeyi gördü.

    Roublot makinanın parçalarını her zamanki gibi hızla ve ustalıkla takıp çıkartıyordu. Fakat aklının başka yerde olduğu da belliydi. Başını hafifçe sağa, isli istasyon binasına doğru çevirmişti. Hiç durmadan konuşurken küçük siyah gözlerini o yönden ayırmıyordu. Yoğun bir dikkatle oraya bakıyordu.

    Gaby, usulca Tatave'nin arkasına geçti ve sanki hiç ilgilenmezmiş gibi uzaklaştı. Alanın köşesindeki iki işportanın orada epey kalabalık vardı. İnsanlar dolaşıp duruyorlardı. Bu yüzden de Foublot'un kimi gözetlediğini ilk bakışta anlayabilmek zordu. Çocuk önce, işportaların gerisinde kalan kaldırıma baktı. Kaldırımın taşları işportalarından vuran ışıkla yer yer parlıyordu. Depodan çıkmış olan insanlar da evlerine giderlerken buradan geçmekteydiler. İşçiler Cite Ferrand'daki evlerine dönüyorlardı. İşte Gaby, bu adamlara bakarken onların arasında eski bir şapka ve koyu yeşil yağmurluk giymiş uzun boylu, zayıf birini seçti. Müfettiş Sinet'di o.

    Gaby, ağır ağır giden adamı seyretmeye başladı. Koyu yeşil yağmurluk kalabalıkta kayboluyor ve sonra işportalar arasında beliriyordu. Gaby, ona bakarken, "Müfettişin acelesi var galiba," diye düşündü. "Sanki birine yetişmeye çalışıyor. Onu gözden kaçırmak istemiyor."

    Gaby'nin gözleri çok keskindi ve sonunda geçenler arasında başka birini daha seçti. O mavimsi bir işçi tulumu giyminişti. Louvigny Triage'da her gün bu kılıkta yüzlerce adam görebilirdiniz. Bu tulumlu adam iyice iri yarıydı. O ağır ağır uzaklaşıp gitti ve Müfettiş Sinet de kendisini izledi. Kısa süre sonra da Liberation Alanındaki kalabalığa karışarak gözden kayboldular. Gaby daha fazlasını göremedi.

    Çocuk, tekrar Roublot'a döndü. Satıcı hâlâ türlü laflarla seyircilerini oyalıyordu. Louvigny Chambrouse'dan bir ev kadınıyla Cite Ferrand'dan beş fabrika işçisi kız da çocuklara katılmıştı. Sinsi adam, şapkasını hafifçe geriye itmiş duruyordu. Alnında ter taneleri parlıyordu. Marion, Sinet'i görmemişti. Hele gri mavi işçi tulumu giymiş olan adamdan haberi bile yoktu. Fakat dikkatli gözlerinden diğer şeyler kaçmamıştı.

    Kız, "Roublot korkuyor," diye mırıldandı.

    Roublot, bu arada durmadan eline geçen şeyleri makinede kıyıyordu. Hem paniğe kapılanlara özgü bir hızla hareket etmekteydi.

    Bonbon, birden yüksek sesle, "Bu eski makine bir işe yaramaz," diye düşüncesini açıkladı. Hem küçük çocuk yıkıcı bir güvenle konuşmuştu.

    Bu sözler herkesin gülmesine neden oldu ve böylece adeta sihir bozuldu. İşportanın önündeki kalabalık dağıldı. Öfkeden deliye dönen Roublot'nun karşısında sadece ev kadını kaldı.

    Gaby de çeteyi alarak pazarın karşı tarafındaki tuhafiye işportalarına götürdü. Fakat daha bu işportalara varmadan Fernand, dayanamayıp arkaya, Cafe Parisien'in pembe ışıklarıyla aydınlattığı yere baktı.

    Marion, sordu. "Neye bakıyorsun?"

    Fernand, hayretle, "Roublot gitmiş," diye cevap verdi. "Her şeyi orada bırakıp gitmiş. Çabucak gitmiş!"

    Allies sokağının köşesine geldiklerinde Bonbonla Tatave'nin annesi Madam Louvier karşılarına çıktı. Kadının ellerinde içleri sebze dolu kocaman iki sepet vardı. O durup oğullarını çağırdı. Tatave ve küçük Bonbon istemeye istemeye çeteden ayrıldılar.

    Fernand, Tatave'ye, "At için üzülme!" diye seslendi.

    Vakit geç olmaya başlamıştı. Hava kararıyordu ve yola gölgeler çökmüştü. Yarım tatil sona ermişti.

    Kısa süre sonra Çekirge Larique ve Juan da diğerlerinden ayrılıp Faubourg Bacchus'a gittiler. Berthe Gideon da arkadaşlarıyla vedalaşarak hızlı hızlı Cite Ferrand'a doğru yürüdü. Sonra ayrılma sırası Gaby'e geldi. O da caddeyle Aubertin sokağının kesiştiği köşedeydi. Marion ve Fernano yalnız kaldılar.

    Fernand, başını kaldırıp Louvigny'nin eski saat kulesine baktı. Sonra, "Babam eve dönmüştür artık," diye mırıldandı.

    Marion da köpeğine ıslık çaldı. Sonra el tutuşarak Petite Pauvres sokağına doğru gittiler. Bu da alanı ortadan böler yoldu zaten. Tam köşeyi döndükleri sırada Fernand, evinin önünde kaldırımda yatan bir şey gördü. Gözlerini hayretle açarak buna yaklaştı. Yerde böyle yatan atıydı.

    Marion, "Atını içeriye alman gerekirdi," dedi.

    Fernand, talihsiz atı usulca yerden kaldırıp iki arka tekerleğinin üstüne dayadı.

    Öfkeyle, "Biri buradan geçerken atımı devirmiş olmalı," diye söylendi. "Ne budala insanlar var. Ben kimsenin yoluna engel olmasın diye atımı duvara dayamıştım."

    Marion, içini çekti. "Bazı insanlar sırf eğlenmek için her şeyi böyle devirirler. En iyisi atına bir bak. Kırılan bir şey olmadığını umarım, Fernand."

    Çocuk, atın tekerleklerini çevirip, gövdesini yokladı.

    Sonra rahat bir soluk aldı. "Neyse atın bir şeyi yok. Eğer babam demir çatalı onarabilirse Cumartesi veya en geç Pazar günü buna tekrar binmeye başlayabiliriz. Babamın bizi düş kırıklığına uğratmayacağını da bilirsin."

    Fernand, bu sözleri söylerken başını kaldırdı ve birden bir adamın usulca alandan çıktığını gördü. Süzülen kimse bir gölgeyi andırıyordu. Fakat sokak lambasının sarı ışığı vurunca Fernand adamı tanıdı. Bu Roublot'du. O adi adam, şapkasını iyice gözlerine doğru indirmişti. Düğmelerini iliklememiş olduğu yağmurluğu bacaklarının etrafında adeta, dalgalanıyordu. Roublot, çocukları farkedince kalakaldı ve halinden şaşırmış olduğu da belliydi. Ne yapacağını bilemez gibiydi.

    Fernand, gizlemeye gerek duymadığı bir düşmanlıkla, "Ne istiyorsun?" diye sordu.

    Roublot, cevap vermedi. Bunun yerine kollarını açarak çocukların üstüne geldi. Sanki onları duvara yapıştırmak istiyordu.

    Marion, bunu görür görmez iki parmağını dudaklarına götürdü ve son derece tiz bir ıslık çaldı. Bu ıslığı da boş sokakta yankılandı.

    Roublot, sanki bir büyü yapılmış gibi sokağın sonunda beliren üç kocaman köpeği görünce dehşete kapıldı. Köpekler birer canavara benziyorlardı. Uzun tüylü, yüzleri çirkin hayvanlar hiç ses çıkarmadan geliyorlardı. Onların böyle sessiz sedasız ve hızla gelmeleri inanılacak gibi değildi.

    Roublot, yarı döndü ve sonra canını kurtarmak ister gibi koşmaya başladı. Olanca gücüyle koşuyordu. Marion, kahkahalarla gülmeye başladı. Üç köpek, hızla kızın önünden geçtiler. Bunlar Sezer adlı Büyük Danuva, Hugo ismindeki kocaman tazı ve Fritz adındaki Alsas köpeğiydi. Aslında üçü çevrenin en sert ve amansız köpekleriydi. Yine üçü de bir zamanlar Marion'un Petits Pauvres'deki köpek hastanesinde tedavi edilmişlerdi.

    Küçük kız, dilini şaklatınca hayvanlar Roublot'ya kovalamaktan hemen vazgeçerek iyi eğitilmiş köpekler gibi geri döndüler. Sevinçle kuyruklarını sallayarak Marion'un etrafını aldılar. Sonra sevgiyle köpekleri okşadı. Bu iri yarı köpekler de Fifi'yle ahbap oldular. Kısa süre sonra da Marion onları savdı ve köpekler Cecile sokağına doğru giderek gözden kayboldular.

    Marion, arkadaşına baktı. "Seninle bir süre kalmamı ister misin? Annem tam beşte beni bekliyor. Fakat bir kaç dakika geç kalmamın önemi yok."

    Fernand, istasyon tarafına bakarak, "Buna değmez," diye mırıldandı. "Babam neredeyse gelir."

    "İyi ama ya Roublot geri dönerse?"

    "Dönemez. O korkağın,biridir."

    Marion, "Neyin peşinde olduğunu bilmek isterdim," diye içini çekti. Sesinden endişesi belli oluyordu.

    Fernand, başını salladı. "Bazı insanlar böyledir. Ortada bir neden yokken saldırmaya kalkarlar. Roublot, küçük Bonbon'un şakasına öfkelendi anlaşılan. Neyse, sen artık git Marion. Eve geç kalmanı istemem doğrusu."

    Marion, arkadaşıyla vedalaşarak tepeden indi.

    Mösyö Douin, işinden eve dönünce oğlunu eşikte çömelmiş buldu. O bir kolunu atına dolamış bekliyordu.

    Fernand, babasına, "Annem Quartier Neuf'da birilerine yemek götürdü," diye haber verdi. "Sekizden önce eve dönemeyeceğini söyledi."

    Babası, onu azarladı. "Böyle soğukta bekleyecek yerde gidip komşulardan birinde otursaydın. Haydi, içeriye gir bakalım."

    Fernand, önden giderek eve girdi. Atını da iki tekerleğinin üstünde sürüyordu. Mösyö Douin, "Bu gün öğleden sonra ne yaptın bakalım?" dedi.

    Fernand, kekeledi. "A... At... at kırıldı. Parçalandı. Ön tekerleği çıktı."

    Mösyö Douin, neşeyle, "Neee?" dedi. "Yine mi?"

    "Korkarım bu kez durum ciddi."

    Adam mutfağın ışığını yakarak elindeki torbayı masaya bıraktı. O sessiz, sakin iyi bir insandı. Uzun, gür bıyığı kırlaşmaya başlamıştı ve yüzünde daima hüzünlüymüş gibi bir hal vardı.

    Mösyö Douin, bir iskemleye oturarak içini çekti. "Pekâlâ şu hayvana bir bakalım öyleyse."

    Oğlu, atı geri geri iterek mutfağa soktu. Geriye kalan iki tekerlek hiç bir zaman yağlanmamıştı. Bu yüzden de dönerlerken gıcırtılı sesler çıkarıyorlardı. Adam, gidonu tutarak zaran görebilmek için atın üstüne eğildi.

    Sonra birden irkildi. "Amanın! Demir çatal paralanmış."

    Fernand, umutsuzlukla omuz silkti. Mösyö Douin yine içini çekip gidonu dizlerine dayadı ve kırılmış demir çatalı daha büyük bir dikkatle inceledi. O iyi bir teknisyendi. Bu yüzden çok şey onarmış elini bilgiyle madenin üstünde gezdirdi.

    Sonunda, "Anlaşıldı," diye mırıldandı. "Buna bir şey yapmama olanak yok. öyle rasgele kaynak bunu tutmaz. Bunu yapacak olursam bu sefer gerçekten boyunlarınızı kırarsınız."

    Fernand, korkunç bir umutsuzluk duydu. Sessiz sedasız ağlamaya başladı. Babası, göz ucuyla bakınca bu durumu gördü. Atın gidonunu daha yumuşak bir hareketle masaya dayadı. Hafifçe boğuk olan sesini biraz yükseltti. "Böyle üzülme, ahbap. Neşelenmeye bak. Beni dinle. Yarın sabah işe giderken araba fabrikasına uğrayacağım. Orada atölyede çalışan Mösyö Rossi boş zamanında bize yeni bir demir çatal yapar. Onun için bunu yapmak çok kolay. Ne yazık ki kırılan çatalı buradan çıkaramıyoruz. Bunun demir testeresiyle kesilmesi gerekiyor. Onun için atı alıp götüreceğim." Birden güldü. "Yarın beni kolumun altında bu ihtiyar beygirle görecek olan bütün arkadaşlarım alay edeceklerdir!"

    Fernand, göz yaşları arasında gülümsedi. Sonra, "Arkadaki iki tekerleği çıkarabilirsin," diye önerdi. "Böylece daha az yük taşımış olursun. Zaten atın başı yok. Tekerlekleri de çıkarsa ne olduğu anlaşılmaz. O zaman kimse de seninle alay etmez."

    Mösyö Douin, gidip alet çantasını aldı. Kısa süre sonra ikisi de atın üstüne eğilip uğraşmaya başladılar. Madam Douin, saat sekizbuçukta gelip babayla oğlu yerde, atın yanında görünce güldü.

    "Bunu biliyordum zaten," diye mırıldandı. "Geri dönerken Zidore'un annesi olanları bana anlattı. Demek Tavate yıldızları gördü ha! Yalnız şunu bilmelisiniz. Bu günlerden bir gün biriniz boynunuzu kıracaksınız!"

    Mösyö Douin, başını kaldırdı. "Çocuğu kendi haline bırak. Onlar da biraz eğlensinler. Şimdi yaşamın tadını çıkarmazlarsa hiçbir zaman çıkaramazlar. On ikisine geldiler mi iş işten geçmiş olur."

    Fernand, annesine yardım etmek için yerden kalktı. Mösyö Douin de iki tekerleği çıkardı ve atın gövdesini koridora itti. Sonra gidip ellerini uzun uzun yıkadı. Karısı onun ıslık çaldığını duyunca başını kaldırdı. Sonra, "Otuz yıl önce Faubourg Baccus'daki eski çiftlikte sen de böyle yaşamın tadını çıkardın değil mi?" diye güldü.

Ata Veda
2



    Marion ve annesi, Petits Pauvres sokağının sonunda pek eski bir evde oturuyorlardı. Bu neredeyse yıkılacak gibi duran evin bir yüzü de Vache Noir sokağına bakıyordu. Kimse bu sokağa 'Kara inek' anlamına gelen bu adın nasıl takıldığını bilemiyordu. Marion ise buna otuz yıl kadar önce oradaki dikenli telle çevrili topraklara, bırakılan eski lokomotifin neden olduğuna inanmaktaydı.

* * *


    Ertesi gün okuldan sonra yani ikindi üzeri Gaby, çetenin en güçlü üyelerini yanına alarak Cesar Aravant'ın hurda demir avlusuna gitti. Burası parçaları sökülmüş kamyonlar, yığınlarla paslı demir, toprağa yarı batmış, yataklı vagonlar ve bükülmüş raylarla dolu, tam bir mezbeleydi. Marion, nereye bakmaları gerektiğini biliyordu. Arkadaşlarını en arkadaki rayların yanındaki şişe dolu hendeğe götürdü.

    Şişeler ta dipteydi ve üstlerine topraklar dolmuş etraflarında otlar bitmişti. Bu yüzden de şişeler adeta oraya yapışıp kalmıştı.

    Çocuklar çalışmaya başladılar ve kısa süre içinde Berthe Gideon'un ödünç vermiş olduğu bebek arabasına kırk veya elli şişe doldurdular. Sonra Gaby, Zidore ve Fernand ile Faugbourg Baccus'un yolunu tuttu. Her çocuk sırayla dolu arabayı çekiyordu. Tatave, kaza yüzünden hâlâ topallıyordu. Onun için de bu işten kaçmış ve kızlarla gitmişti.

    Üç çocuk yüklerini küçük tahta kulübeye getirince ihtiyar Zigon gözlerine inanamadı. Bütün malı kendi içmiş olduğu şarapların şişelerinden oluşuyordu. Bununla birlikte yine de kulübede epey şişe birikmişti.

    İstasyon yolundan geri dönerlerken Gaby, biraz da üzüntüyle, "İhtiyar at aslında pek önemli değildi," diye mırıldandı. "Sadece üç tekerlek üstüne oturmuş tahta bir gövdeydi. Fakat yine de onu özledim. Dünden beri bana yapılacak hiç bir şey yokmuş gibi geliyor. Baban verdiği sözü tutacak mı dersin, Fernand?"

    Fernand, arkadaşına baktı. "Babam bu sabah atı alıp götürdü. Mösyö Rossi bunu onarmayı deneyecektir. Kendisinde bu iş için gerekli bütün gereçler var... Fakat bunun Pazara geri geleceğini de pek ummamalısınız doğrusu."

    Zidore "Şimdi ne yapacağız?" diye inledi.

    Fernand, mırıldandı. "Eden sinemasında bir kovboy filmi var. Marion, okula giderken bunun resimlerine bakmış. Film renkliymiş. Marion bunun harika olduğunu söylüyor." Gaby, "Sinemaya gitmek için de çok para gerekiyor," diye içini çekti. "Juan'la Çekirgenin sinemaya verebilecek paraları yok. Biliyorum onların suçu yok ama birinin onların bilet parasını vermesi gerekiyor. Zaten iflas ettik."

    Fernand, "Marion bu işin icabına bakar," diye cevap verdi.

    Cafe Parisien doluydu. Kahvenin önünden geçerlerken Gaby camlardan içeriye baktı.

    Birden, şaşırarak konuştu. "Roublot'u Perşembeler dışında burada pek göremezsiniz. Şuraya bakın."

    Adi yaratık, kahvede oturuyordu. Karşısında da içi kürklü deri ceketler giymiş olan sert halli iki adam vardı. Onlar derin bir konuşmaya dalmışlardı. Birbirlerine doğru eğilmişlerdi. Şapkaları da birbirine değiyordu. Konuştukları şeyin pek önemli olduğu anlaşılıyordu.

    Fernand, birinin hızlı hızlı arkasından geldiğini duyarak omuzunun üstünden baktı. Sonra kahvenin ışığı Müfettiş Sinet'in koyu yeşil yağmurluğunu aydınlattı. Zidore ve Gaby, birbirlerini dürttüler. Müfettişin sağ yanağına pembemsi renkli bir flaster yapıştırılmıştı. Bu da adamın esmer yüzünde bir tuhaf duruyordu. Müfettiş, çocukları fark etmedi ve kahvedeki müşterilere de hiç aldırmadı. Kısa süre içinde de karanlıklara karışıp gözden kayboldu.

    Gaby, neşeli neşeli güldü. "Biri müfettişin gözünü morartmış. Üstelik bunun yeni olduğu da belliydi!"

    Zidore, şaşırarak, "Fakat Müfettiş Sinet pek sevinçliye benziyordu," diye karşılık verdi.

    Gaby, sözlerine devam etti. "Dün geceyi anımsıyor musun? Müfettiş, Liberation Alanında birinin izinden gidiyordu. Her halde orada bir şey oldu... Acaba orada ne oldu?"

    Mösyö Douin, saat sekizde ve eli boş geldi. Fernand, bir şey ummuyordu. Sadece gözlerini iri iri açıp bir şey söylemeye cesaret edemeden babasına öyle baktı.

    Adam, başını salladı. "Dönerken Mösyö Rossi'yi görmeye vaktim olmadı. Kusura bakma oğlum. Ama Mösyö Rossi bu işi karşılıksız yapıyor. Onun için kendisinden acele etmesini de isteyemem tabii."

    Cumartesi günü durmadan yağmur yağdı. Fernand, okuldan çıkınca arkadaşlarından ayrılarak doğru eve gitti. Çünkü hava ilginç bir şey yapmalarına olasılık vermeyecek kadar kötüydü. Marion da onun yanında değildi. Kızcağız, çetenin Pazar günü sinemaya gitmesini sağlayabilmek için para bulmaya çalışıyordu. Çocukların hepsi de ceplerini boşaltmıştı. Bu sayede Marion paranın yarısını bulmuştu. Geri kalanı da hava kararmadan bulacağına da inanıyordu. Fakat çeteden kimse mucizelere inanmıyordu. Onlar at gibi sinemanın da bir düş olacağını düşünmekteydiler.

    Tatave, "Neden şişeleri satmıyoruz?" diye önerdi. "İhtiyar Zigon bunların tamamını sevinçle alır."

    Marion, ona sert set karşılık verdi. "Satamayacağın bazı şeyler vardır. O şişeler herkesin malı. Onları bulmuş olmam onlarla istediğimi yapabileceğim anlamına gelmez. Hem o şişeleri ihtiyar adama satarsak nasıl bir durumla karşılaşırız? Belki iflas ettik ama düzenbaz değiliz."

    Saat altıyı vurduğu sırada Marion da Fernand'ın evine erişti. Çocuk eve bakıyordu. Annesi yoktu ve sıkıntıdan ağlayacak hale gelmişti.

    Marion, "Parayı buldum," diye gülümsedi. "Hem biraz paramız da artacak. Böylece ötekilerin memnun olacaklarını umarım. Bununla birlikte filmler hiç bir zaman atın yerini tutamaz."

    Fernand, sordu. "Bunu nasıl başardın?"

    "Oh, Quartier Neuf'de bir yaşlı lady, parayı tamamlamamı sağladı. Louvigny Cambrouse'da bir veteriner fazla ilâç vererek onun pakinuva köpeğini zehirlemiş. İki gün içinde köpeğin iyileşmesini sağladım. Genellikle köpekleri tedaviden para almam fakat bu sefer at yüzünden ayrıcalık yaptım, Pazar gününü böyle oturup düşünerek geçiremeyiz değil mi?"

    Marion geleli beş dakika kadar olmuştu. Birden kilitte bir anahtarın döndüğünü duydular. Mösyö Douin kapıyı açtı.

    Adam, "Onu getirdim," diye gözünü kırptı. "Onu içeriye almam için bana yardım et."

    Başsız at, ön bahçenin beton yolunda üç tekerleğinin üstünde duruyordu. İyice eskimiş gövdenin üstüne eski bir kömür çuvalı örtülmüştü.

    Mösyö Douin, "Tekerlekleri arkadaşım Mösyö Rossi kendi eliyle taktı," diye devam etti. "Hem tekerlekleri yağladı. Ayrıca bükülmüş olan telleri de düzeltti. İyi bir iş yaptı doğrusu. Ona teşekkür etmeyi unutmamalısın."

    Üçü atı iterek mutfağa soktu. Işıkta buna bakmayı istiyorlardı,. Fernand, kömür çuvalını çekti ve parmaklarını yeni çatalın üstünde gezdirdi. Mösyö Rossi, bunu yağlıboyayla yeşile boyamıştı.

    Mösyö Douin, "Çok iyi olmuş!" diye bağırdı. "Bu demir çatal hem sağlam hem de iyi."

    Marion, bir kez kapıp atın vücudundaki tozları silerken Fernand da iyi işleyip işlemediğini anlamak için tekerlekleri teker teker inceledi. Adam, onları seyrederken ellerini uğuşturup duruyordu.

    Sonra, anlatmaya başladı. "Yolda çok tuhaf bir şey oldu. Cafe Parisien'in önünden geçiyordum. Birden kahveden bir adam çıktı. Benden izin bile almadan kolumu yakaladı. Bana taşıdığım şeyin ne olduğunu sordu. Bunun üzerine çuvalı çekerek ona atı gösterdim. O zaman, 'Tamam,' dedi. 'Sana bunun için beş bin Frank veririm.' Onun şaka ettiğini sandım doğrusu. Fakat hiç de öyle değilmiş. Adam peşime takıldı ve alana kadar da geldi. Bu sırada durmadan fiyatı yükseltiyordu. Köşeye geldiğimde o on bin Frank vereceğini söyledi. Onu başımdan güçlükle atlatabildiğim! de belirtmeliyim. Bu zor oldu."

    İki çocuk başını kaldırdı.

    Fernand, sordu. "O adam Roublot'du değil mi?"     "Hayır, o değildi. Bu adamı hiç tanımıyorum. İri yarı bir erkekti. İki gündür traş olmadığı belliydi ama kılığı hiç de fena değildi. Ayrıca benimle alay etmediği de belliydi. Bununla birlikte bu eski ata on bin Frank vermeye kalkması... Bu delilik doğrusu!"

    Endişelenen Marion'la Fernand birbirlerine baktılar. Bu sürprizin verdiği sevinç birden yok olmuştu. At geri gelmişti ama Mösyö Douin'in anlattıkları her şeyi mahvetmişti.

    Adam, oğlunun yüzünü görerek endişelendiğini anladı ama bunu yanlış yorumlayarak, "Keşke bunu sana anlatmasaydım," diye söylendi. "Şimdi senin kafana bu düşünceyi soktum. Fakat sen şunu aklına iyice koy, oğlum. Bu at bir metelik bile etmez! Bunun hiç değeri yok!"

    Fernand da öfkelenerek karşılık verdi. "Bu benim atım. iki misli para da verseler onu satmam. O ahbabına söyle. Bunu böyle bilsin. Atımı asla satmam!"

* * *


    Yeni takılan demir çatalı denemek için ata ilk binen de Fernand oldu tabii. Küçük Bonbon'un da üç kez ata binmesine izin verildi. Saçları rüzgârda uçuşan kızlar da kendilerini yokuş aşağı bıraktılar. Petits Pauvres sokağı boyunca pencerelerden öfkeli veya gülen insanlara baktı. At, gök gürültüsü gibi sesler çıkararak inerken yoldan geçenler can havliyle dar kaldırıma fırladılar. Böylece kendilerini kurtardılar.

    Yol üstündeki bütün çocuklar da, "Haydi in!" diye haykırdılar.

    Vakit ilerleyip Pazar gezmesine çıkan insanlar, sinema. veya futbol maçından dönenler Petits Pauvres sokağına doldular. Yabancıları ilk gören de Fernand oldu. İri yarı iki adamın kılığı orada oturanlarınkinden çok farklıdı. Bu yüzden de yabancı oldukları hemen anlaşılıyordu.

    Fernand, son inişini yaparken o yabancıların Marion'un evinin bahçe kapısının önünde yani sağ kaldırımda beklediklerini gördü. Çetenin yarısı her aşağıya inen biniciyi alkışlamak için aşağıdaydı. İki adam da orada hareketsiz durmuş onları seyrediyor ve bir şey demeden somurtuyorlardı. Bu arada Fernand, yere atlayarak, "Bu gecelik bu kadar," diye bağırdı.

    Marion da o arada adamları görmüştü. Onun için de çetenin büyük üyelerine işaret ederek durumu haber verdi. Gaby de o sırada çocukların itirazlarını kesti. Çocuklar, Fernand'ın etrafını aldılar ve böylece onunla beraber atla birlikte yokuşu tırmandılar.

    Fernand, Marion ve Gaby'nin yardımıyla atı mutfağa soktu. Terliklerini giyip ateşin önüne yerleşmiş olan Mösyö Douin onlara gülerek baktı. Sonra oğluna, "Anlat bakalım, " dedi. "Nasıl gitti?"

    Fernand, "Yeni olsaydı bu kadar olağanüstü koşamazdı at," diye cevap verdi. Ama birden durdu çocuk. Kısa bir sessizlik oldu. Fernand yakınır gibi ekledi. "Yalnız belirli bazı kimselerin durup bakmaları çok iç sıkıcı... Bu hoşuma gitmiyor..."

    Mösyö Douin, piposunu ağzından çekti, "Hangi insanlar?" diye sordu.

    Fernand, "gidip kapıyı usulca araladı. "İşte oradalar, baba. Bir bak."

    Mösyö Douin, kapının aralığından baktı. Hava kararmaya başlamıştı ve bu arada Petits Pauvres sokağı da boşalıyordu artık. Köşedeki kahveye gidip gelenler vardı, fakat sokağın büyük bir sessizliğine bürünmüştü. İçi kürklü deri ceketleri giymiş iki adam ağır ağır yokuşu tırmanıp gelmiş evin karşısındaki kaldırımda ilerliyorlardı. Onlar hiç bakmadan evin önünden geçtiler. Mösyö Douin usulca kapıyı kapattı. İskemlesine otururken, "Başı olmayan bir at için on bin Frank," diye homurdandı. "Onların aynı adamlar olduklarından eminim. Benimle konuşan adam ve onun arkadaşı... Tuhaf şey... Bazı kimseler böyle acayip şeyleri tutturuyorlar demek!"

    Fernand, atıldı. "Dün gece seninle konuşan adam mı?"

    "Tam anlamıyla bilemiyorum. Fakat uzun boylusu ona çok benziyor. O sırada hava kararmakta olduğu için pek iyi göremedim. Neyse, biri seni rahatsız etmeye kalkarsa bana söylersin. Gaby, sen de durumu babana anlatırsın. Sözümü duydun mu?"

    Marion, güldü. "Hele bir denesinler."

* * *


    Yabancılar, çeteyle ilişki kurabilmek için ertesi Perşembeye kadar beklediler. Saat öğleden sonra beşe geliyordu. Hava kapalı olmakla birlikte batıda bulutlar biraz sıyrılmıştı. Batmakta olan güneş bulutları kızıla ve Petits Pauvres'daki evleri de pembemsi bir renge boyamıştı.

    Gaby, çetenin yarısıyla Fernand'ın evinin önündeydi. Diğer yansı da Vache Noir sokağında bekliyor ve at her dönemeçten çıkarak aşağıya inerken de coşkuyla haykırıyorlardı. Küçük Bonbon her seferki gibi yine Cecile sokağının köşesinde gözcülük ediyordu.

    O sırada Zidore, ikinci kez ata binmişti. Onun dört yol ağzına doğru yıldırım gibi indiğini gördüler ve yaralanmış bir domuz gibi avaz avaz bağırdığını da duydular. Üç dakika geçti ama yol boş kaldı. Zidore ortalıkta yoktu. Oysa onun atı tutarak yokuşu tırmanması gerekiyordu. Sabırsızlıkla kendi sırasını bekleyen Juan, "Bu sefer ne numara çeviriyor o?" diye söylendi.

    İki günden beri her şey pek sakindi ve bu yüzden Gaby, Mösyö Douin'in anlattıklarını düşünmeye gerek duymamıştı. Ama birden irkildi çocuk. Sonra, "Haydi gelin!" diye haykırdı. "Çabuk olun!"

    Koşarak yokuştan indiler. Fernand, Zidore ve üç kız, içi kürklü deri ceketler giymiş iki adamla acı bir tartışmaya girişmişlerdi. Adamlardan biri atın gidonunu yakalamıştı ve bunu çekerek çocukların elinden kurtarmaya çalışıyordu.

    Fakat Berthe ve Marion sıkı sıkı sol tekerleğe yapışmışlardı. Zidore ve Fernand da sağ tekerleği tutuyorlardı. Melie ise kopuk arka bacaklara sarılmıştı. Beşi de olanca sesleriyle bağırıyorlardı. Onlara Marion'un oniki köpeği eşlik diyordu. Köpekler, kızın evinin bahçe teli arkasında zıplıyor ve durmadan havlıyorlardı. Diğerleri yetişince adamlar atı bırakmak zorunda kaldılar.

    Fernand, Gaby'e, "Bu adamlar atımızı satın almak istiyorlar," diye seslendi. "Fakat biz satmıyoruz..."

    Adamlardan uzun boylusu da bağırdı. "Haydi... Haydi... Tam onbin Frank vereceğiz. Bu hiç de az bir para değil. Bu parayla yepyeni bir at alabilirsiniz. Hem de başı, pedalları olan bir at."

    Gaby, "Saçma!" diye çıkıştı. "Yıllardır öyle bir at yapılmıyor. Hem bu Fernand'ın atı. Oynayabileceğimiz tek şey de bu zaten. Ayrıca bu at satılık değil."

    Uzun boylu adam, gülerek arkadaşına döndü. "Duydun mu, Pepe? Buradakiler birbirlerine pek bağlı."

    Diğeri ağır ağır ceketinin düğmelerini açıp iyice kalın bir cüzdan çıkardı. Aksi bir tavırla, "Kesin şu gürültüyü!" diye homurdandı. "İşte para burada. Bunu alın ve buradan gidin. Biz atı istiyoruz."

    Gaby, kararlı bir tavırla "Atı alamayacaksınız!" dedi.

    Fernand, sessiz sedasız atı götürüp bahçe teline dayadı ve on çocuk bunu korumak için kaldırım boyunca sıralandılar. Güneşin son ışıkları onların yüzüne vuruyor karşılarında duran iri yarı iki adam gölgede kalıyordu.

    Pepe adındaki adam, "Bakalım göreceğiz," diye homurdanarak Gaby'e yaklaşacak oldu.

    Fakat Gaby yerinden kımıldamadı, ve diğerleri iki yandan ona yaklaştılar.

    Marion da kendi kendine güldü. Kız, iki parmağını ağzına götürüyordu.

    Pepe'nin bir domuzunkini andıran küçük gözleri parlıyordu. Dişlerinin arasından tiz bir ses çıkararak konuştu. "Bekle bakalım, oğlum. Botumun burnunu yediğin zaman anlarsın."

    Gaby, dudak büktü. "Bana vuramayacağından eminim. Bana tek el sürebilen babamdır. Babamın da bunu yapabilmesi için önce beni yakalaması gerekir tabii."

    Çocuklar kahkahalarla gülmeye başladılar.

    Pepe, arkadaşına dönerek, "Gel, Çirkin," diye söylendi. "İşe şundan başlayalım..."

    O anda Marion, ıslık çaldı. Pepe üstüne atıldığı sırada Gaby de bir dizinin üstüne çöktü ve olanca gücüyle adamın karnına vurdu. Pepe bundan hiç hoşlanmadı. Düzenbaz adam sendeleyerek geri gitti ve soluk almaya başlayarak yere oturup kaldı.

    Gaby'e bu kez de Çirkin saldırdı. İki kolunu açarak çocuğu sardı ve mengene gibi kollarıyla Gaby'nin vücudunu sıkmaya başladı. İşte o anda ilk köpek koşarak geldi.

    Gelen Hugo adındaki büyük tazıydı. Hayvan hiç ses çıkarmadan Vache Noir sokağı boyunca koşmuş ve toprak yığınının arkasından geçerek kimseye gözükmeden yaklaşmıştı. Hugo, Çirkini omzundan yakaladı. Adam, korkuyla bağırarak onun dişlerinden korunmak için dönmeye çalıştı.

    Pepe de arkadaşına yardım etmek için güçlükle ayağa kalktı ve karşısında Fritz'le Sezar'ı buldu. İki köpek son sürat köşeden çıkmışlardı. Hem büyük Danuvanın ağzı açılmış iri dişleri ortaya çıkmıştı.

    Gözleri ateş gibi parlayan ağızlarından dilleri sarkan üç iri köpek, serserilerin üstüne atıldılar. Onların içleri kürklü ceketlerini parçalamaya başladılar. Deri ceketler tam onların dişine göreydi. Bunları rahatlıkla tutarak paralıyorlardı. Ceketler yırtılınca sıra astarlara geldi. Bunu da içteki kürk astarlar izledi. Köpekleri seyretmek çok zevkliydi. İki adam yerde yuvarlanıyor ve kollarıyla yüzlerini korumaya çalışarak bacaklarının, ayak bileklerinin ısırılmaması için etraflarını tekmeliyorlardı. Bu sırada Marion'un oniki hastası telin arkasından olanca sesleriyle havlıyordu.

    Çirkin, "İmdat!" diye feryad etti. "İmdat!"

    Marion, köpeklerini geri çekmek için sadece bunu bekliyordu zaten. İri köpekler hemen itaat ederek gidip kızın arkasında durdular. Bu arada iki adam kesik kesik soluyarak yerden kalktı.

    Gaby, en nazik sesiyle, "Tamam," dedi. "imdat isteyerek haykırmanızı dinlemek çok hoş oldu. Şimdi buradan gidin ve bir daha da gözükmeyin!"

    Marion da ilâve etti. "Köpeklerim hiç bir zaman havlamaz. Onun için dikkatli davranın. Daha ne olduğunu anlayamadan sizi paralayabilirler."

    İki serseri yarı koşarak, yarı topallayarak Vache Noir'e sokağına inip bunun ana caddeyle birleştiği kavşağa gittiler.

    Onların gidişini seyreden Zidore, "Bir daha gelmeyeceklerdir," diye mırıldandı. "Bir dakika daha bekleselerdi köpekler onları parça parça edecekti."

    Juan, bilgiç bilgiç, "Eğer düşündükleri bir şey varsa geri geleceklerdir," diye söylendi.

    İspanyolun bu sözleri Fernand'ın merakını uyandırdı. Hayretle arkadaşına bakarak, "Atımın olağanüstü bir yanı yok ki!" diye bağırdı. "Bu som altından yapılmamış. Aslına bakacak olursan at bir kalıntı haline gelmiş."

    Juan, dudak büktü. "Orası belli olmaz. Belki de bu atta bilemediğimiz bir özellik var. Bizim farkına varamadığımız bu özelliği onlar öğrenmiş olabilirler."

    Çocuklar, yepyeni bir ilgiyle atı incelediler. Sanki o anda ellerine geçmiş gibi baktılar ata. Fakat at eskisinden farklı değildi.

    Gaby, "Ben bu işi anlayamıyorum. Çite Ferrand'lı veya Fabourg Baccus'lu çocuklar bu atı ele geçirmeye çalışsalardı anlardım. Hem bunun bir anlamı olurdu... Fakat öyle kocaman iki adam!"

    Güneş batıyordu. Karanlık kentin üstüne çökmekteydi. Birden hava da soğudu.

    Marion, ceketinin içinde titredi. "Haydi gidelim."

    Bir söz söylemeden Petits Pauvres sokağının yolunu tuttular. Çocuklar Fernand'ın gidonundan çektiği atın etrafını almıştı. Her çocuk farkına varmadan elini atın içi oyuk gövdesine dayamıştı. Onu korumak ister gibiydi. Ama bu at onlarındı.

    Fernand, verdiği sözü unutmamıştı. Onun için de aynı gece olanları bir tek ayrıntıyı bile atlamadan babasına anlattı.

    Mösyö Douin, bir söz söylemedi. Bu olayın onu çok şaşırttığı belliydi. Bir an düşündükten sonra dönerek mutfağın köşesine yerleştirilmiş olan ata baktı. Gölgeler ata esrarlı bir hava vermekteydi. Sonunda, "Acaba durumu polise haber vermek daha mı doğru," diye mırıldandı. Fakat bunu da yapmadı. Müfettiş Sinet'in çok önemli bir tutuklama yaptığı söylentisi çıkmıştı. Yasalara saygı duyan bu mahallede böyle bir şey pek ama pek ender olurdu. Müfettişin başarısından sonra ona gidip çocukların atıyla ilgili bir öykü anlatmak pek saçma olurdu. Ayrıca müfettişi bu işe karıştırmak da tatsızlık yaratırdı. Sinet, durmadan çocukları kovalıyor ve onlann anneleriyle babalarını da polis karakoluna çağırıyordu. Belki Sinet bu yüzden önemli olduğunu düşünmekteydi fakat buna karşılık o çevrede kendisini hiç sevmiyorlardı. Dolayısıyla da Mösyö Douin polise baş vuramayacağı kanısına vardı.

    Bununla birlikte adamcağız bir hayli kaygılanmıştı. Onun için de ertesi akşam işten çıkınca Faubourg Bacchus yakınındaki pis mahalleye gitti. Çöplüklerden topladıkları eşyaları satan eskiciler burada oturuyorlardı.

    İhtiyar Blache, kulübesinin bir köşesinde oturmuş gaz lambasının ışığında bazı paçavralara bakıyordu. Bu ihtiyar adam yaz kış birbirine dikilmiş iki eski ceketi giyerdi. Başında da bir rahibinkini andıran geniş kenarlı eski şapkası olurdu. Siyah şapkanın rengi zamanla yeşilleşmişti ve bu kulaklarına kadar geçiyordu. Yaşlı adamın onbeş günde bir kör bir makasla düzelttiği kızılımsı, siyah sakalı karma karışıktı. Onu gören pek pis olduğu için yanına yaklaşmayı istemezdi. Buna karşılık aslında iyi kalpliydi ve konuşması da tatlıydı.

    İhtiyar Blache, Mösyö Douin'i görünce pek sevinip dolaptan kocaman bir şişe çıkardı. İki adam lambanın yakınındaki masaya oturdular.

    Mösyö Douin, sinirli sinirli kafasını kaşıyarak mırıldandı. "Şey... O baş belâsı at yüzünden seni görmeye geldim."

    Blache, bir şey anlamayarak hayretle ona baktı. "At ha!"

    "Evet. Tekerlekli at."

    Eskici, olanca sesiyle bir kahkaha atarak arkasına yaslandı. "Ne dediğini anlayamadım önce. Çünkü son iki günden beri Louvigny'deki ahmağın birinden bir at satın almayı düşünüyorum."

    Mösyö Douin, her şeyi ihtiyar Blache'e açıklamak istemiyordu. Onun için çetedekilerin derdine biraz değindi. Böylece konuyu istediği gibi açmış oldu. Onun bütün arzusu bir soru sormaktı. Bu da o atın nereden geldiğiydi.

    Sonunda, "O atı nereden aldın?" diyebildi.

    İhtiyar eskici, mırıldandı. "Şimdi sordun da aklıma geldi. Bu acaip bir şekilde elime geçti. Fakat bu durumun oğluna olanlarla ilgisi bulunduğunu da sanma. Şimdi dinle Zigon'u tanıyorsun değil mi?"

    "İhtiyar Zigon'u mu?"

    "Evet, şişe satan Zigon'u. Geçen yıl bu aylarda Zigon bana gelerek Petit Louvigny'deki bombaların neden olduğu yıkıntıları sonunda kaldıracaklarını haber verdi. Biliyorsun 1944'de demiryollarını onarırlarken o döküntüleri bir araya toplamışlardı. Neyse, görevliler toplanan döküntüleri isteyenlerin alabileceğini söylemişler. Yalnız oraya gideceklerin dikkatli olmalarını ve açık bırakılmış olan mahzenlere düşüp boyunlarını kırmamalarını da belirtmişler. Bu durumu duyunca el arabamı alarak oraya gittim. Fakat çok geç kalmışım. Bizim arkadaşlar orada işe yarayabilecek ne varsa almışlardı. Yani ortalıkta ne bir paçavra ne de bir demir parçası vardı. Fakat yine de etrafı güzelce aradım. Sonunda ne buldum dersin? Bir yığın döküntünün altından küçük bir hayvanın kafasını seçtim. O yuvarlak gözlerini bana dikmiş bakıyordu, önce bunun yıkıntı altında kalmış bir köpek olduğunu sandım! Demir çubuğumla üstteki şeyleri yana ittim. O zaman kafa ayaklarımın dibine yuvarlandı. Bunun tahta bir atın başı olduğunu gördüm."

    İhtiyar eskici bir soluk alıp sözlerine devanı etti. "Atın kafası testereyle kesilmişti sanki. Sanırım bir bombanın küçük bir parçası buna neden olmuştu. Neyse, bu kez etrafı daha iyi aradım ve sonunda hayvanın vücudunu da buldum. Bana inanmayacaksın belki fakat bu atı bulunca bir tuhaf oldum. Kendi kendime, 'Böyle aramaya devam edersem' dedim. 'Buna binen çocuğu da bulurum.' Tam atın gövdesini oradan çekerken yıkıntıların bulunduğu yere iki adam geldi. Ben de gövdeyi çıkarmış tekerlekleri çöplerden kurtarmaya çalışıyordum. Neyse adamlar yaklaştılar. İkisinin elleri de ceplerindeydi. İkisi de hoşa gidecek tip değildi. Sinsi bakışlı, tilki suratlı adamlar.

    "Neyse onlardan daha uzun boylu olanı bana, 'Yerinden kalkma!' dedi. 'Burası evinmiş gibi davranabilirsin. Yalnız gideceğin zaman anahtarı paspasın altına koymayı unutma!' Böyle tipler beni pek etkilemezler. Onun için kendisine nazik nazik basıp gitmesini söyledim.

    "Bunun üzerine adam daha yumuşadı ve, 'Biliyorum sözlerim sana tuhaf gelecek,' dedi. 'Fakat bu ev bombalarla yıkılmadan önce o at benimdi.'

    "Yerimde olsaydın ne yapardın, Mösyö Douin? Bunun üzerine hemen bağırdım. 'Pekâlâ, öyleyse atını al!' Adam bu sözlerime güldü.

    "'Yok, buna değmez' diye karşılık verdi. 'Bunun bana pek yararı olmaz, işe yaramaz o at. Artık ben dört tekerlek üstünde çok daha hızlı gidebiliyorum. 'Evet böyle dedi adam." Eskici Blache, "O zaman dikkatle adamı süzdüm," diye konuşmasını sürdürdü. "Onu gözüm tutmamıştı. 'Ben buralıyım,' dedim. Pepit Louvigny'deki bütün çocukları tanıdım. Onun için seni de tanımam gerekir. Söyle bakalım sen kimsin?'"

    "Bu sözlerim ne onun hoşuna gitti ne de yanındaki arkadaşının. Bana, 'Sen kendi işine bak,' diye çıkıştı. 'Haydi atı al ve buradan bas git.' Sonra ikisi Ponceau yoluna doğru gittiler. Ama o sırada ben serserinin kim olduğunu anladım. Onu tanıdım. Benimle konuşan genç Mallart'dı. Annesiyle babası, Petit Louvigny'de küçük bir lokantayı işletirdi. Mallart da daima lokantada masaların arasında dolaşırdı. Ayakkabılarının bağlarını bağlamazdı ve kasketi de bir gözüne indirirdi. İnan bana, büyüyünce hiç de yakışıklı olmamıştı. O tam anlamıyla belâlı bir tip. Ve ben neden söz ettiğimi de iyi biliyorum. Güneyde polis bir silahlı soygun dolayısıyla onu arıyordu. Her halde Mallart, doğduğu kasabada güvende olacağını düşünmüştü. Veya belki de burada pis bir iş planlıyordu. Neyse, burada gerekenden fazla kalmakla büyük bir yanlışlık yaptı."

    Mösyö Douin, bu hikâyeden endişelenmeye başlamıştı. Dayanamayarak, "Neden?" diye sordu.

    "Neden mi? Sinet, geçen Perşembe onu istasyon civarında yakaladı. Sinet de Mallart'ın çirkin yüzünü unutmamıştı anlaşılan."

    Mösyö Doubin, mendilini çıkararak alnını sildi. Kırmızı şarap da ihtiyar Blache'in hikâyesi de kafasını karma karışık etmişti. Buraya geldiğine pişmandı artık. Kendi kendine, "Keşke gelmeseydim," dedi. "Doğrusu Gaby'nin çetesindekilerin günde ikişer kez bindikleri atın bir zamanlar bir suçluya ait olduğunu öğrendim sadece. O atın çocukken Mallart'a büyük zevk verdiğini, bununla gururlandığını öğrendim. Oysa bunların bana hiç yararı yok."

    Yaşlı eskici sözlerine devam etti. "Senin için başı sakladım. Şuradaki eski püskünün altında olmalı."

    Mösyö Douin, daha da şaşırdı. "Neden söz ediyorsun sen? Neyin kafasını sakladın?"

    "Atın kafasını sakladım tabii! Bunu atın boynuna yapıştırabilmek için elimden geleni yaptım. Fakat bir türlü kafa boyun üstünde durmadı. Ama yine de tahta atın kafası senin tabii. Bunu da şimdi alıp götürebilirsin. Çocuğun bunu görünce sevinecektir."

    Blache, giderek kulübenin öbür köşesindeki eski püskünün yanında çömeldi ve aramaya başladı. Kısa süre sonra da elinde Mösyö Douin'in hiç görmemekle birlikte hemen tanıdığı bir şeyle geri döndü. Evet bu üç tekerlekli atın kafasıydı. Beyaz kafanın sağ yanı hafifçe kızarmıştı. Burun delikleri kabarık ve kırmızıydı. Hem atın, bir dizi iri dişi de vardı. Gözleri öfkeyle parlıyordu. Boyna doğru sarkan siyah yelenin birazı yanmıştı. İhtiyar eskici, bu başı oradan bulduğu eski bir gazeteye sardı. Mösyö Douin, adam teşekkür ederken kulübeden ayrıldı.

    Yola çıkıp ta istasyona doğru giderken de kendi kendine, "Hiç bu aklıma gelmemişti," diye düşünüyordu. Ayrıca bu olayı oğluna anlatmamaya karar verdi.

    Eve dönünce eşi onu karşıladı. Mösyö Douin, sordu. "Oğlumuz nerede? Henüz dönmedi mi?"

    Madam Douin, çorbaya bakmak için ocağa gitmişti. "Saat yedi olmadı. Fernand her halde Marion'un evindedir. Veya Gaby'e gitmiştir. Biraz sonra gelir."

    "Ya at?" Mösyö Douin, birden kaygılandığını hissetti. "Çocuklar hava kararır kararmaz atı eve getirirlerdi Bu işte bir tuhaflık var. Evet bir şey var."

    Onun halini gören eşi de telâşlandı. Çorba tenceresinin kapağını kapatarak döndü. "Ben eve döneli onbeş dakika oldu. Eğer bir olay çıktıysa bunu komşular bilirler. Onlar da bana anlatırlardı."

    "Sen burada kal. Ben Madam Fabert'e kadar gideceğim," diyerek Mösyö Douin, telaşla evden fırladı ve hızlı adımlarla Petits Pauvres sokağından aşağıya indi.

    Fakat Marion'un evinde hiç ışık yoktu. Ayrıca oniki köpek Mösyö Douin'i görür görmez bir ağızdan havlamaya başladılar. Ama yine de evde ne bir ışık yandı ne de bir hareket oldu.

    Adam, daha da telâşlanarak adımlarını sıklaştırdı. Vache Noir sokağını izleyerek ana caddeye geldi. Oradan sola geçti. Pek küçük bir sokak olan Aubertin'in ışıkları yoktu ve burası bir tünel kadar karanlıktı. Neyse Mösyö Joye'nin sokak kapısının altından hafif bir ışık sızıyordu.

    Mösyö Douin, içeriye girince arkadaşının telâşlı telâşlı iş kılığını çıkarmakta olduğunu gördü. Çocuklar orada yoktu.

    Mösyö Douin, güçlükle, "Çocuk... Çocuk... Çocuk Yani Fernand'ı arıyorum," diye kekeledi.

    Mösyö Joye, yenice olan ceketini sırtına geçirdi "Ben de Gaby'i arıyorum."

    "Ya..."

    "Haberi duymadın mı?"

    Mösyö Douin, daha da korkarak, "Ne?" diye bağırdı.

    "Çocukların atı çalınmış."



Müfettiş Sinet
3

    Bir gün önce hava çok güzeldi ve bu ertesi gün öğleden sonra dörde kadar da böyle gitti. Gaby'le çetedekiler böyle havalarda beraber olmayı hızlı giden atlarıyla oynamayı çok severlerdi.

    Gaby, atı çıkartmaları için Fernand'la Zidore'yi bıraktı. Sonra çetenin kalan üyelerini ikiye ayırdı. Onları Petits Pauvres sokağının çevresini aramaya yolladı. Çocuklar kuşkulanacak birini görürlerse hemen gelip haber vereceklerdi.

    Kızlar yokuştan inerek Vache Noir sokağını araştırdılar. Erkekler de istasyona, Çite Ferrand'ın geçitlerine ve Liberation alanına baktılar. Sonunda hepsi geri döndüler.

    Tatave, "Biz kuşku verecek bir şey görmedik," dedi.

    Marion da ekledi. "Bizim tarafta da bir şey yoktu."

    Bunun üzerine Gaby, ata binmeye başlayabilecekleri kanısına vardı.

    Zidore iki kez ata bindikten sonra finiş çizgisinde nöbet tutmak üzere aşağıya koştu. Gaby de küçük Bonbon'a ata binmesini söyledi ve sonra hayvanı yokuşta hafifçe itti. Üç dakika sonra çetenin en küçük üyesi tahta atı arkasından iterek soluk soluğa yukarıya çıktı.

    Gaby, ona, "Bir şey gördün mü?" diye sordu.

    Bonbon, dudak büktü. "Bir kedi bile kımıldamıyor. Fakat sis demir yolunu örtmüş. Aşağılara da sis basmış. Ponceau yolunu görmek hemen hemen olanaksız."

    Gaby, "Haydi sen aşağıya in," diye emir verdi. "Zidore'nin yanında bekle. Zidore'yi yalnız bırakmamız doğru değil. Sen onun yedeği olursun, Bonbon."

    Marion da ilâve etti. "Fifi'yi de yanına al. Fifi burada sadece bize engel olmaya çalışıyor. Bahçe kapısını aç da Fifi çıksın."

    Küçük çocukla küçük köpek birlikte koşarak yokuştan inerlerken dostlukla gülen büyük çocukların sesleri onları izledi.

    Bonbon, bu kahkahalardan alınarak öfkeyle döndü ve, "Küçük olabilirim," diye haykırdı. "Fakat kendimi korumasını da bilirim."

    Çocuk, sonra mavi önlüğünün altından en az iki kilo gelen kocaman bir tabanca çıkardı. Bunu görünce Gaby'nin ağzı açık kaldı.

    Fakat Tatave, "Tabanca çalışmıyor," diye gururla konuştu. "Onun için telaşlanma. Yalnız bu silah Fransa-Prusya savaşından kalmış sanırım. Namlunun içi pasla kapanmış. Bununla birlikte silâhı uzaktan görenler korkabilirler tabii."

    Gaby, mırıldandı. "O tabancayı yakından görenler de korkarlar. O tabancanın kabzasının iki kaşımın arasına inmesini istemem."

    Sıra Fernand'a gelmişti. Çocuk her zamanki o zevkli coşku ve hafif korkuyu duydu. Ata her bineceği zaman aynı duygulara kapılırdı.

    At hareket etti. Juan ve Melie'nin omuzlarını dayayarak olanca güçleriyle ittikleri atın tekerlekleri adeta itiraz eder gibi gıcırdadı. Fernand, hemen dizlerini havaya kaldırdı ve ayaklarını çatal demirin üstündeki dayama yerlerine yapıştırdı. At, yokuştan kayarken de gitgide hızlanmaya başladı. Fernand, dişlerini sıkarak kendi kendine, "Bu kez gerçekten hızlı gidiyor," dedi. "Ama fren yapmayacağım. Eğer dört yol ağzından bu yöne gelen bir şey varsa kötü işte."

    Cecile sokağı bomboştu ve at bir kurşun hızıyla geçti. Burnunu gidona yapıştırmış, rüzgâr kulaklarında ıslık çalan Fernand, geçerken kendisine gülümseyen ayakkabıcı Mösyö Gall'i gördü. Ağzı çivi dolu olan adam ayakkabı onarıyordu. Dönemeçteyse kimse yoktu. Fernand, "Bu sefer rekoru kıracağım," diye düşündü. "Ne yazık... Zidore'nin saati yok."

    Birden bembeyaz sislerin içinde iyi seçilemeyen yolun sonuna geldi. Bunun gerisinde de dikenli tel ve Kara İnek vardı. Eski lokomotif ufukta paslı bir hayalet gibi gözüküyordu.

    Zidore ve küçük Bonbon, yandaki toprak sete çıkmış telâşla zıplayıp duruyorlardı. Demek altta kalan yoldan bir araba geliyordu. Fakat Fernand henüz bunu göremiyordu. Fernand, birden korkuya kapılarak iki ayağıyla birden fren yaptı. Botlarındaki iri çiviler yerdeki taşlarda kıvılcımlar çıkardı. Fakat boşuna uğraşmıştı. At durdurulamayacak tadar hızlı gidiyordu. Bir an sonra küçük tepeye tırmandı ta Vache Noir'dan ağır ağır gelmekte olan bir kamyonun burnunu sıyırtarak geçti. Umutsuzlukla gidonu kıvırarak sola kaçtı, ön tekerlek toprağa çıkınca zıpladı. Başsız at da tıpkı canlı bir at gibi şaha kalktı yani iki arka tekerleğinin üstünde doğrulup durdu. Fernand, eğerden havalandı. Havada bir yarım daire çizerek kırı çevreleyen dikenli teli aştı ve çamurlu otların üstüne yüz üstü düştü.

    Zidore, küçük Bonbon'a, "Çabuk git Gaby'le diğerlerini getir!" diye bağırdı. "Haydi koş!"

    Düştüğü için dizlerinin bağı kesilen iyice sersemleyen Fernand sendeleye sendeleye ayağa kalktı. Kamyon, otuz metre kadar aşağıda sert bir fren yaparak durmuştu. Başı boş kalan binicisiz at da ağır ağır geri gidiyordu. Taşlara çarparak sallana sallana küçük bayırdan iniyordu.

    Kamyonun arkasını örten branda bezi kaldırıldı. Arka kapak açıldı. İki iri yarı adam kamyonun arkasında yerde oturuyorlardı. Onlardan biri tam aşağıya ineceği sırada durdu. Çünkü tahta at kendiliğinden geliyordu. Tam yanlarından geçerken tahta atı gidonundan tutup içeriye almak çok kolay oldu.

    Fernand ve Zidore zamanında yetişerek atın bir tekerleğini yakaladılar. Olanca güçleriyle buna asıldılar. Fakat gayretleri boşa gitti. Çünkü kamyon hareket etmişti. Taşıt birden hızlanınca tekerlek çocukların ellerinden kurtuldu. İkisi de birden yere kapaklandılar.

    Yerden ilk kalkan Fernand oldu. Çocuk deli gibi kamyonun peşinden koştu. Ama taşıt iyice hızlanarak ana yola doğru gitti. Fernand, hem ağlıyor hem de göz yaşları arasında "Hırsızlar!" diye bağırıyordu. "Adi hırsızlar!"

    Tahta at gitmişti!

    Zidore, arkadaşını teselli etmek için geldi. Ellerini Fernand'ın koltuk altlarına sokup onun yerden kalkmasına yardım ederken, "Haydi, haydi böyle üzülme," diye mırıldandı "Onlar elimizden kaçamazlar."

    Yardımcı güçler gök gürültüsü gibi sesler çıkararak Petits Pauvres sokağından aşağıya indiler. Kısa süre sonra butün çete dönemeçte belirdi. Rüzgârda saçları havalanmış olan kız ve erkek çocuklar olanca güçleriyle koşuyorlardı Hepsi de hemen hemen aynı sıradaydı. Sadece Gaby, Tatave ve Juan biraz ilerideydi. Üç çocuk, bir çitten koparmış oldukları uzun sopaları sallayarak geliyorlardı.

    Bu sırada karşılarına Rahip Brissard çıktı. Louvigny kilisesinin rahibi olan adam çocukları bir arada ciddi ciddi yürür görünce şaşırdı.

    Onlara, "Nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.

    Bunun üzerine Gaby, olanları başından sonuna kadar anlattı.

    Rahip Brissard, mırıldandı. "Çok üzüldüm doğrusu. Adam, Petits Pauvres sokağının bu on yaramaz çocuğunu pek severdi. Çocuklardan bazılarını kilise korosuna da almıştı. Gaby, sözlerini bitirince Rahip Brissard, üzgün üzgün. "Başka bir şeyleri olmayan çocukların elinden oyuncaklarını almak hiç de hoş bir şey değil," diye mırıldandı. "Hiç de hoş değil. Keşke size yardım edebilseydim. Fakat ben polis değilim. Ama aldırmayın. Sakın cesaretinizi de kaybetmeyin. Siz o suçlulardan çok daha güçlüsünüz. Hem sayıca fazla olmanız da size büyük bir üstünlük sağlıyor. Dünyanın bütün kötülükleri sizin gibi kararlı on çocuğu yıldıramaz."

    Çocuklar, bu sözlerden etkilenerek, 'Evet' der gibi başlarını salladılar.

    Rahip, devam etti. "Haydi, siz şimdi karakola gidin ve derdinizi anlatın."

    Müfettiş Sinet'le Müfettiş Lamy, merkezleri sayılan küçük, dağınık büroda oturmuş konuşuyorlardı. Aslında burası penceresi bile olmayan, pek küçük, berbat bir yerdi. Tutuklama odasından basit bir buzlu camla ayrılmıştı. Camın öbür tarafında da görevli komiser yardımcısı, iki memur ve o akşam yakalanıp karakola getirilenler vardı. Yaşı belli olmayan bir dilenci bir sıraya oturmuş, tek düze bir sesle acıklı öyküsünü anlatıyordu.

    Müfettiş Sinet, "Ne düşünüyorum biliyor musun, Lamy?" diye söylendi. "Bizler işe yaramaz, yoksul, gereksiz polisleriz. Bizler tıpkı komik filmlerdeki gülünç polislere benziyoruz. Karşılaştığımız olaylara bak : Bir bakkal dükkânının daimi göz altında bulundurulmasını istiyor. Neden mi? Çünkü biri gelip tezgâhın üstünde duran bir parça peyniri çalmış. Yaşlı bir kadın hüngür hüngür ağlıyor. Çünkü komşusunun kedisi onun kanaryasını yemiş."

    Lamy, derin derin içini çekti. "Bu kadar abartmamalısın, Sinet." Sonra yine piposunu içmeye koyuldu. "Zaman zaman gazetelerin başlıklarına geçen olaylarla da karşılaşıyoruz. Bunu da unutmamalısın dostum. Düşünecek olursan..."

    Dış odaya bir kalabalık girmişti. Sesler birbirine karışıyor ve Komiser yardımcısı Pecaut da sözlerinin duyulabilmesi için daha yüksek sesle homurdanıyordu. Fakat penceresiz küçük odadaki iki adam duruma aldırış bile etmediler.

    Dışarıdaki sesler iyice yükselmişti. Bu yüzden iki müfettiş birbirlerinin sözlerini duyabilmek için bağıra bağıra konuşuyorlardı.

    Birden Komiser yardımcısı Pecaut aradaki camlı kapıyı açtı Sinet'e, "Dışarıda bir grup çocuk var," diye haber verdi "Onlar Emniyet Amiri Blanchon'u görmek istiyorlar. Anlattıkları şeylerden hiç anlam çıkaramadım. İki memurum onları karakoldan çıkarmaya çalıştı fakat çocukların sayısı fazla. Hem onlar kene gibi yapışıyorlar. Yani başa çıkmak olanaksız. Onların anlatacaklarını dinlemeyi ister misiniz."

    Müfettiş, "Sana ne demiştim?" diye güldü. "Bize yeni iş çıktı! Yani kanaryayı yiyen kedi hikayesinin başka bir türü!"

    Çete, elebaşı Gaby'nin ardından, penceresiz küçük odaya girdi.

    Sinet, iskemlesini doğrultmuş, mürekkep lekesi içindeki masanın arkasında bir kral gibi oturuyordu.

    Sert sert, "Ne istiyorsunuz bakalım?" diye sordu çocuklara.

    Bir sessizlik oldu ve sonra Marion'un ittiği Fernand ortaya çıktı. Kesin bir tavırla konuştu. "Emniyet, amiri Blanchon'u görmek istiyoruz, efendim."

    Sinet, "Patronun zaten yeteri kadar işi var!" diye gürledi. "On tane küçük çocukla uğraşacak vakti yok. Onun işlerini hafifletmek benim görevimdir. Haydi konuş!"

    Fernand, mırıldandı. "Biz buraya şikâyete geldik. Başımıza gelen olayı anlatacağız."

    Arkadaşları da 'Evet' der gibi başlarını salladılar. Sinet, "Ne oldu?" diye sordu.

    Fernand, sanki Milo Venüsü gibi bir sanat şaheserinden söz edercesine, "At çalındı," diye karşılık verdi.

    İki polis de şaşırdılar. Bu ne biçim bir işti. Çocuk ne demek istiyordu? Bir at mı çalınmıştı? Sinet, homurdandı. "Hangi at?" Fernand, saf saf. "Başı olmayan at," dedi. Sinet, acı acı yutkunup tavana baktı. O anda gülmemek için kendisini zorlukla tutuyordu.

    Lamy de ayaklarını radyatöre dayamış, piposunu içiyordu. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Onun da gülmemek için kendisini zorlukla tuttuğu belliydi.

    Sinet, kendisini dikkatle süzmekte olan Fernand'ın gözlerinden rahatsız olarak bakışlarını kaçırdı. Sonra kendisini zorlayarak sakin konuşmaya çalıştı. "Demek başsız bir at ha? Gerçekten öyle mi? Louvigny'de her tür bulunduğunu bilirim. Yalnız şimdiye kadar ortalıkta dolaşan başsız bir ata rastlamadığımı da belirtmeliyim."

    Fernand, "Bizimkisi üç tekerlekli bir attı," diye ekledi. "Petits Pauvres sokağında ondan başka bir at tanımıyoruz."

    Müfettiş, rahatlayarak arkasına yaslandı. "Tamam! Tamam! Şimdi ne demek istediğini anladım. Yani senin atın çalındı. Bu iş ne zaman oldu bakalım?"

    Fernand, çekine çekine müfettişe bir gün önce olanları anlattı. İri yarı iki adamın gelerek atı almak için onbin Frank önerdiklerini söyledikten sonra atın çalınması olayına geldi.

    Sinet, masasının çekmecesinden temiz bir kâğıt çıkardı. Kendisine söylenenleri olduğu gibi yazdı.

    "Şimdi şu işe bir bakalım... Başı olmayan bir at... Üç tekerlekli... Vache Noir sokağından geçmiş... İçleri kürklü deri ceket giyen iki adam... Birinin adı Pepe... Diğerine ise Çirkin deniliyormuş. Adam kendisine böyle denmesine izin verdiğine göre gerçekten çirkindi her halde."

    Bonbon, büyük bir öfkeyle, "O pek korkunçtu!" diye açıkladı.

    Müfettiş Sinet, mırıldandı. "Tamam... Tamam... Anlıyorum... Haydi devam et oğlum."

    Sinet, bir dakika sonra artık gülmeyi istemediğini fark etti. Birden böyle değişmesinde başsız tahta atın karmaşık öyküsünün rolü az değildi doğrusu. Düşünülecek olursa bu da kedinin kaptığı hayali kanarya öyküsüne benziyordu. Fakat polisi karşısındaki on çocuk etkilemişti. Onlar Louvigny'deki gençlerin iyi nedenlerle hiç yaklaşmadıkları bir yere gelerek inatla haklarını savunmaya çalışıyorlardı. Hem bu konuda bir şey yapması için de Sinet'e baş vurmuşlardı. Bu durum da müfettişi birden üzdü. Çünkü bu pek karmakarışık esrar olayını nasıl çözümleyebilirdi?

    Fernand sözlerini bitirip durdu. Sinet, "İçinizden biriniz kamyonun numarasını aldı mı?" diye sordu.

    Fernand ve Zidore çok fena oldular. Neredeyse kendilerini tekmeleyeceklerdi. İkisi de bunu düşünmemişti.

    Fakat küçük Bonbon, heyecanla elini havaya kaldırdı. "Evet, ben plaka numarasını aldım! Numarayı gördüm!"

    Fakat Tatave, öfkeyle atıldı. "Siz onu dinlemeyin efendim. Bu küçük budala sadece on harf bilir ve bu arada sayıları da daima birbirine karıştırır."

    Çocuklar gülmeye başladılar iki polis de gülümseyerek birbirlerine baktılar.

    Sonra Sinet, sorguya devam etti. "Şimdi sizden istediğim o iki serseriyi bana tanımlamanız. Yalnız teker teker konuşacaksınız. Sırayla bana adamları anlatacaksınız. Yalnız sakın bir şeyler uydurmaya kalkmayın. Anlaşıldı mı?"

    Çocuklar, sırayla adamları anlattılar. Hepsinin tanımlaması da birbirine uyuyordu. Yalnız en son konuşan Marion, herşeyi kısaca özetleyiverdi. "Çirkin... Yani iri yarı olanı.. Onun yüzü tıpkı bir tilkiyi andırıyordu. Pape'ye gelince. Yani daha ufak tefek olan adam. O da bir buldoğa benziyordu. Açıkçasını isterseniz insanlar daima biraz hayvanlara benzerler."

    Sinet, "Tamam," diye içini çekti. "Bu anlattıklarının yarısı oldu!" Sonra kendisini dik dik süzen Marion'un bakışlarından gizlenmek ister gibi şapkasını yüzüne doğru indirdi. Çünkü Müfettiş Sinet'in yüzü tıpkı bir ata benzerdi. Bunu herkes bilirdi ve polisler bu konuda ona takılırlardı. Sinet, "Acaba bu kız da ata benzediğimi fark etti mi?" diye düşünüyordu.

    Müfettiş Sinet, kendinden emin bir tavırla konuştu. "Bu olayı bütün ayrıntılarıyla inceleyeceğiz." Nasıl olsa söz vermekle bir kaybı olmayacaktı. Önündeki kâğıdı işaret etti. "Gördüğünüz gibi raporumu yazmaya başladım bile. Bunu hemen tamamlayacağım. Yarın Louvigny'deki bütün polisler sizin olayı en küçük ayrıntısina kadar öğrenmiş olacaklar. Böylece bunun üstünde çalışacaklar. Artık hepiniz evlerinize dönün. Yatıp uyuyun. İçiniz rahat etsin. Atınızı bulacağız."

    Çocukların yüzlerinin parladığını gözlerinde beliren büyük güveni görünce kendisinden utandı müfettiş. O utançla yüzü kızardı.

    Çete adına konuşan Gaby, "Ah çok teşekkür ederiz, etendim!" diye bağırdı.

    Çocuklar neşeli neşeli küçük, bürodan çıktılar. On çift botun sesi dış odadan yankılandı.

    Müfettiş Lamy, piposunu tekrar doldurup yakarken bir kahkaha attı. Sonra, "Doğrusu bu günkü yevmiyeni hakkettin," diye arkadaşına takıldı. "Bu çocuklar Fransa'nın en eşsiz dedektifinin Louvigny Trage'da olduğunu dünyaya anlatacaklardır."

    Sinet, omuz silkip not almış olduğu kâğıdı buruşturdu ve hiç düşünmeden çöp sepetine attı. Bir süre öyle kaldı. Sonra birden bir şeyi anımsadığı için birden gözleri parladı. Uzanıp çöp sepetinden buruşuk raporu aldı. Bunu açarak dikkatle masanın üstünde düzeltti.

    Lamy, hayretle ona bakıyordu. Dayanamayarak, "Ne oldu, Sinet?" diye sordu.

    Müfettiş, bir şey düşünüyordu. "Bu atı daha önce görmüş olduğumu anımsadım!" diye bağırdı. "Hattâ bu atın bana doğaüstü bir iyilik ettiğini de söylemeliyim. Eğer o tahta at olmasaydı geçen gece o adamı asla yakalayamazdım. Biliyorsun işte.. Mallart'ı!"

    Şaşırmak sırası Müfettiş Lamy'e gelmişti. "Fakat onu yakalamakta hiç zorluk çekmediğini sanıyordum."

    Sinet, "Doğru," diye mırıldandı. "Doğru. Çünkü o yere düşmüştü. Karanlıkta ayağı o ata takıldı. Mallart, yere kapaklandı. Çocuklar atı duvara dayamışlardı. Mallart'ın takıldığı aynı attı kuşkusuz."

    Lamy'nin ilgisi arttı birden. "Eee? Ne olacak yani? Ben ikisi arasında bir bağ göremiyorum. Mallart beş günden beri hapiste. Kendisini hücreden çıkarmıyorlar. Onun için başsız atı Mallart'ın çalmış olmasına olanak yok."

    Sinet, "Böyle olduğu belli," diye kabul etti. "Bununla birlikte bu işin acayip bir rastlantı olduğunu da görüyorsun. Acaba bu işin gerisinde ciddi bir şey var mı? İşte bunu merak ediyorum. Hem o çocukları korkutmayı eğlence sanan o iki serseriyi de elime geçirmeyi çok isterim doğrusu." Bir an durarak düşünceli düşünceli arkadaşına baktı. "Hem neden o atı çaldılar sanki? Çocuklar bunun hiç değeri olmadığını pek çok kez tekrarladılar."

    Lamy, heyecanla ellerini uğuşturdu. "Şimdi sen o atın içinde ne olduğunu bilmeyi istiyorsun. Paris - Ventimigli'a ekspresinden çalınan yüz milyon Frank o tahta atın içinde olabilir mi? Veya Frances Bennet'in zümrütleri? Yahut Levy Bloch bankasının altın külçeleri? Seçebileceğin çok şey var. Fakat önce atı bulmalısın. O zaman bunun içinde neyin bulunduğunu anlarız."

    Sinet, omuz silkti. Acı acı, "Bu atın o olaylarla ilgisi yok," diye söylendi. "Fakat yine de bu olayla ilgilenmenin uygun olduğunu düşünüyorum. Bunu çözümlemek tam anlamıyla bir dedektife uygun bir iş sayılır."

    O sırada dışarıdan ayak sesleri yankılandı. Komiser yardımcısı Pecaut tekrar başını içeriye uzattı. Adamcağızın yüzünde yine acı çekermiş gibi bir ifade belirmişti.

    "Önce çocuklar," diye haber verdi. "Şimdi de babaları. Her şeyi duydum. Onları yanınıza yollayayım mı?"

    Sinet, umutsuzlukla inledi. "Evet."

    Mösyö Joye ve Mösyö Douin, çekine çekine kapıdan içeriye girdiler, ikisi de endişeyle ellerindeki demiryolculara özgü kasketleri büküp duruyorlardı.

    Müfettiş Sinet, "Her şeyden önce üzülmenize gerek yok," diye güldü. "Bir saatten beri çocuklarınızla uğraşıyoruz. Evet son bir saat çocuklar bize atın öyküsünü anlattılar. Bununla kafalarımızı şişirdiler. Onları başımızdan atamadık."

    Mösyö Douin, bu durumdan sıkılarak kekeledi. "Şey... Şey... Siz onların kusuruna bakmayın. Çocuklar o atı pek seviyorlar, Müfettiş Sinet. Ondan başka oynayabilecekleri bir şeyleri de yok. Biz o çocukların babalarıyız. Onlara bir, iki gün içinde paralanacak oyuncaklar almaya da kesemiz elvermiyor. Oh, o atın pek dayanıklı olduğunu da söylemeliyim doğrusu."

    Sinet, "Ha aklıma gelmişken sorayım," dedi. "O tahta atın değeri nedir?"

    Mösyö Douin, hafifçe elini salladı. "Hiç değeri yok. Aslında tam anlamıyla değersiz."

    "Peki o atı nereden aldın?"

    "Eskici Blache'den."

    Mösyö Douin, müfettişin sorularını cevaplandırdı fakat bu arada önemli şeylerden hiç söz etmedi. Yani bir adamın kendisinden atı almaya kalktığını anlatmadı. Yine ihtiyar Blache'in atı nasıl bulduğunu da söylemedi. Ayrıca Perşembe pazarı kurulduğu gün akşam üzeri genç suçlu Petits Pauvres sokağının köşesinde yakalandığı sırada düzenbaz Roublot'un tuhaf tutumunu da açıklamadı.

    Aslında Mösyö Douin, bu konuda hata yapmıştı. Her insan fazla dikkatli davranmaya kalktığı zaman yanılgıya düşebilirdi.

    Mösyö Joye'a gelince.. O zaten polislerden hiç hoşlanmazdı. Onun için de sadece dinlemekle yetindi. Zaman zaman başını sallayarak arkadaşının sözlerini doğruladı. Fakat ağzını açmadı.

    Müfettiş, onlardan daha fazla bir şey öğrenemeyeceğini anlayınca abartma bir nezaketle iyi geceler diledi.

    Mösyö Douin, kapıya eriştiği anda durup döndü ve, Atı bulabileceğinizi sanıyor musunuz?" diye sordu.

    Sinet, neşeli neşeli karşılık verdi. "Elimizden geleni yapacağız. Louvigny fazla büyük bir yer sayılmaz. Eğer dediğin gibi at değersizse kısa süre sonra bunu bir çöp tenekesinde buluruz herhalde."

    Müfettiş Sinet, bu olayı hafife almaya çalışıyordu. Ama Mösyö Douin'in gözlerinde gördüğü şeyi unutamıyordu. Petits Pauvres sokağının çocukları da onun aynı şekilde sarsılmasına neden olmuştu. Sahip oldukları pek az şeye bağlanan ve bunların kendilerine geri verilmesini isteyen saf, basit kimseler böyle bakarlardı.

* * *


    Fernand, babasından bir kaç dakika önce Petits Pauvres sokağındaki eve döndü. Anahtar kapının üstündeydi. Çocuk, kapıyı iterek içeriye girdi ve mutfağa baktı. Annesi akşam yemeğini hazırlıyordu. Fernand, o sırada masadaki şeyi görerek kapının ağzında donup kaldı. Kalbi deli gibi çarpmaya başlamıştı. Masanın üstünde bir at kafası duruyordu, Hem gözlerini ona dikmiş olan at dişlerini ortaya çıkarmış kendisine pis pis gülüyordu sanki.

    Madam Douin, "Neyse eve dönebildin!" diye içini çekti ve yaklaşıp oğlunu öptü. "Endişelenmeye başlamıştık doğrusu. Yarım, saatten beri baban her yerde seni arıyor. Bizi böyle telâşlandırmamalıydın. Ne oluyor kuzum?"

    Fernand, gözlerini atın kafasından ayıramıyordu. "Şey... Atımızı çaldılar, anne."

    At kaybolur kaybolmaz bir büyü yapılmış gibi kafası Douin'lerin evine gelmişti. Bu eski oyuncak bir esrar perdesine bürünmüştü. Fernand'a öyle geliyordu. Özellikle bunun nasıl kaybolduğunu gözleriyle gördüğünden beri bu esrara inanıyordu.

    Madam Douin, oğlunun baktığı yönü fark ederek mırıldandı. "Baban bu çirkin şeyi eve getirdi. İşten çıktıktan sonra ihtiyar Blache'a uğramış."

    Anahtarın kilitte döndüğünü duyan kadın döndü. Gelen Mösyö Douin'di. Adamcağız, oğlunu evde bulduğuna sevinmişti fakat her zaman yumuşak olan yüzü değişmiş, kaşları çatılmıştı.

    Fernand'a bakarak, "Bu kadar gürültü koparmadan önce bize akıl danışmalıydın," diye çıkıştı. "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Gidip kafası bile olmayan tahta bir at için Müfettiş Sinet'i üzüyorsunuz. Evet, bu atın senin için büyük değer taşıdığını biliyorum. Ama insan böyle durup dururken polise gitmez. İnsan, her şeyi doğru dürüst yapmalıdır. Senin yüzünden bu çevrenin alay konusu haline geleceğiz, Fernand!"

    Fernand, öfkeyle konuştu. "O iki adam, atımı eğlence olsun diye çalmadılar. Onlar kırık bir oyuncağın değil çok daha değerli bir şeyin peşindeymiş gibi davrandılar."

    Çocuk farkına varmadan bu küçük olaydaki gerçeği açıklamıştı. Mösyö Douin'in ihtiyar Blach'le konuştuktan sonra sezer gibi olduğu şeyi açıkça görmüştü Fernand. Oysa Müfettiş Sinet, hâlâ böyle bir durum olabileceğine inanmıyordu.

    Madam Douin, eşiyle oğlundan olanları anlatmalarını istedi. Her şeyi duyunca da fena halde öfkelendi.

    "Bu kadarı da olmaz doğrusu!" diye isyan etti. "Zavallı çocukların oyuncaklarını çalabilecekleri de hiç aklıma gelmezdi. Bu utanılacak bir iş. Bunu gazetede okusaydım doğru olduğuna inanmazdım. Açıkçasını isterseniz bazı kimselerde acıma denilen şeyden eser yok!"

    Fernand, akşam yemeğini yer yemez yatmaya gitti.





Paslı Bir Anahtar
4

    Ertesi gün yağmur şiddetle yağdığı için Gaby'nin çetesi Okuldan çıkar çıkmaz dağılmak zorunda kaldı. Fernand, Marion'la birlikte Petits Pauvres sokağının aşağısına kadar gitti. Kızın evinin önünde ayrılırlarken Marion, "Biliyorsun," dedi. "O atın yerini tutacak bir şey bulmamız gerekivor. Evet bir şey yapmamız şart. Her gün okuldan çıktıktan sonra böyle ayrılıp evlerimize dönersek kısa süre içinde çete yok olur. Buna da çok üzülürüm. Yazık olur doğrusu. Şu anda bizim gibi birbirine bağlı on çocuk hiç bir yerde bulunamaz."

    Fernand, 'Evet' der gibi başını salladı. Sonra arkadaşıyla vedalaştı ve Marlon da bahçe kapısını iterek açtı. Fernand, hızlı adımlarla yokuşu tırmanmaya koyuldu. Eski yağmurluğunun etekleri ıslak balıklar gibi bacaklarına çarpıyordu, Bunun kukuletası da gözlerine kadar iniyordu. Neyse çabucak eve erişti. Annesi evde olmayacağını söyleyerek ona anahtar vermişti. Fakat çocuk dikkatsizlik edip anahtarı sokak kapısını üstünde bırakmıştı. Hemen kapıyı açıp içeriye daldı, Sırtından çıkardığı yağmurluğu silkeledi. Sobanın borusunun anahtarını çevirdi. Okul çantası olarak kullandığı ağır branda torbayı da masaya bıraktı. Fakat o anda Bacaklarının arkasına soğuk geldiği için başını çevirerek kapıya baktı. Kapı hafifçe aralık kalmıştı. Fernand, kapıyı kapatmak için kalktı. Ama orada bir şey vardı. Çocuk, yere bakınca kapının arasında bir ayakkabı burnu gördü.

    Hayretle buna bakıp ağır ağır kapıyı açtı. O anda yüreği ağzına geldi. Birden korkuya kapılmıştı. Roublot yani o düzenbaz adam üst basamakta duruyordu. Adamın başındaki bereden sular akıyordu. Yüzünde tuhaf bir gülüş belirmişti. Kolunun altında da sıkıca sarılmış ve dikkatle bağlanmış kocaman bir paket vardı.

    Rublot, içeriye girerek sert bir hareketle anahtarı killitten çıkardı. Kapıyı sıkıca kapattı ve içeriden iki kez killitledi.

    Ondan sonra Fernand'a dönerek, "Seni dostça ziyarete geldim," diye söylendi. "Haydi yanıma yaklaş bakalım."

    Fakat Fernand, iyice korkmuştu. Onun için mutfağın diğer ucuna kaçarak masanın arkasına girdi. Oradan kendini daha iyi savunabileceğini sanıyordu. Bir taraftan da, "Böyle kolaylıkla yakalanmakla büyük budalalık ettim," diye düşünüyordu. "Annem altıdan önce gelmez. Babam da öyle. Burada tek başımayım. Gaby'le diğerleri şu anda kasabanın kim bilir neresindeler. Marion'dan da yardım isteyemem. O da sesimi duyamayacak kadar uzakta, Şimdi ne yapacağım?"

    Bir taraftan da Roublot'a bakıyordu. Roublot da iri yapılıydı fakat kamyondaki adamlar gibi insanı ürküten bir güvene sahip değildi.

    Roublot, tekrarladı. "Haydi yanıma gel."

    Fernand, dik dik ona bakarak kendisini zorlayıp küstah bir tavırla konuşmaya çalıştı. "Senden korkmuyorum. Onun için de dediğini yapacak değilim. Yalnız senin çirkin yüzünü sadece Perşembeleri görmeye alışmışız. İşte bu yüzden şaşırdım. Eğer hâlâ atın peşindeysen boşuna uğraşıyorsun demektir. Atımı dün çaldılar."

    Roublot da sakin bir tavırla, "Bunu biliyorum," diye karşılık verdi. "Siz çocuklar için kötü oldu değil mi? Neyse bu işi bu kadar uzatmanın bir anlamı yok. Buraya gel de sana getirdiğim şeye bak."

    Adam, paketi masaya koyarak ağır ağır kâğıdını açmaya başladı. Bu arada mutfağın karanlık köşelerine göz atıyordu.

    Fernand da gözlerini ondan ayıramıyordu. "Evet, atım çalındı fakat bunun geri geleceğini de biliyorum." Serserinin neler düşündüğünü anlamak için de ekledi. "Atım çalındıktan bir saat sonra karakola gittik. Polise bunun çalındığını haber verdik. Müfettiş Sinet, bunun üzerine bir rapor yazdı Hem de çok iyi bir rapor. Bunda hırsızları da tarif etti. Olayı ayrıntılarıyla açıkladı. İşte 'bu sayede o hırsızlar kaçıp kurtulamayacaklar!"

    Roublot, köşeye bakmaktan vazgeçerek döndü. Fernand o zaman attığı okun hedefini bulduğunu anladı.

    Serseri gözlerini pakede dikip öfkesini gizlemek için başını eğerek kâğıdı çekiştirdi. Ortaya kırmızılı yeşilli, pahalı görünümlü büyük bir kutu çıktı.

    Roublot, kendisini zorlayarak dostça gülümsedi. Bu elektrikli bir tren. Louvingy'de bazı iyi niyetli insanlar bulunduğu anlaşılıyor. Pazarcılar dün gece olanları duymuşlar. Onlar aralarında para topladılar ve bu elektrikli treni aldılar. Bunu sizlere vermem için de beni görevlendirdiler. Onlar çok iyi insanlar değil mi?"

    Fakat bu sözler Fernand'ı hiç etkilemedi. O usul usul sobaya yaklaştı. Bir elini arkasına atmış ağır maşayı araştırıyordu.

    Roublot, onu kandırmak ister gibi gülümseyerek candan bir tavırla, "Tren senin ve arkadaşlarının," diye devam etti. "Haydi gel. Şu rayları birbirine takalım. Böylece treni hemen denersin."

    Fernand, aşağı gören bir tavırla söylendi. "Hıh. Ben de arkadaşlarım da bu çocuk oyuncağıyla oynayamayacak kadar büyüdük. Biz tren istersek yolun öbür yanındaki kullanılmayan demir yoluna ineriz. Orada gerçek trenler var. Sen o teneke parçalarını bir an önce topla. Onlara elimi bile sürecek değilim."

    Roublot, yumruklarını sıkarak masanın arkasına saldıracak oldu. Ama Fernand, hemen yana fırladı ve elinde ağır maşayla koridorun ağzında durdu.

    Dudakları öfkeden bembeyaz kesilen çocuk, "Bir adım daha atarsan, bunu yüzüne yersin!" diye homurdandı. "Hem sana isaabet ettiremeyeceğimi de sanma. Hayır, bu kesinlikle yüzüne inecek. Burası benim evim ve burasını korumak da görevim"

    Roublot'un yağmurdan ıslanmış yüzünden bu sefer de terler akmaya başladı. O, adeta farkına varmadan pakedi tekrar sarıp bağladı. Bir fareninkini andıran küçük gözleri umutsuzlukla mutfakta gezindi. Geri geri giderek musluğa yaklaşta. Gözlerini Fernand'dan ayırmadan iki dolabı da açtı. Ondan sonra köşedeki konsola baktı. Hatta elbiselerin durduğu dolabı bile aradı. Bunu kömür kovası ve ekmek tenekesi izledi. Sonra sert bir hareketle yine çocuğa döndü. Fernand'da elindeki maşayı daha da sıkıca tuttu. Bir an öyle hareketsiz kalarak birbirlerine baktılar.

    Fernand, hafif bir sesle, "Buraya neyi bulmaya geldiğini bilmiyorum," dedi. "Evimizde değerli olan hiç bir şey yok. Seni ilgilendirebilecek olan tek şey arkandaki portmantoda duruyor. Oradaki yağmurluğu kaldır ve altına bir bak. Bu kadar uğraştıktan sonra elin boş olarak buradan gitmeni istemem.

    Roublot, bu sözlere şaşırarak bir an öyle kaldı. Sonra dönerek çocuğun ıslak yağmurluğunu çekiştirdi ve boğuk bir sesle bağırdı. Askılığın tahtasına avlanmış bir hayvanın kafası gibi takılmış olan tahta atın başını görmüştü.

    Roublot, eliyle alnındaki terleri silip endişeyle etrafına bakındıktan sonra kapıyı açtığı gibi dışarıya fırladı. Alana doğru koşarken arkasından alayla gülen çocuğun kahkahalarını duydu.

    Fernand, kapıyı sıkıca kapatıp içeriden kilitledi. Sonra masanın başına oturarak okul kitaplarını açtı. Hâlâ eli titriyordu ama yine de ev ödevini yazmaya koyuldu.

    Beş dakika sonra kapıya vuruldu. Fernand, yine yüreğinin ağzına geldiğini hissetti.

    Kalın bir ses, "Aç kapıyı!" diye emretti. "Çabuk ol!"

    Fernand, ağır maşayı alarak ayaklarının ucuna basa basa kapıya yaklaştı. Aklı sıra sesini değiştirmeye çalışarak konuştu. "Kimsiniz? Ne istiyorsunuz?"

    "Müfettiş Sinet."

    İçi rahatlayan Fernand, hemen anahtarı çevirip kapıyı ardına kadar açtı ve polisin içeriye girmesi için yana çekildi.

    Sinet, başka söze gerek görmeden hemen konuya geçti. "Roublot ne istiyordu?"

    Fernand, endişeli endişeli mırıldandı. "Hiç... Sadece kaybolan atın yerini tutacağını umduğu bir armağan getirmişti."

    Müfettiş Sinet, kapıyı usulca kapattı.

    Sonra sert bir sesle, "Bana böyle peri masalları anlatma," diye çıkıştı. "Buna inanmayacağımı bilmelisin. Bir insan sana iyi niyetle bir armağan getirseydi elinde maşayla kovmaya çalışmazdın. Ben pencereden bakıyordum ve her şeyi grördüm. Haydi anlat. Ne oldu?"

    Fernand, sıkılarak başını önüne eğdi. Çaresiz durumu itiraf etti. "Roublot, bir şeyin peşindeydi. O burada bir şey bulacağını umuyordu. Gerçekten bir oyuncak tren getirmişti. Herhalde pencereden bunu da görmüşsünüzdür. Eğer, beni kandırıp trenle oynamamı sağlayabilseydi o zaman evi baştan aşağı arayacaktı sanırım. Fakat bu oyuna inanmadım ve ona evi araması için de fırsat vermedim."

    Müfettişin kaşları çatıldı. "Fakat Roublot, evi aramak için yine de yollar bulabilirdi."

    Fernand, "Doğru," diye mırıldandı. "Çok doğru. İşte bu yüzden çok endişelendim. Korktuğumu da söylemeliyim."

    Sinet, merakla etrafına bakınıyordu. "Onun neyi aradığına dair bir fikrin yok mu?"

    Çocuk, dürüstlükle, "Hayır, efendim," diye karşılık verdi. "Evde değerli bir şey yok. Burada para da yoktur. Annem, masraf parasını daima üstünde bulundurur."

    "Biraz düşün. Başka bir şey olamaz mı?"

    "Hayır, efendim. Evde almaya değer bir şey yok."

    Müfettiş Sinet, dikkatle çocuğu süzerek, "Peki o oyuncak treni neden istemedin?" diye sordu.

    "Şey... Bu bana biraz tuhaf geldl.. Pazarcılar bizimle hiç ilgilenmezler. Onlar atımızın kaybolmasına filan da aldırmazlar. Zaten onlar atımızı hiç görmediler!"

    Sinet, gülmeye başladı. "İşte bunda haklısın! Pazarcılar sadece müşterileriyle ilgilenirler. Çocukları da pek tanımazlar. Bu Roublot denilen adam kotü bir yaratıktır. Onunla ahbaplık etmeye gelmez. Onun kötü biri olduğunu biliyor muydun?"

    "Evet, efendim."

    "Peki onun hapse girip çıkmığından da haberin var mı?"

    Fernand, "Hayır," diye cevap verdi. "Bunu duymamıştır. Fakat onun suratına bakan nasıl bir yaratık olduğunu anlar."

    Müfettiş Sinet, bir sigara yakıp yine mutfağa göz attı. Sonra birden. Femand'a dönerek, "Evi dolaşmama ve etrafı biraz aramama izin var mı?" diye sordu.

    Çocuk, birden güldü. "Siz Roublot'dan farklısınız. Buyrun size evi gezdireyim."

    Fakat Sinet, biraz rahatsız olmuşa benziyordu. "Beni iyi dinle, Fernand," dedi. "Bu olaydan annenle babana söz etme. Bu biraz da kurallara uymayan bir durum. Aslımda elimde gerekli araştırma belgesi olmadan bu tür bir işe kalkışmam doğru sayılmaz. Bununla birlikte burada bir şey olabilir... Sen bunun ne kadar önemli olduğunu anlayamazsın. Fakat gözlerim son derece keskindir. Belki ben hemen o önemli şeyi farkedebilirim."

    "Anlıyorum." Fernand, biraz da düş kırıklığına uğramıştı. "Fakat bunun atla ilgisi yok değil mi?"

    Müfettiş Sinet, "Tam aksi," diye karşılık verdi. "Bu işin başlamasına o at neden oldu. Belki de atı çalan iki adam bir yanlışlık yaptılar. Bu yüzden de istediklerini ele geçiremediler."

    "Oh bu aklıma gelmişti."

    Fernand'ın rehberlik ettiği Müfettiş, ağır ağır evi dolaştı. Bu arada çekmeceleri ve dolaptan aramaktan da çekinmedi. Ama bir şey bulamadı. Bir sigara yakarak masaya dayanıp durdu. Fernand da onun karşısında oturuyordu.

    Müfettiş Sinet, kasvetli bir tavırla, "Babanın ne kadar dürüst bir insan olduğunu bilmeseydim," diye mırıldandı. "Aklıma türlü acayip şey gelirdi. Ona bu akşam üzeri eve uğrayan konuklardan söz edecek misin? Yani Roublot'la benden?"

    Fernand başını salladı. "Hayır... Kesinlikle hayır. Zaten babamın işte düşünmesi gereken türlü şey var. Bir de Roublot'u anlatıp onu üzmeyi istemem."

    Müfettiş kendi kendine gülümsedi. "İyi. Hiç olmazsa sorumlulukları yüklenmesini biliyorsun. Şimdi beni iyi dinle, oğlum. Eğer bu ara bir şey duyacak olursan... orada burada dolaşırken beni ilgilendirecek bir şey görürsen hemen gel haber ver. Sakın unutma. Roublot'a gelince... Bu konuda hiç üzülme. Biz onunla ilgileneceğiz."

    Fernand, "Biz de öyle," diye karşılık verirken bu konuda ciddi olduğu belliydi.

* * *


    Roublot, her zamanki gibi yeni kamyonuyla tam saat onda Pazar yerine geldi. Onun için zamanın önemi yoktu. Hemen tezgâhını kurarak avaz avaz bağırmaya başladı. Bu kez de "Eşsiz cips makinası!" diye haykırıyordu. Yirmi kadar insan, bu patates kıyıcıyla yapılan gösterileri seyrettiler. Roublot bu arada bir kaç cips makinesi satmayı da başardı.

    Sonra seyircileri yavaş yavaş uzaklaştı ve o zaman ortaya gerideki bekleyen seyirciler çıktı. Onlar da yeni bir gösteriyi bekliyorlardı kuşkusuz.

    Roublot, başını kaldırıp bakınca yüreği ağzına geldi. On çocuk boylarına göre önünde sıralanmıştı. Hem hepsi de son derece terbiyeliydi. Orada öyle hareketsiz duruyor ve ağızlarını açıp bir şey söylemiyorlardı.

    Bernard Joye veya diğer adıyla Gaby, yaşına göre büyük bir çocuktu. Yüzü tertemiz olan çocuk eski kasketini kahverengi saçlarının üstüne geçirmişti.

    Zidore Loche ise soğuktan adeta morarmıştı. Üstünde kendisine iyice büyük gelen bir kazak vardı ve rüzgârda sıska vücudunun etrafında adeta dalgalanan bu kazak hemen hemen dizlerine kadar iniyordu.

    Sarı saçlı, ince bir çocuk olan Fernand Douin de mavi beresini kulaklarına kadar indirmişti.

    Çok şişman olan Tatave Louvrier, neredeyse yamalı ve çok yeri onarılmış kırmızı renkli Kanedyen ceketini paralayacakmış gibi duruyordu.

    Juan Gomez, kısa bir paltoya iyice sarınmıştı. Bunun güve yeniği kadife yakasını kulaklarını örtmek için kaldırmış ve örgü başlığını da simsiyah saçlarının üstüne takmıştı.

    Uzun erkek ceketini giymiş olan Marion Fabert dimdikti ve hareketsiz bekliyordu. Sarı saçlarını sıkıca siyah beresinin altına topladığı için de soluk yüzü pek sert gözüküyordu.

    Güzel, ince bir kız olan Berthe Gedeon, kendi örmüş olduğu kocaman ilmekli, çirkin acayip kırmızı kazağını giymişti.

    Melle Bain de siyah bir şala sarılmıştı. Bu şal kızın parlak altın rengi saçlarını pek örtemiyordu. Marion'un aksine Melle durmadan gülümsüyordu.

    Çekirge Larique, içi kalın astarlı, yakası kürklü bir ceket giymekle birlikte titriyordu. Zenci çocuğun ince vücudu soğuktan donacak gibi olmuştu.

    Sıranın en sonunda da çetenin bebeği olan Bonbon Louvrier duruyordu. Mavi önlüğünün altına kat kat kazaklar giymiş olan çocuk boynuna iki defa sardığı kocaman bir atkıyı göğsünün üstünde düğümlemişti.

    O da orada öylece durmuş Mösyö Roublot'a bakıyordu. Hiçbiri küstahlık etmiyor, ağızlarını açıp bir şey de söylemiyorlardı. Sadece adamı süzüyorlardı. Hepsi o kadar.

    Düzenbaz adam, işi alaya vurup onları başından savmayı düşündü. Onun için de güldü ve hepsini neşeyle selamladı.

    Fakat gülümsemek için kendisini zorladığı da belliydi, "Sizleri tekrar gördüğüme sevindim çocuklar. Haydi buraya gelin. Hepiniz de bir tabak dolusu lezzetli çipsden hoşlanacağa benziyorsunuz. Sırf sizin için bir gösteri yapacağım."

    Çocuklardan hiçbiri kımıldamadı. Sanki hepsi de kaldırıma kök salmıştı. Solukları beyaz birer buhar bulutu gibi başlarının üstüne doğru yükseliyordu. Zaman zaman rüzgârla gelen kar taneleri taşlaşmış yüzlere çarpıyordu. Hepsi de Roublot'u seyrediyordu.

    Roublot, birden öfkeye kapılarak kendisini kaybetti. Olanca sesiyle, "Defolun!" diye haykırdı. "Defolup gidin Tanrı belası çocuklar!"

    Fakat çetedekiler yerlerinden kımıldamadılar. Yalnız bakışları biraz yumuşadı. Ayrıca daha da dikkatle bakmaya başladılar.

    Hava çok soğuktu ama Roublot, alnında beliren ter taneciklerinin kendisini yaktığını hissetti.

    Bu sefer, tehdit ederek, "Tamam!" diye gürledi. "Pekâlâ demek oradan gitmeyeceksiniz... Öyle olsun. Ben de hepinizin payına düşen tokatları atacağım. Hiç üzülmeyin. Hepinize yetecek kadar var."

    Fakat yine de Gaby'le başlayan ve Bonbon'la sonuçlanan sıradan kimse kımıldanmadı, insanlar yaklaşıp onların omuzları üstünden baktılar. Çocuklarının dikkatle neyi süzdüğünü anlamayı istediler. Dolayısıyla da böyle bakanların gözleri Roublot'a takıldı tabii. Serserinin rengi daha da solmuştu ama bunun nedeni artık öfke değil korkuydu.

    Hem onun korktuğu da belliydi. Peki Roublot neden korkuyordu? Gelenler şaşkın şaşkın sağlarına, sollarına baktıktan sonra tıpkı çocuklar gibi dik dik Roublot'u süzüyorlardı. İki arkadaşıyla Pazar yerinde nöbet tutan polis Ducrin de o sırada yaklaştı. Oradaki sessizlik polisi şaşırttı.

    Adam, Gaby'e, "Bu insanlar neye bakıyorlar?" diye sordu.

    Gaby, cevap vermeyince Ducrin onun bakışlarını izledi ve kendisini son derece korkmuş olan Roublot'la yüzyüze buldu. Serserinin seyircilerine bir de polis katılmıştı şimdi.

    Aslında Roublot, o güne kadar böyle bir kalabalığı çekememişti. Ama o bundan yararlanacak yerde harika, eşsiz cips makinesini söküyor, parçalarını da gelişi güzel kutulara dolduruyordu.

    Roublot'un o anda gözlerinin önünde bayılacağını sanan Çite Ferrand'lı bir kapıcı kadın, "Zavallı adam berbat halde!" diye mırıldandı. "Hava çok soğuk. Bu da insanın kanını donduruyor doğrusu."

    Fakat Roublot, bayılmadı. İnanılmayacak bir süratle işportasını topladı. Tahta masayı ve diğer eşyalarını hemen kamyona doldurdu. Öfkeden titreyerek çocuklara döndü. Fakat ağzını açtığı an sözcükler boğazına tıkanıp kaldı. Çünkü küçük Bonbon sıradan çıkmıştı. Çocuk üstüne bir at başı takılmış eski bir küreğin üstüne binmiş geliyordu.

    Bonbon, topuklarını küreğin demirine vurarak, "Deh!" diye haykırdı. "Deh!"

    Küçük Bonbon, düşsel dizginleri çekerek Roublot'un karşısında durdu. Adamın kötü bakışlarına aldırış bile etmiyordu. Oraya toplananlar kahkahalarla gülmeye başladılar. Çocuklar da birden gevşeyerek onlara katıldı. Roublot, kaçarak deli gibi kamyonuna atladı. Son sürat oradan uzaklaştı.

    Marion, "Bu ona iyi bir ders oldu," diye mırıldandı. "Böylece artık zorla başkalarının evine girilmeyeceğini öğrendi. Ona hiç olmazsa bu kadarını yapmamız gerekliydi. O, bir arkadaşımızı ziyaret etti. Buna karşılık verdik işte."

    Fernand da ilâve etti. "Böylece ödeşmiş olduk. Fakat böyle kaçtığına göre kendisini çok suçlu hissediyor sanırım."

    Gaby, Fernand ve Zidore oradan ayrılarak ağır ağır Cafe Parisien'e doğru gittiler.

    Gaby, "Juan," dedi. "Bir veya iki saat sonra sen bu yoldan dön. İçeriye bak, Roublot'un buraya gelip gelmeyeceğini anlamalıyız. Eğer Roublot kahveye gelirse tekrar aynı oyunu oynarız. Bakalım bu sefer yine ürkecek mi? Ama oralı olmazsa o vakit Marion kendisini iri köpeklerinden ikisiyle tanıştırır. Bu arada biz de kereste Fabrikasının oradaki kulübeyi biraz derleyip toplayalım. Qrası tam bize göre bir yer doğrusu."

    Marion, Petits Pauvres'le Vache Noir sokakları arasında kalan yıkılmış evleri ve otlar bürümüş bahçeleri araştırırken o burayı bulmuştu. Sola dönüp yıkılmış hastaneyle Van den Berg'in kömür avlusunun arasından geçerek bir yola çıkıyordunuz. Burası Leylak Yoluydu, Aslında kömür tozları eskiden dikilmiş olan leylakları çoktan öldürmüştü ama yol hâlâ onların adını taşıyordu.

    Bu döne döne giden ince yolu izleyince de artık kullanılmayan yıkık kereste fabrikasına geliyordunuz. Fabrikanın boş ve çökmüş yapıtları Cecile sokağına bakıyordu. En uygun olanı da oraya bu gizli yoldan girmekti, Burası çocukların tam istedikleri gibi bir yerdi. Tahta barakanın duvarları da sapa sağlamdı ve dördüncüsü yani Güneye bakan da bir kapı vardı. İçerisi boştu ve hâlâ kesilmiş tahta kokuyordu.

    Marion, buraya ilk girdiğinde tren seslerinin bile zorlukla duyulabildiği bu unutulmuş köşenin çetenin buluşması için pek uygun bir yer olduğunu düşünmüştü.

    Gaby'nin gururla 'Kulübümüz' dediği yeri düzeltmek için barakaya ilk erişenler Fernand ve Marion oldu. Yer çürümekte olan talaşlarla kaplıydı. İnsanın ayakları bunun içine batıyordu. Fernand, kuru toprağa erişebilmek için uzun süre yeri kazmak zorunda kaldı. Bu işi bitirince de ortaya küçük taş bir ocak çıktı. Çocuk, düz taşlar bularak ocağın etrafına dizdi. Burasını daha sağlamlaştırdı.

    Bu sırada Marion da boş fabrikayı dolaşmaya çıkmıştı. Fifi de onun peşi sıra gidiyordu.

    Küçük kız, önce bir kaç uzun tahta getirdi. Bunu iki masa ayaklığı izledi. Daha sonra sağlam iki tahta sandık, bir kömür küreği, iskemle yerine geçecek on kütük parçasıyla geldi. Yakıt için düşünmelerine hiç gerek yoktu. Her tarafta kupkuru tahtalar yığılıydı.

    Femand, ateşi yakmayı başardığında saat dört olmuştu ve eski barakanın duvarları alevlerin ışığıyla aydınlandı. Marion da kütük parçalarını ateşin karşısına dizmişti. Sandıktan yapılan büfede tavalar ve tencereler duruyordu. Masa ayaklarının üstüne uzun, enli tahtaları yerleştirmişlerdi. Ateş şişini de bir kılıç gibi şöminenin önünde yere saplamıştı Fernand.

    Gaby, Zidore ve Melie, hava kararırken kulübeye girdiler. 'Kulübün' böyle hazırlanmış olduğunu görünce de sevinçle içlerini çektiler. Hele alevleri duvarlara vuran ateş pek hoşlarına gitti.

    Marion, onlara, "Hepinizin yerini ayırdım," dedi. "Herkesin adı iskemlesinin üstüne tebeşirle yazıldı."

    Gaby de mırıldandı. "Biz de yiyecek getirdik. Fazla bir şey değil ama aç kalmamızı önler."

    Bu sözleri söyledikten sonra ceplerinden bir et suyu komprimesiyle sekiz tane, ezilmiş patates çıkardı ve masaya dizdi.

    Zidore, "Ben sadece bir tek getirdim," diye atıldı ama hiç olmazsa bunun büyük olduğunu söyleyebilirim. Masaya bıraktığı patates çamurlu olmakla birlikte pek kocamandı. Bu en az yarım kilo vardı. Arkadaşları patatesi pek beğendiler.

    Fernand, bir kahkaha attı. "Bunu diğerleriyle küle koyamayız. Çünkü pişmesi en az bir, iki saat alır. Bunu başka bir güne saklayalım."

    Marion, çorba yapmak için bir tencereye su doldurup ateşe oturttu. Kısa süre sonra üstleri başları baca süpürücüler gibi simsiyah olan Tatave ve Bonbon içeriye girdiler.

    Tatave, "Kapıyı şaşırmışız," diye anlattı. "Kömürcünün kapısını burası sandık. Ondan sonra Bonbon, kömür tozuyla dolu bir çukura düştü ve kendisini çıkarmam gerekti. Ne iş!"

    Onları el ele tutuşmuş olan Berthe Gedeon'la Çekirge Larique izledi.

    Zenci çocuk, gizli kulübe hayran hayran bakıp gözlerini fırıl fırıl çevirdi. Sonra, "Hepinize bir armağan getirdim," diye açıkladı ve ceketinin cebinden biraz yırtıkça bir paket çıkardı.

    İlk kez böyle bir şey oluyordu. Hepsi gözlerini kâğıda dikerek soluklarını tuttular. Çekirgenin dikkatle açtığı kâğıttan alamıyorlardı gözlerini. Sonunda kâğıttan bir sigara çıktı Bu biraz da ıslanmıştı ama çocuk bunu ciddi bir tavırla uzattı. Sigara elden ele geçerken de dikkatle arkadaşlarının yüzüne baktı. Hepsi de bu armağanı çok beğendiklerini belirttiler.

    Son gelen Juan oldu. Kar tipimsi hal aldığı için örgü başlığını kulaklarının altına kadar çeken çocuk bir gölge gibi içeriye süzüldü, o kötü haber getirmişti.

    "Roublot, Pazar yerine dönmedi," diye açıkladı. Bir taraftan da ellerini ateşte ısıtmaya çalışıyordu. "Fakat kamyonu Allies Yolunda duruyor. Onun için kendisi şu anda bu çevrede bir yerde olmalı."

    Onun verdiği haber ortalığın birden buz gibi olmasına yolaçtı. Marion bir şey söylemediyse de hemen kulübenin öbür köşesine giderek hafif bir ıslık çaldı. O vakte kadar kimsenin farketmemiş olduğu kocaman siyah renkli iki köpek ortaya çıktılar. Ateşin alevlerinde hayvanların gözleri yakut gibi parlıyordu. Köpekler Marion'un ayakları dibine yatıp başlarını da onun kucağına dayadılar.

    Marion, "Bunlar Butor ve Fanfan," dedi. "Louvigny Cambrouse da bunlardan daha eşsiz bekçi köpeği bulunamaz. Her kulüp toplantısına onları da getireceğim. Roublot isterse bir kilo salam alarak onları kandırmaya kalkabilir. Fakat onlar yine de Roublot'un pantalonunun arkasını parçalarlar. Şunların dişlerine bir bakın."

    Çocuklar, güvende olabilecekleri kadar uzaktan bu dişlere hayranlıkla baktılar. Kısa süre sonra çocuklar küçük teneke maşrapalara konulan çorbalarını içiyorlardı.

    Tatave, dudaklarını yalayarak, "Bu kadar lezzetli bir çorba içmemiştim," diye içini çekti.

    Çorba sadece kaynar suda eritilmiş olan oldukça bayat bir et suyu komprimesinden oluşmuştu. Fakat bu gizli barakada birlikte içtikleri çorba anlatılamayacak kadar lezzetliydi.

    Gaby sigarayı yaktıysa da hiçbiri bundan hoşlanmadı. Marion ve Fernand, kalkıp patatesleri pişirmek için sıcak küllerin içine gömdüler. Ocaktaki aleşler de yavaş yavaş söndü. Geriye korlar kaldı. Zaman zaman korların arasından bir alev yükseliyor ve orada yarım daire olmuş oturan çocukları aydınlatıyorlardı, fakat kaşınmaya bile cesaret edemiyorlardı.

    Sonunda Marion, "Neden söz edecektik?" diye sordu. Buna Gaby, karşılık verdi. "Attan tabii. Şimdi bir önerim var. Sırayla konuşalım. Her sırası gelen düşündüklerini söylesin. Hatta küçükler bile düşüncelerini açıklamalılar."

    Diğerleri bunu kabul etti. Gaby, tekrar konuştu. "Bence işe Fernand'dan başlayalım. Çünkü kendisi bu konuda hepimizden daha fazlasını biliyor."

    Bunun üzerine bütün gözler Fernand Douin'e çevrildi.

    Fernand, "Bir yıl o ata bindik. Aşağı yukarı dörder yüz kez atla yokuştan indik. Fakat o uzun süre içinde hiç kimse atımıza aldırış etmedi. Yani 'buna önem veren olmadı. Ama son günlerde adeta herkes atla ilgilenmeye başladı. Sanki hiç değeri olmayan atımız bir anda fazla kıymetlendi. Bazı kimseler bunun fazla değerli olduğunu düşünmeye başladılar."

    Ateşin etrafında oturan çocuklar sinirli sinirli kımıldandılar. İlk fikir çok ilgince benziyordu doğrusu.

    Gaby de bu kanıdaydı. 'Evet' der gibi başını salladı. "İyi. Şimdi o anın ne zaman olduğunu bulmaya çalışmalıyız. Yani atın değer kazandığı anı bulmalıyız. Esrarın kökü işte burada. Ne dersiniz?"

    Çetedekiler bir ağızdan bunu kabul ettiler.

    Gaby, "Bana kalırsa," diye sözünü sürdürdü. "Bana kalırsa bu olay at ön tekerleğini kaybettiği akşamüstü başladı. Şimdi soruyorum. Bundan önce ve sonra ne oldu?"

    Fernand, içini çekti. "Sana daha önce de söyledim ya. Perşembe pazarından döndüğümüz zaman atın yerde yatmakta olduğunu gördüm. Bunu kaldırıp daha önce de yaptığım gibi duvara dayadım, işte o sırada o ahlâksız Roublot geldi ve..."

    Marion, dayanamayarak Fernand'ın sözünü kesti. "Hem Roublot gözlerini ata dikmişti. Yani onu istiyordu.

    Fernand, başını salladı. "Doğru. Ona engel olduğumuzdan eminim. Yani o anda orada olmasaydık atı çalacaktı."

    Gaby, "Peki ondan sonra?" diye sordu.

    Fernand, hiç düşünmeden cevap verdi, "Biraz sonra babam eve döndü. Onu atın çatal demirinin kırıldığını anlattım. Babamla birlikte atın tekerleklerini söktük. Ertesi gün babam atı alarak onarması için otomobil fabrikasındaki bir arkadaşına götürdü. Size anlatacak bundan başka bir şey anımsamıyorum. Yani evde esrarlı bir şey olmadı. İlgimi uyandıran başka bir şey yok."

    Zidore, "Esrarlı olaylar kendiliğinden ortaya çıktı," diye güldü. "Bunları açıklamana olanak yok. Ne olduğunu bilemiyoruz. Belki de senin tahta at altın yumurtalar yumurtlamaya başladı."

    Çetedekiler onu kötü kötü süzdüler.

    Fernand da öfkelenerek söylendi. "Budalalığı bırak. Zidore. Bu saçma sözler de nereden aklına geliyor bilmem. Sen de benim gibi o atın bir tek metelik bile etmediğini biliyorsun."

    Zidore, pişman olarak mırıldandı. "Haklısın."

    Fernand, "Yalnız," dedi. "Dün gece Roublot'uh ziyaretinden sonra Müfettiş Sinet bir şey söyledi. İşte bu dikkatimi çekti. Belki de bu doğruydu."

    Gaby, atıldı. "Müfettiş ne dedi?"

    "Sinet bana, 'Belki de atı çalan iki adam bir yanlışlık yaptılar,' dedi. 'Bu yüzden de istediklerini ele geçiremediler. İşte bu sözler Roublot'un evi neden aradığını açıklar sanırım."

    Zidor ve Gaby anlamlı anlamlı ıslık çaldılar. Diğerleri anlamayan gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.

    Melie, "Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu.

    Gaby'nin yüzünde hülyalı bir ifade belirmişti. "Tamam. Eğer Roublot denilen kötü adam diğer soyguncularla işbirliği yapıyorsa sorun anlaşıldı demektir. Roublot, ortaklarıyla konuştu ve onlar için çok değerli olan bir şeyin sizin evde bulunduğuna inandı. Bunun üzerine kalkıp evi aramaya geldi. Evet, bu durumu tamamiyle değiştirir! Tamam... Atı aldılar ama aradıkları şey atta değildi. İşte bu yüzden hâlâ Fernand'ın evi o adamları ilgilendiriyor."

    Fernand da bu sözlerden bir hayli telâşlandı.

    Melie, bir kahkaha attı. "Belki de Roublot ne aradığı bilmiyordu. Buna ne dersin?"

    Zidore, "Olamaz," diye itiraz etti. "Roublot o eve ne arayacağını bilerek girdi bence."

    Marion, atıldı. "Bütün bu sözler ilginç fakat at konusundan uzaklaşıyoruz. Yalnız bildiğimiz bir tek şey var. Tekerleğinin çıktığı, demirinin kırıldığı gece at bazı kimseler için birden pek değerli oldu. Oysa beş gün sonra yani çalındığı gece atın hiç değeri yoktu. Atın bu süre içinde değişmiş olduğunu hepiniz kabul etmelisiniz."

    Zidore, "Yani," diye mırıldandı. "O arada atın bir şeyden dolayı değer kazandığını söylemek istiyorsun."

    Gaby, başını salladı. "Öyleyse bu at Fernand'dayken veya babasının elindeyken yahut Mösyö Rossi'nin atölyesindeyken oldu. Çünkü ata başka kimsenin dokunmamış olduğunu biliyoruz."

    Ateş sönmek üzereydi ama Fernand o hafif ışıkta bile etrafındaki çocukların gözlerinin parladığını farketti. Usul usul köpeklerini okşayan Marion da ona bakıyordu. Herkes Fernand'ın ne söyleyeceğini duymak için soluğunu tutmuş bekliyordu.

    Gaby, arkadaşının imdadına koştu. "Muhakkak aklından çıkmış olan bir şey var. Bu herkesin başına gelebilir. Bunu anımsamaya çalışmalısın, Fernand."

    Fernand, şaşkın şaşkın başını salladı. "Bilemiyorum. Mösyö Rossi, o eski demir çatalın kalan kısmını kesip çıkardı. Bunun yerine bir yenisini taktı. Babamla o gece atın tekerleklerini söktük. Yani Mösyö Rossi'ye atın sadece gövdesi gitti. Babam atı Mösyö Rossi'den alıp getirdiğinde de bunda bir eksiklik yoktu."

    Zidore, "Kesinlikle emin misin?" diye sordu. "Mösyö Rossi, ata ilişmemiş olabilir. Fakat bu arada baban, sen farkına bile varmadan atın birazını ayırmış olabilir."

    Fernand, kesin konuştu. "O sırada babamın yanındaydım. Hem başından sonuna kadar da babama yardım ettim. Tekerlekleri çıkardık. Vidaları tekrar taktık. Gövdenin bazı yerlerindeki pasları kazıdık."

    "Başka bir şey yapmadınız mı?"

    Fernand, "Ah, evet!" diye bağırdı. "Babam atı ard ayaklarından tutarak ters çevirip içindekileri yere boşalttı. Atın karnı iyice doluydu. Babam, atı o durumda Mösyö Rossi'ye götürmek istemedi. Onun için de içini temizledi."

    Gaby, ayağa fırlayarak bağırdı. "Tamam! Anlaşıldı! Peki atın içinden ne çıktı?"

    Fernand, bir kahkaha attı. "Bunu benim kadar sen de biliyorsun. Bulduğun her paçavrayı, türlü şeyi boynundan içeriye atıyordun zavallı atın! İçi böyle şeylerle doluydu işte."

    Gaby, Fernand'a doğru eğildi. Onu kolundan yakalayarak, "Büyük ahmak!" diye sarstı. "Hepsi bu kadar değil. Atın içinden başka bir şey daha çıkmış olmalı. Farketmediğin bir şey. Bunu kaybettin herhalde. Şimdi söyle. Atın içinden neler çıkardınız?"

    Fernand, durumu anladı. Gözlerini yere dikerek o gece olanları bütün ayrıntısıyla anımsamaya çalıştı.

    "Önce atın boynunu tıkayan pamuklarla yağlı paçavraları çıkardık. Babam bunları çıkarabilmek için bir kanca kullanmak zorunda kaldı. Ondan sonra içindekiler yere dökülüverdi."

    "Ne?"

    "Paslı demirler. Biliyor musun, atın içinde en az on kilo ağırlığında demir vardı."

    Gaby, ısrarla, "Ne tür demir?" diye sordu.

    "Somunlar... Kırık bir eğe, bir kapı tokmağı."

    Zidore, "O kapı tokmağıyla bazı şeyleri atın içine ben soktum," diye itiraf etti. "Onun için bana biraz boş gibi geldiydi. Atın ağırlaştırılması gerektiğini düşündüm."

    Fernand, devam etti. "Babam o kapı tokmağını evde kullanabileceğimizi düşünerek bir kenara ayırdı. Pek fena durumda değildi o."

    "Başka?"

    "Eski bir zincir parçası... Bir kanca, iki sardalya kutusu, bir perde halkası, bir çalar saat, bir pensin yarısı, bir somye yayı, eski bir teneke maşrapa, eski bir anahtar."

    Fernand, böyle sayarken çetedekiler, atın boynundan içeri attıkları parçaları anımsayarak başlarını salladılar. Hem bu sayede at yokuştan inerken tangır tangır sesler çıkarmaya başlamıştı. Bu gürültü de binicinin zevkini on misli arttırmıştı. Her çocuk, atın içine attığı parçayı biliyordu. Ama paslı eski anahtarı anımsayamadı.

    Derin bir sessizlik oldu.

    Gaby, ateşin etrafında oturan çocukların şaşkın yüzlerine bakarak, "Anahtarı atın içine kim soktu?" diye haykırdı.

    Çocukların gözleri hayretle irileşti. Bir şey söylemeden birbirlerine baktılar. Kimse kımıldamadı.

    Kimse anahtarı bilmiyordu.

    Marion, "O anahtar kendiliğinden atın karnına girmedi ya!" diye itiraz etti. "Bunu oraya içimizden birinin koymuş olması gerekir. Eğer anahtarı atın boynundan içeriye atan çeteden biri değilse dışarıdan biridir. Şimdi hepimiz atın içine attığımız şeyleri anımsadık. Demek bir şey unutmamışız. Bu durumda geriye sadece o anahtar kalıyor. Yani atın değer kazanmasının nedeni sadece o anahtar bence!"

    Gaby, daha da heyecanlandı. Fernand'a dönereık, "Anlat," dedi. "Nasıl bir anahtardı?"

    Fernand, şaşkın şaşkın mırıldandı. "Hani garaj kapılarında görülen türden büyük, uzun bir anahtar. İyice paslıydı. Buna bir telle tahta bir disk bağlanmıştı."

    "Baban o anahtarı ne yaptı?"

    Fernand, cevap vermeden önce bir süre düşündü. "Bunu pek iyi bilemiyorum. Fakat bana kalırsa babam farkına varmadan bunu asmıştır. Yani evin bütün anahtarları elektrik saatinin altında asılıdır, Babam o anahtarı da oraya asmıştır sanırım."

    Gaby, Fernand'a, "Haydi gel." Sesi iyice sertleşmişti. "Hemen sizin eve gideceğiz. Ne kadar hızlı gidersek o kadar iyi olur. Ne pahasına olursa olsun o anahtarı almalıyız."

    Dışarıda tipi devam ediyordu, iki arkadaş eve eriştiklerinde Fernand, kapıyı açtı ve içeriye girdikten sonra da ayaklarının ucuna basarak pencereye gitti. Perdeyi kapattı.

    Sonra Gaby'e, "Işığı yak," diye fısıldadı.

    İki çocuk koridora koştular. Bazıları parlak bazıları paslı bir düzine kadar anahtar elektrik saatinin altındaki bir çengele asılıydı. Onların arasında bakır bir telle tahta bir disk tutturulmuş bir anahtar da vardı.

    Fernand, coşkuyla, "Tamam," dedi. "İşte bu. Şimdi gayet iyi anımsadım."

    Gaby, anahtarı alarak avucunda tarttı. "İyi ama bunda acayip bir şey göremiyorum. Bu tıpkı diğer anahtarlara benziyor. Yok, yok bir dakika dur bakayım! O tahta diskin üstünde bir şey yazılı."

    Fernand, "Burada fazla kalmayalım," diye mırıldandı. "Kulübeye dönelim. Orada anahtara uzun uzun bakacak vaktimiz olur."

    Geriye döndükleri zaman çetenin patatesleri paylaştıklarını gördüler. Zidore, ateşin üstüne tahta parçaları atmıştı. Bunlar alevler içinde çıtırdayarak yanıyordu. Alevlerin ışığında çocukların duvarlara vuran gölgeleri dans eder gibiydi.

    Anahtara takılı küçük tahtayı alevlerin ışığında incelediler. Bunun üstünde bir yazı vardı. Fakat mürekkep silikleşmişti ve bunu okumak kolay değildi.

    Gaby, güçlükle okuyabildi. "Billete Fabrikası 224 Ponceau Yolu." Çocuk başını kaldırıp hayretle arkadaşlarına baktı. "Bunun içinizden biri için bir anlamı var mı?"

    Marion, dikenli telle ayrılan yerle demiryolu arasında kalan sayılı fabrika ve atölyeyi iyi bilirdi.

    "Bu küçük tünelin öbür yanında," diye cevap verdi. "224 numara o taraftadır. Hurdacı Cesar Aravant'ın yerinin yanındaki gri beton yapıtı söylüyorsun. Billete fabrikası savaştan beri kapalıymış. Şimdiye kadar oralarda bir kişiye bile raslamadım."

    Meraklı Gaby, "Peki o fabrikada ne yapıyorlarmış?" diye sordu. "Bunu da biliyor musun?"

    Marion bilmediğini açıklamak ister gibi omuz silkti. Fakat sonra mırıldandı. "Bunu yarın anlarız artık. Nasıl olsa anahtarı bizde. Oraya gideriz."





Bırakılmış Fabrika
5

    Müfettiş Sinet'in işi çoktu. Bu yüzden de çalınan atla ancak boş kalabildiği zamanlarda ilgilenebiliyordu.

    Atı çalmayı planlayan adamların, bu fabrikalarla dolu küçük kentte arka yollardan kaçarak uzaklaştıkları anlaşılıyordu. Oralarda bu tür kimselerin saklanabilecekleri türlü yer vardı.

    Müfettiş Sinet'le Müfettiş Lamy pazar yerine giderek oradakilerin ağzını aramışlardı. Fakat kimse Çirkin veya Pepe adında birini bilmiyordu. Daha doğrusu bu takma adları bilmiyorlardı.

    Ayrıca Roublot'nun peşine takılmak da kolay değildi. Adamın küçük bir kamyonu vardı ve buna bindiği gibi istediği yere gidiyordu. Perşembe günleri pazara gelmesi dışında pek ender olarak Louvigny'de görülürdü. Hem daha önceden Roublot'un kasabaya geleceği günü kestirmeye de olanak yoktu. Geriye çocuklar kalıyordu. Onlar kuşku uyandırmadan her gün bir kaç saat izlenebilirlerdi. Fakat Müfettiş Sinet, bu konuda da başarısızlıkla karşılaştı Gaby'nin çetesi günlerdir eski yerlerinde gözükmüyordu Her akşam altıyla yedi arası Petits Pauvros sokağı tıpkı bir mezarlık gibi sessiz ve kasvetli oluyordu.

    Fakat Müfettiş Sinet, hiç de işe yaramazmışa benzeyen araştırmalarından vazgeçmek niyetinde değildi, Adam, 'Bu çocuklar farkına varmadan bir olaya karıştılar,' diye düşünüyordu. 'Onun için de bir yerde kendilerince bir iş çeviriyorlar. Fakat asıl suçlular arka plânda ve ortaya çıkmamaya da dikkat ediyorlar.'

    Müfettiş Sinet, bir gece Lamy'e, "Geçen Çarşamba akşamı Louvigny'de bir şey oldu," diye anlattı. "Bu son derece önemli. Fakat buradakilerden hiçbiri bunun öneminin farkında değil."

    İki arkadaş, o olaylı hafta Fransa'daki polislerin çalışmasını özetleyen bütün günlük raporları çıkardılar. Bunları teker teker gözden geçirdiler. Fakat bir ip ucu bulamadılar. Sinet, daha önce arkadaşına polislikte başarının piyango kazanmaya benzediğini söylediği zaman haklıydı. Louvigny'e çıkmamıştı büyük ikramiye.

    O sırada Komiser yardımcısı Pecaut başını içeriye uzattı. "Bu hanımın size anlatmak istediği ilginç bir şey varmış." Siyahlar giymiş, ufak tefek, yaşlı bir kadını hafifçe iterek odaya soktu.

    Ufak tefek, yaşlı kadın, türlü söze gerek görmeden hemen konuya girdi. "Ben Cecile sokağının orada bir geçitte oturuyorum. Orası sakin bir yerdir. Fakat bir gece yanıp kül olmayı istemiyorum."

    Sinet, hayretle, "Neden?" diye sordu.

    Kadın, "Son iki gündür," dedi. "Biri acayip işler çeviriyor. Eski kereste fabrikasının barakasında ateş yakıyor. Bunu komşulara söylemek istemedim. Bu onların üstüne vazife değil... Sadece sizi uyarmayı uygun buldum."

    Sinet, kadına söz verdi. "Hemen bu durumla ilgileneceğiz. Siz şimdi evinize dönün ve yangın çıkacağını düşünerek endişelenmekten de vazgeçin."

    Ufak tefek yaşlı kadın gidince Müfettiş de koyu yeşil yağmurluğunu giyerek gece ayazına çıktı. Müfettiş Lamy'i görev başında bıraktı. Bırakılmış olan eski kereste fabrikasının Cecile sokağına açılan bir geçidi vardı. Bu kısa geçidin çift kanatlı, büyük demir kapısı da hem kilitliydi hem de zincirli.

    Sinet'in kocaman asma kilidi açması sadece bir, iki saniyesini aldı. Sonra elindeki elektrik fenerini yere doğru çevirdi ve yürümeye başladı. Kısa süre sonra fabrikanın yan tarafındaki tele geldi. Saptadığına göre bu tel yaşlı kadının oturduğu geçide paralel olacaktı. Müfettiş, birden avluyu hemen hemen dolduran kerestelerin üstüne vuran hafif ışığı farketti. Bu kerestelere vuran alevlerin ışığıydı. Işık da tahta barakadan geliyordu. Hem ışık epey de güçlüydü, çünkü adam artık yerde bitmiş olan otları bile seçebiliyordu. Sinet, hemen ortaya çıkıp görülerek tehlikeye düşmeyi istemiyordu. Bu yüzden ağır ağır yaklaştı. Bir tahta yığınının arkasından çıkıp bir diğerinin gerisine gizlenerek ilerliyordu. Sonunda kendisini barakanın kapısında buldu. Oradaki aralıktan banca barakanın içini görebilirdi. Fakat adam içeriye bakınca bir an gözlerine inanamadı. Hatta bir düş gördüğünü bile sandı.

    On kişi yanan ateşin karşısında oturuyordu. Hepsinin yüzlerinde de kocaman karnaval maskeleri vardı. Ateşten yükselen alevlerin ışığı bu karton yüzlere acaip bir canlılık veriyordu. Bu suratlardaki ifadeleri olduklarından daha korkunç veya komik hale koyuyordu. Grubun tam ortasında yani ateşin önünde bir kazığa takılmış olan bir at kafası vardı. Bu adeta bir totem gibi duruyordu orada.

    Maskeli yaratıklar, iyi kızartılmış kocaman bir tavuğu yemeğe hazırlanıyorlardı. Müfettiş Sinet, uzakta olmakla birlikte yine de tavuğun pek semiz olduğunu ve iyi kızardığını farketti.

    Adam, gizlendiği yerden sesleri de duyuyor fakat söylenenleri anlayamıyordu. Kulağına sadece mırıltılar geliyordu. Tavuğun elden ele geçtiğini, maskeli kimselerin dikkatle buna baktıklarını gördü. Fakat toplantı epey elektrikliydi ve tartışma çıkmıştı galiba. Çünkü o yaratıklarından biri tavuğu budundan yakaladığı gibi karşı duvara savurdu. Tavuk karşıdaki tahta duvara çarptı ve sonra yerdeki talaş tozlarının arasına düşüp kaldı.

    Birden maskeliler iki gruba ayrıldılar ve pek karışık bir futbol maçı başladı. Oyunda top olarak kızarmış tavuğu kullanıyorlardı. Birden kocaman maskesi olan, boyu diğerlerinden uzun biri karşı taraftan saldırdı ve bir tekmede tavuğu kapıya doğru yolladı. Aralık kapıdan çıkan tavuk, Müfettiş Sinet'in ayaklarının dibine düşerek kaldı.

    Müfettiş, ancak o zaman tavuğun da mukavvadan yapılmış olduğunu anladı. Bu oyun sırasında bir budunu kaybetmişti. Sinet, gözlerini içeriden alamıyordu. Sanki bambaşka bir dünyaya düşmüştü. Yerinden de kımıldamadı. Böyle yapması da çok iyi oldu. Çünkü kocaman iki siyah köpek Leylak Yolunda nöbet bekliyorlardı.

    Oyuncular mukavva tavuğu çamurda bırakarak tiz seslerle bağırıp barakanın öbür ucuna koştular. İçlerinden biri büyük bir bıçakla külleri karıştırdı ve epey yanıp üstü kararmış pek kocaman bir patatesi çıkardı. Bunu görenler sevinçle haykırdılar. Sonra korkulu düşten kurtulabildi. On çocuğun Gaby'nin çetesi olduğunu anlamıştı, Adam, "Bu gece için yeteri kadarını gördüm," diye düşünerek usulca tahta yığınlarının arkasına kaydı. "Hemencecik ortaya çıkmam her şeyi altüst edebilir. Asıl önemli olanı çocukları bulmam. Artık onların belirli saatlerde nerede olduklarını biliyorum."

    Gaby, çok öfkeliydi. O arkadaşlarının maskeleri olmalarına razı olmuş fakat tavuğu uygun bulmamıştı.

    Gaby, kendi payına düşen patates parçasını yerken, "Billete Fabrikasını soyup sovana çevirmenize razı olamam," diye homurdandı. "Hem Noelden bir hafta önce burada Karnaval tertiplediğimizi görürlerse bize ne derler?"

    Zidore de arkadaşı kadar öfkelenmişti. Bu yüzden de hemen itiraz etti. "Azıcık bir şey aldık. Bunun ne zararı var? Bu kadar küçük bir şey neyi değiştirir sanki? Hem orası iyice rutubetli bir yer. İçerdeki her şey ıslanmış gibiydi. Hiç kimse oradaki malları satın almayı istemez. Bunu bilmen gerekir."

    Gaby, "Bu konuda tıpkı senin gibi düşünüyorum," diye karşılık verdi. "Onun için de oradaki şeyleri almamıza değmez. Hem sokaklarda yüzlerinizde maskeler, çenelerinizde sakallarla dolaşmaya kalkarsanız bunun çok dikkat uyandıracağını da bilin. Böyle bir şey yapmamalıyız. Ayrıca bundan böyle hiç kimse oradan bir şey almayacak. Ben izin vermediğim sürece oradaki eşyalara el sürmeyeceksiniz!"

    Gözleri hevesle parlayan Juan, arkadaşına baktı. "Henüz orasını iyice dolaşamadık." Çocuğun büyük bir açgözlülüğe kapıldığı belliydi. "Fabrikanın öbür ucunda çok daha ilginç olan türlü şey bulunduğuna inanıyorum, Gaby."

    Gaby, "Bunu yarın anlayacağız," diye söylendi. "Yalnız mumları unutmayın. Herkes evden mum getirsin. Erimiş ve bitmek üzere olan mumlar işimize yarar. Böylece bir, iki saat etrafımızı iyice görebiliriz tabii."

    Fernand, gözlerini ateşin ortasındaki alevlere dikmiş düşünüyordu. Sonra yanında oturan Marion'a bakarak usulca fısıldadı. "Yarın gidip o fabrikayı baştan başa arayacağız. Orada olan şeyi bulmak zorundayız."

    Marion, karmakarışık olmuş buklelerini sallayarak, "Neyi bulacağız?" diye sordu. "O fabrika da içindeki bütün maske ve oyuncaklar da senin olsun. Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Ben sadece o adamların atı neden çaldıklarını anlamayı istiyorum."

    Fernand, mırıldandı. "Ben de bunu söylemek istiyordum işte. O adamlar ve atla fabrikanın bir ilişkisi var." O sırada Gaby, ertesi gün için emirler vermeye başladı. Zidore de ateşi söndürdü ve çete barakadan çıkarak sessiz sedasız Leylak Yolunda ilerledi.

    Vache Noir Sokağına çıkmadan önce Gaby, durarak etrafına bir göz attı. Gözleriyle çevreyi araştırdı. Neyse ortalıkta hiç kimse yoktu.

    Çocuk, "Hava karanlık ama," diye fısıldadı. "Buralarla gözükmememiz çok doğru olur. Yani burada sık sık gözükmemeliyiz. Bu sayede dikkati de çekmeyiz."

    Marion, onu dürttü, "Hiç gözükmememiz de doğru olmaz. Bunu da biliyorsun."     Çeteden ilk ayrılanlar Tatave ve küçük Bonbon oldu.

* * *


    On çocuk, üç gece arka arkaya fabrikaya gittiler, Bu arada telaşlanmalarına neden olacak bir olay da çıkmadı. Gaby, bu konuda çok dikkatliydi. Çetedekileri iyi yönetiyor ve çocuklar sanki belirli bir amaçları yokmuş gibi davranıyorlardı. Ayrıca sisli hava da onların sırlarını gizlemelerine yardım ediyordu. Çünkü genellikle öğleden sonra dörtte etrafa iyice sis basıyordu. Bu da yolun son bölümünü komşuların gözlerinden gizlemeye yetiyordu. On çocuk, eski lokomotifin arkasında toplanıyorlar ve hızlı adımlarla Cesar Aravant'ın hurdalarının bulunduğu köşedeki avluya doğru gidiyorlardı.

    Burası daima boş oluyordu. Gaby, her şeyin yolunda olduğuna inanınca arkadaşlarını ikişer ikişer ileriye yolluyor ve yandaki yüksek setin dibinden usul usul gitmelerini öneriyordu.

    O gece de yine aynı yöntemi uygulayarak fabrikaya gittiler. Gaby, fabrikada dolaşmaya başladı. Başına bir domuz kafası geçirmişti ve elinde de mukavvadan yapılmış iki tabanca vardı. Bir koridordan geçip dönünce boynuna kâğıttan bir kırma takmış ard ayaklarının üstünde yürüyen bir aslanla karşılaşmak onu hiç de şaşırtmadı.

    Gaby, aslana, "Sen kimsin?" diye sordu.

    Aslan, boğuk ve hafif bir sesle adeta miyavladı. "Melie!"

    Femand da siyah bir pelerin ve tepesinde bir yıldız bulunan bir külah giymiş bir periye çarptı birden. Fakat perinin elinde bir istek çubuğu değil salladığı kartondan kocaman bir salam vardı.

    Fabrikada bir süre oynayan çocuklar, oradan usulca çıkarak avludan geçtiler ve dışarıya çıktıktan sonra da demir kapıyı dikkatle kilitlediler. Tıpkı gelişlerinde olduğu gibi ikişer ikişer uzaklaştılar.

    Geri dönerlerken hava iyice kararmıştı.

    Billette fabrikasında geçirdikleri coşku dolu saatlerden sonra kulübe gelince kendilerini evlerindeymiş gibi hissediyorlardı. Onlar için eski fabrika bir defineydi sanki. Orada türlü şeyler bulmuşlardı. Ama kulübe dönüş her sefer daha zevkli oluyordu. Erkekler hemen ateşi yaktılar. Kızlar da çorbayı pişirdiler. Kızarttıkları ekmeklere erimiş çikolatalarını sürdüler.

    Bu sırada Gaby, durumu saptıyor ve arkadaşlarının getirdiği haberleri değerlendiriyordu.

    En önemli haberleri Juan'la pis bir mahallede serserilerin arasında yaşayan Çekirge getirmişti.

    İspanyol, "Dün gece," diye anlatmaya başladı. "Bir kamyon Ponceau yolundan üç, dört defa geçti. Bu istasyonla Fabourg Baccus arasında gidip geldi. Kamyon, çok ağır gidiyor ve sürücüsü de bir şeyler arar gibi iki yana bakıyordu. Belki bu olay aslında önemli değil. Çünkü biz istasyonun öbür yanında çalışıyoruz."

    Gaby, hemen onun sözünü kesti. "Anlat. Nasıl bir kamyondu o. İyi gördün mü?"

    Buna Juan değil Çekirge Larique cevap verdi. "Kamyon, gri bir Renault'du. Arkası tenteliydi."

    Fernand, bu sözler üzerine, "Fakat," diye atıldı. "Geçen geceki kamyon grimsi yeşildi."

    Gaby, sordu. "Peki sonra ne oldu?"

    Juan, anlatmaya devam etti. "Sürücüsünün yanında iki adam daha oturuyordu. Zaten dikkatimizi de onlar çekti."

    "Onların kim olduklarını göremediniz mi?"

    "Hayır, etraf çok karanlıktı. Kamyonun içi de öyleydi."

    Gaby, bir süre durumu düşündü. "Belki de onlar atı çalan adamlardı."

    Sıra Fernand'a gelmişti. "Bana kalırsa," diye mırıldandı. "Müfettiş Sinet ve Müfettiş Lamy, bizim peşimizdeler. Dün gece eve dönerken ikisinin Allies sokağından aşağıya inerek uzaklaştığını gördüm"

    Zidore, bu söze pek sinirlendi. Acı acı yakındı. "Onlar bizimle uğraşacak yerde atı arasalar çok daha iyi ederler. O işlerini iyi bilen iki dedektifin atı geri alabilmek için bu güne kadar ne yaptıklarını merak ediyorum doğrusu."

    Marion, yaptığı işten başını kaldırdı. Hafif bir sest "Belki de," dedi. "Onlar bizi koruyorlar. Bize belli etmeden güvende olmamızı sağlıyorlar. Çünkü o iki dedektif çevremizde olduğu sürece o haydutlar bize pek yaklaşmaya cesaret edemezler. Eğer gidip polise olanları anlatmasaydık o haydutlar uzun süre önce bizim peşimize düşerlerdi. Ayrıca onlar çok kötü insanlar. Bize yaklaşınca da hiç hoş hareket etmezlerdi tabii, öyle değil mi?"

    Gaby, bu sözleri duyunca şaşırdı. "Böyle düşünmenin nedenini açıklar mısın, Marion?"

    Marion, bir iki tahta parçasını ayağıyla iterek ateşe attı. Sonra kesin bir tavırla konuştu. "Bir, iki dakika önce Kara İneğin içinde iki adam vardı."

    Yemeğe dalmış olan çocuklar bu sözleri duyunca ağızlarını açıp bakakaldılar.

    Gaby, "İki adam ha!" diye bağırdı. "Neden bunu hemen bana söylemedin sanki?"

    Marion, hâlâ sakindi. Omzunu silkerek mırıldandı. "Sizleri boşuna telaşlandırmamın, korkutmamın anlamı yoktu."

    "Fakat, Marion..."

    Kız, "Ayrıca onları görmemiş gibi davranmam daha iyi oldu," diye devanı etti. "Böylece o iki adam kendilerini farketmediğimi sanıyorlar."

    Gaby, sordu. "Orada iki adam gördüğünden emin misin?"

    "O sırada rüzgâr epey sertti ve mumun alevi titreyip duruyordu. Pek iyi göremedim tabii. Fakat yine de onları farkettim. Kazanın yanına yaslanıp yere çömelmişlerdi, Tıpkı sardalya balıkları gibi birbirlerine yapışmış duruyorlardı."

    Bu son derece önemli bir haberdi. Onun için de çocuklar çikolatalı ekmekleri yemeği unuttular.

    Gaby, bir süre düşündükten sonra, o gece yapacaklarını hepsine ayrıntılarıyla anlattı. Ancak ondan sonra barakadan ayrıldılar.

    Uzunca bir süre Leylak Yolunun sonunda beklemeleri gerekti. Vache Noir sokağından ayak sesleri yankılanıyordu. Hem bazı kimselerin konuştuğunu da duyuyorlardı. Fakat sözler anlaşılmıyordu çünkü sesler hafif mırıltı gibiydi. Konuşanlar duruyor ve sonra daha hafif sesle tekrar başlıyorlardı. Oradakiler yoldan geçen masum kimseler değildi.

    Gaby, için için arkadaşlarını düşünerek kaygılanıyordu. Onun için de Cecile sokağının köşesine kadar arkadaşlarının yanında kalmaya karar verdi. Onlarla birlikte gitti.





Dünyanın Bütün Köpekleri
6

    Cumartesileri Louvigny'de oturan okul çocukları için pek de zevkli sayılmaz. Çoğu babalarının sabah tembellik ettiğini, sinemalarda hangi filmlerin oynadığını anlamak için gazetelere baktıklarını görürler. Veya babaları motosikletleriyle gezmeye giderler.

    O cumartesi sabahı da ve ayrıca öğleden sonra öğretmen Mösyö Juste, yaşça daha büyük olan çocukların yani, Gaby Fernand ve Zidore'nin pek dalgın olduklarını farketti. Adam, tecrübelerine dayanarak onların türlü şeyler tasarladıklarını da sezdi.

    Yan sınıftaki öğretmen Madam Juste de öğrencilerin arasında Marion'u göremeyince şaşırmadı, Bu sık sık olan durumdu. Çocuk ya yoksul annesine yardım ediyordu ya da başkasına yardıma gitmişti.

    Küçüklerin sınıfında da genç Matmazel Berry, birden kahkahalarla gülmeye başladı. Sonra, "Bonbon," diye azarladı. "Sınıfta kocaman, kırmızı, takma bir burunla oturamazsın. Bu yaramazlığından dolayı seni cezalandırıyorum. Git köşede on dakika dur. Hem o takma burnu da bana ver."

    Bonbon, istemeye istemeye kırmızı burnu öğretmene teslim etti. Neyse ders bitince Matmazel Berry bunu çocuğa iade etti.

    Çete üyelerinden hiçbiri okuldan çıkınca evine dönmedi. Çünkü Madam Larique, Madam Babin ve Madam Gedeon havanın çok kötü olduğunu söyleyerek çocuklarının dışarıya çıkmasına engel olabilirlerdi. Bu da Gaby'nin hiç işine gelmezdi tabii. O, çetenin bütün üyelerinin bir arada olmasını istiyordu.

    Marion, çeteyi Petits Pauvres sokağının köşesinde bekliyordu. Kız, çocukların hepsini eve soktu. Okul çantalarını orada bırakmalarını söyledi ve yine hepsine birer fincan sıcak kakao ikram etti.

    Küçükler, atkılarını sıkıca sararlarken Marion'un annesi Madam Fabert içeriye girdi. Kadıncağız, çetenin, ziyaretini çok iyi karşıladı. Onlar eve girip beş dakika içinde kadının hafta sonu için aldığı bütün ekmeği yemişlerdi ama Madam Fabert bu durumu hoş görüyle kabul etti.

    Marion, hiç bir zaman yalan söylemezdi. Onun için annesine gülümseyerek konuştu. "Biz etrafı telle çevrili yerin etrafında biraz koşacağız. Böylece ısınırız."

    Madam Fabert, kaderine razı olduğunu belirtir gibi omuz silkti. "Pekâlâ gidin bari," dedi.

    On çocuk birlikte yoldan geçtiler ve kendilerini gizlemeye hiç gerek görmeden dikenli telleri kaldırarak altlarından süzüldüler. Gaby, Fernand ve Zidore, cesaretle önden gidiyorlardı. Her birinin elinde de Madam Fabert'in odunluğundan aldıkları kalın birer sopa vardı. Juan, patatesleri külden alıp kesmek için kullandıkları uzun bıçağı göğsüne yapıştırmıştı.

    Böyle ilerleyerek toprakların ortasına kadar geldiler. Gaby, hiç şaşmadan yoluna devam etti. Bu arada çocuklar içgüdülerine uyarak konuşmaktan vazgeçip susmuşlardı. Küçükler de büyüklere sokulmuştu. Kara İneğin girintilerine ve bazı yerlerine yeni yağan karlar dolmuştu. Yine lokomotifin paslı kazanının üstü de kar içindeydi. Çocuklar geçerlerken her zamanki gibi Kara İneği taş yağmuruna tuttular. Kazandan yankılanan derin sesleri dinlediler.

    Sonra onu da koşarak geçip Cesar Aravant'm hurda demirlerle dolu avlusunu çevreleyen parmaklığa eriştiler.

    Geçide geldiklerinde Marion, diğerlerinin sırayla önüne geçmelerine izin verdi. Kız duvara yapışarak geride kalan etrafı dikenli telle çevrili yere baktı.

    Marion'un fazla beklemesine de gerek kalmadı. Bir kaç saniye sonra Kara İnekten kim oldukları seçilemeyen iki kişi çıktı. Biri Louvigny'deki evlere doğru, yani geri giderken diğeri çocukların yerde bırakmış olduğu izleri takip etti. Bu adam, gözükmemeye dikkat ediyor ve zaman zaman da durarak karşı taraftaki ıssız yapılara göz atıyordu.

    Marion, adama dikkatle baktıktan sonra yerinden ayrıldı ve koşarak Ponceau yoluna çıktı. Orada arkadaşlarına yetişti. Fakat yine de çeteye neler olacağını söylemedi. Çünkü henüz o da neler olacağını kesinlikle bilemiyordu. Sadece Gaby'e bakarak göz kırptı. Bu da yeterli oldu. Böylece reisi hazırlıklı bulunmaları gerektiğini anladı. Çocuk, hemen fabrikanın avlu kapısını açtı. Herkesi içeriye aldıktan sonra kapıyı dikkatle kapatıp iki kez kilitledi. Etraf zindan karanlıktı. Onun için de fabrikanın atölye kısmına girerken etraflarını görebilmek için hemen mumları yakmak gerekti.

    Gaby, bir an dışarıda kalarak Marion ve Fernand'la konuştu. Endişeli endişeli, "O demir kapıyı kilitledim ama," dedi "Bu kapı türlü gereçleri bulunan bu tür adamlar karşısında on saniye bile dayanamaz. Kilidin etrafındaki tahtalar iyice çürümüş."
    Marion, gülümsedi "Bunun için hiç üzülme. Kapının önemi yok. Sadece depo olarak kullanılan odaya girin ve orada barikat yapın. Ha bu arada arkanızda kalan üç kapıyı kilitlemeyi de unutmayın."

    Gaby, "Neden?" diyecek oldu.

    Marion, mırıldandı. "Adamlar o üç kapıyı da açarak size erişebilmek için en az on dakika uğraşacaklardır. İnsan on dakika içinde pek çok şey yapabilir. Bütün sorun o adamların içeriye girmelerini ve orada kalmalarını sağlamaktır. Gerisini bana bırakın. İşin bu bölümünü hiç düşünmeyin, çocuklar."

    Fernand, anlamlı anlamlı başını salladı. "Tamam. Dediklerini yapacağız. Ben yukarıya çıkacağım ve kapının üstünde kalan küçük pencereden dışarısını gözleyeceğim."

    Fernand, ayaklarının ucuna basarak kapıya yaklaştı ve üst kattaki iki boş odaya çıkan dar merdiveni tırmandı. Merdivenin sahanlığına gelince durdu. Orada bir tepe camı vardı. Çocuk bunu açarak başını dışarıya uzattı ve Ponceau yoluna baktı.

    Dikenli telin çevrelediği topraklara iyice karanlık çökmüştü. Louvigny'nin en yakında kalan evlerinden sızan sarı ışıklar görülüyordu. Yol da iyice karanlıktı. Demiryollarının oradaki parlak ışıklar bile burasını biraz olsun aydınlatamıyordu.

    Fernand dinlemeye başladı. Fakat bunun bir yararı yoktu. Çünkü geçen trenlerin homurtusu, lokomotiflerin şiddetle buhar çıkarması bütün sesleri bastırıyordu. Fernand, başını daha da uzatarak uzaklara baktı. Louvigny tarafına bir göz attı. Aşağıda kalan yolda bir çift ışık belirmişti. Bir taşıtın farları bu yolu aydınlattı. Hem bu hızla yaklaşıyordu. Farlar artık çevredeki binaları aydınlatmaya başlamıştı. Taşıt, dönüp tünele girecek yerde yoluna devam etti; yaklaştı ve yolun sonundaki parmaklığın orada durdu. Arabanın farları söndü. Fernand, bunun kapılarının çarparak kapandığını duydu.

    Arkasından biri, "Bir şey görebiliyor musun?" diye sordu. "Bir de ben bakayım."

    Marion, usulca yukarıya süzülmüştü. Kız, Fernand'ı hafifçe yana iterek başını açık tepe penceresinden uzattı. O sırada Louvigny tarafından bir kamyon daha geldi. Bunun farları etrafı taradı ve bir an küçük kızın yüzü de aydınlandı.

    Fernand, "Dikkatli ol," diye fısıldadı. "Yoksa seni görecekler!" Bir hayli telâşlanmıştı.

    Daha önceki kamyon gibi bu doğru gitmedi. Yoldan saparak tünele girdi ve kısa süre sonra da parmaklığın önünde durdu. Hurda demirlerle dolu avlunun oradaydı taşıt. Farlar birden söndü.

    Marion hafif sesle mırıldandı. "Onlar geldi. Bundan hiç kuşkum yok. Yanılmadığımızı biliyorum."

    Sonra bir şey söylemeden eliyle karşı tarafta bir şeyi işaret etti.

    O sırada kapıya şiddetle vuruldu. Kırılan camlardan içeriye ışıklar sızdı. Dışarıdakiler kapıyı şiddetle sarsıyorlardı.

    Biri, "Haydi gelin!" diye bağırdı. "Kapıyı omuzlayın!"

    Fernand, dönerek doğru ilk atölyeye koştu. Gaby, hemen onun yanına geldi. Çete reisinin yüzünden endişesi okunuyordu. Elinde de küçük bir mum vardı.

    Gaby, telaşla, "Ne oluyor?" diye sordu. Fernand da soluk soluğaydı. "Buradalar! Geldiler. Hem de beş kişiler. Bir an önce kapıları kilitleyelim. Bunu yapacak kadar vaktimiz var."

    Fakat ilk kapının anahtarı yoktu. Onun için bu kapıyı ittiler ve arkasına da çektikleri tezgâhları dayadılar.

    Yolun oradan bir şangırtı koptu. Knpının iki kanadı da saldıran adamlar tarafından açı1mıştı.

    Gaby ve Fernand, telaşla ikinci atölyeye koştular. Orada da bir kapı vardı. Üst, kısmı camlı olan bu kapı ilk atöyeyi ikincisinden ayırıyordu. Neyse bunun anahtarı vardı. Çocuklar bu kapıyı kilitlediler.

    Gaby, içini çekti. "Pek de sağlam bir kapı değil. Üstüde camlı. O adamlar kısa süre içinde bunu kırarlar."

    Fernand, "Yine de bunu yapabilmek için iki, üç dakika uğraşmaları gerekir," diye karşılık verdi. "Bu da bizim için önemli. Marion, zaman kazanmamız gerektiğini söyledi."

    Çetenin küçük üyeleri dipteki depo odasında sakin sakin perukları ve takma sakalları deniyorlardı. Hepsi de bir şeytan kılığına bürünmüş olan Zidore'nin etrafına toplanmıştı. Tatave, bu arada bir düzine kadar düdük ve ağız mızıkasını kırmıştı.

    Gaby, korkunç bir sesle, "Böyle budalalık etmekten vazgeçin!" diye gürledi. "Atımızı çalmış olan haydutlar neredeyse buraya saldıracaklar. Onun için hemen barikatlar kurmamız gerekiyor. Haydi durmayın! Hepiniz iş başına! O mukavva kutuları buraya çekeceğiz. Bunları kapının arkasına dayayacağız!"

    Çocuklar bir an bile kaybetmeden çalışmaya koyuldular. O sırada dış atölyelerden birinden çocukların ödünü patlatan bir çatırdı yankılandı ve bunu kırılan camların şangırtısı izledi. Bir ışık tavanın mavimsi camına vurdu. Kalın botlar taş zeminde sert sesler çıkardılar. Bu ayak sesleri gittikçe yaklaştı.

    Gaby, "ilk kapıyı açtılar," dedi. "İkincisini de kırdılar. Çok yaklaştılar."

    Fernand, içini çekti. "Aramızda tek kapı kaldı. Bunu kırdıkları zaman hırsızların nasıl kimseler olduğunu göreceğiz."

    Gaby, "Haydi mumları söndürün," diye fısıldadı. Heyecandan titriyordu çocuk. En son kutuların gerisine gizlenin Eğer içinizden biri gülecek olursa onu kendi ellerimle gebertirim."

    Son kapı haydutları biraz terletti. Bu demir kapıydı ve Gaby bunu iki defa kilitlemişti. Adamlar kapıyı kırabilmek için birlikte uğraşmak zorunda kaldılar. Orada buldukları bir tezgâhı yakalayarak koç başı gibi kullandılar. Bununla kapıya vururken bir taraftan da durmadan küfrediyorlardı.

    Sonunda kapının panellerinden biri yerinden oynadı ve bu kapı çevresini de birlikte çıkardı. Bu gürültü Berthe ve Melie'nin kahkahalarını gizledi. İki kız üstlerine düşen kutudan saçılan serpantinlere gömülmüşlerdi. Bu yüzden gülmekteydiler.

    Gaby ve Fernand, yan yana ilk kutudan oluşan duvarın arkasındaydılar. Kutulardan ikisini yana iterek kendilerine küçük bir gözetleme deliği yapmışlardı.

    Buradan bakınca parmaklığın gerisindeki atölyeye giren haydutları gördüler. Adamlar birbirlerini izlediler. Ellerindeki elektrik fenerleri iri yarı gövdelerini, öfkeden karma karışık olmuş yüzlerini aydınlatıyordu.

    Arkadan kalın sesli biri, "Doğru dürüst bir ışık bulamadıkça bir yere gidemeyiz," diye homurdandı. "Sigortalar girişteki holde. Sigorta kutusunun camını kırın ve bunlardan bir, ikisine tel sarın. Ancak o zaman etrafımızı seçebiliriz. Hem bizi göreceklerinden de korkmayın. En yakın ev sekiz yüz metre ötede."

    İki dakika sonra parlak bir ışık iç atölyeyi de her tarafı da aydınlattı. Tavana sıra sıra takılı olan ışıklar yanmıştı. Bu aydınlıkta çocukların ziyaretlerinin neden olduğu büyük karışıklık daha kolay görülüyordu artık.

    Işık yanınca rahatlayan haydutlar, aradaki bölmeye saldırdılar. Fernand yanılmamıştı. Gerçekten beş kişiydiler, Fernand'la Gaby, deri ceketler giymiş olan Çirkin'le Pepe'yi seçmekte zorluk çekmediler. Onların biraz gerisinde de diğerlerine güvenemezmiş gibi duran uzun boylu Roublot vardı. Diğer iki adam kalın paltolar giymişti ve yakalarını da kaldırmışlardı. Onun için de yüzlerini seçmek olanaksızdı.

    Çirkin, eliyle parmaklığa vurarak, kendi kendine küfretti. Sonra, "Bu küçük serseriler bu parmaklığın arkasındalar," diye homurdandı, "Aradaki kapıyı kilitlemişler. Neyse süre sonra onları yerlerinden çıkaracağız."

    Serseri, ucu ince bir demirle kapıya saldırdı. Fakat kapıların üstlerindeki kirişler iyice kalındı ve sürgüler de çelikti. Bu yüzden kapı yerinden kımıldamadı.

    Öfkeden mosmor kesilen Çirkin, elindeki demiri yere atarak başını parmaklığın arasından uzatmaya çalıştı. Olanca sesiyle bağırmaya başladı. "Hey oradakiler! Kapıyı açın! Hem çabuk olun! Yoksa pis boyunlarınızı kırarım."

    O sırada Zidore ve Juan bir kutu dolusu kâğıt bomba buldular. Bunlar içleri kum dolu yuvarlak kâğıt toplardı ve hepsinin birer patlama kapsülü vardı. Bu toplardan birini hızla atınca güçlü bir patlama sesi duyuluyordu.

    İki çocuk kutudan birer avuç çatapat alarak ayağa kalktılar ve bunları kutuların üstünden kapıya doğru attılar. Aradaki parmaklıklı bölmeye çarpan minik toplar korkunç sesle patladılar. Bu tıpkı bir makinelinin çıkardığı sesleri andırıyordu. Adamlar birden şaşırarak gerilediler ve kollarını kaldırıp başlarını korumaya çalıştılar.

    Beş haydut, çocukların yaptıklarına çok kızmışlardı. Tekrar bölmeye yaklaştılar. Hem bu sefer tabancalannı da çekmişlerdi.

    Onların reisi, "Eğer böyle bir oyun istiyorsanız!" diye haykırdı. "Biz de size katılırız. Şimdi başınıza ne iş açmış olduğunuzu anlayacaksınız!"

    Adam, elini parmaklığın aralığından sokarak içeriye ateş etmeye başladı. Tabancasındaki kurşunları hiç bir şey görmeden gelişi güzel sıktı. Oradaki gri çelik dolaplara çarpıp seken kurşunlar bunların kapaklarının açılmasına neden oldular. Dolapların içindeki şeyler de yağmur gibi yere çömelmiş olan çocukların başlarına yağmaya başladı.

    Fakat bu patlamalar çocukları ürkütecek yerde daha da sinirlendirdi. Bu saldırıya bir bomba yağmuruyla karşılık verdiler. Hem patlayan küçük toplar göz kamaştırıcı bir ışık da çıkartıyordu.

    Adamlar koç başıyla ikinci defa vurunca kapının alt tarafındaki sürgü yerinden oynadı. Yine oraya yığılı kutular yere düştü. Bütün çocuklar ayaktaydı artık. Dikatli davranmaları gerektiğini unutmuş ellerindeki bombaları avuç avuç atıyorlardı. Son saldırı için geri çekilmekte olan beş adamı rahatsız ediyorlardı.

    Fernand, kutunun dibindeki son avuç 'bombayı alırken, "Marion ne yapıyor?" diye mırıldandı.

* * *


    Marion, küçük avlunun gerisindeki alçak duvarın üstünden atlayarak bir kedi gibi usulca öbür tarafa geçti. Etraf çok karanlıktı artık ama tekrar yağan kar yerleri kaplamıştı. Bu bembeyaz karın pırıltısı sayesinde Marion, yerdeki tümsekleri ve çukurları seçebiliyordu. Özellikle demir yolunun yanındaki topraklardaki bomba çukurlarına dikkat ediyordu.

    Marion, hızla koşarak karanlıklara karıştı. Kasabanın ışıklarının belli belirsiz aydınlattığı ve ufukta kara bir gölge gibi gözüken paslanmış, eski lokomotife doğru koşuyordu. Marion, Kara İneğe erişince bir an durup dinlendi. Sonra iki parmağını dişlerinin arasına sokarak derin bir soluk aldı ve ıslık çalmaya başladı. Tiz ıslığı bir yükselip bir alçalıyordu ve ta ana caddenin oradan bile duyuluyordu. Oradan geçen arabaların gürültüsü bile bu sesin duyulmasına engel olamıyordu. Marion'un ıslığı caddeleri kapladı, sokaklara, geçitlere, avlulara, bahçelere, kulübelere, ambarlara doldu sanki.

    Marion, Louvigny'nin ışıklarına doğru dönerek olanca gücüyle ıslık çalmaya devam etti. Islığı hafiflemiyor tam aksine setten yankılanarak güçleniyordu. O buz gibi gecede kız Petits Pauvres'in çocuklarına yardım etmek için ıslık çalmaya devam etti.

    Marion'un çiftlik köpekleri olan Buton'la Fanfan ıslığı ilk duyanlardı. İki köpek, o sırada Vache Nolr sokağının başında kedi kovalıyorlardı. Bu ıslığı duyar duymaz boyunlarındaki tüyler dimdik kabardı ve iki hayvan, iri erkek kediyle uğraşmaktan vaz geçerek bir sıçrayışta dikenli teli aştılar ve karanlıklara daldılar.

    Petits Pauvres sokağının dibindeki evin bahçesinde oniki hasta köpek, kulübelerinde uyuyorlardı. Sesi duyan Fifi hemen parmaklığın üstünden atlayıp bir tavşan gibi hızla Kara İneğe doğru koştu.

    Onun ardından Cecile Sokağının soyluları olan Hugo, Fritz ve Sezar geliyordu. Hayvanlar omuz omuza yolun kavşağından dönerek hızla gözden kayboldular.

    Ayakkabı tamircisi Gally'nin ihtiyar spanyeli Dingo biraz daha ağır geldi. Üç köpeğin ardından yolu aşarak öfkeyle hırlayıp dikenli telin altından geçti.

    Onu Mösyö Fedeon'un köpeği Pipotte, Babin ailesinin teriyesi Moko, izlediler. Daha sonra Çite Ferrand'ın beş çirkin sokak köpeği gözüktü: Mataf, Dore, Jeremie, Ursula ve Drinette de hızla gidiyorlardı. Bn hayvanlar başlarını öne eğerek köşeyi son sürat döndüler ve hiç havlamadan ilerlediler. Ponceau yolundan gelen bir adamı da az kalsın o ara yere deviriyorlardı.

    Kahve sahibinin köpeği olan tek gözlü Mustaf, Madam Louvrier'in kanişi Zanzi de Lourigny Belediye reisinin tazıları Emile ve Fido'yla birlikte geldiler. Bu dördü de köpek sürüsünün büyümesine yardımcı oldu.

    Bu sırada Marion, durmadan ıslık çalıyordu. Kısa süre sonra Mösyö Joye'nin siyahlı beyazlı teriyesi Gamin, Aubertin sokağının köşesini dönerek Louvigny Chambrouse'dan gelen destekleyici kuvvetlerden biraz önce Kara İneğe erişti.

    Diğerleri birlikte koşarak ana caddeyi geçtiler. Hiç biri de fren yapan arabalara veya göz kamaştırıcı farlara aldırmadı.

    Emlakçı Maubert'in buldoğu Mignon, yanında Les Manches semtinin bütün sert ve aksi sokak köpeklerini de getiriyordu. Yani Filon, Cenard, Betessa, Flip ve Briket'le geliyordu.

    Bas Louvigny dolaylarının çiftlik köpekleri de onların izindeydi. Bunlar koyu renkli, sık, uzun tüylü, hemen hırlayan saldıran tür, çok iri köpeklerdi. Başta Raleur ve Nuga vardı. Topal Kronaht da onların yanındaydı. Fakat Marion'un çoktan tedavi etmiş olduğu köpek artık topallamıyordu. Sarı gözlü Charlot, kulakları iyice paralanmış, vücudunda yara izleri kalmış olan Taquin ve tavuk hırsızı Canon da olunca güçleriyle koşuyorlardı. Bu hırsız sürüsü ana caddede asfaltın yanı sıra ilerliyordu.

    Doğrusu Louvigny'deki bütün köpeklerin kentin bir ucundan kalkıp diğerine göç etmelerini seyretmek pek zevkliydi. Bu eşsiz bir manzara sayılırdı.

    Hele Quartier Neuf gibi kibar bir semtin soylularının da bu oyuna katılması daha hoş oldu. Bu kibar semtin şımartılmış köpekleri de Marion çağırdığı için yola çıkmışlardı. Hem onların hepsi de bakımlıydı. Hepsinin tüyleri dikkatle kesilmiş veya düzeltilip fırçalanmıştı. Pacq de Primeveres'in soy ağacı tam dört sahife tutan ünlü boksörü Otto de la Ville baştaydı. Bu hayvanın her gün yarım kilo en iyi tür sığır kıyması yediği biliniyordu. Gözleri bir keçininkini andıran siyah Afgan tazısı Bebe de onu izliyordu.

    Dört defa yarışmalarda birinci gelip madalya alan ve her duvarın üstünden kolaylıkla atlayabilen tazı Hubert kendinden emin bir tavırla koşuyordu.

    Bu soylu köpekler de hep Marion'un elinden geçmişlerdi. Veterinerlerin iyileştiremediği bu hayvanları Marion tedavi etmişti. Hepsi de küçük kıza çok bağlıydılar.

    Evet Quartler Neuf'un soyluları da bir an önce toplantı yerine varabilmek için acele ediyorlardı.

    Marion, hâlâ Kara Ineğin önünde durmuş göz gözü görmeyen gecede ıslık çalmaya devam ediyordu.

    Bu ıslığın hafif yankıları Petits Louvigny ve Fauborg Baccus'un küçük evlerinin oradan bile işitilmişti. Bu yüzden de oradaki bütün köpekler bir anda deliye döndüler. Onların çoğu paçavra toplayıcıların işe yaramaz sokak köpekleriydi. Bu hayvanlar yasa dışı kimseler gibi dükkanların bulunduğu sokakların çevresinde yaşıyorlardı. Bu köpekler o anda ilgilenmekte oldukları şeyleri bırakarak yerlerinden fırladılar. Kimi eski, tahta kulübelerden fırladı. Kimi sokak köşelerinden çıktı. Kimi çayırlardan geldi. Hepsi birlikte kentin merkezine gittiler. Büyük Caddeyi ve sonra Piot Caddesini aştılar. Allies Sokağından dönerek pek hafif sesle havlayıp Petits Pauvres sokağından indiler. Böyle bağırmalarının nedeni vardı. Çünkü Marion'un evinin burada olduğunu biliyorlardı.

    Hayvanlar yolu doldurmuş ve oradan kimsenin geçmesine imkân bırakmamışlardı. Juan'ın sarılı beyazlı teriyesi Chable'ın köpeğiyle başı çekiyordu. İhtiyar Chable'in Arthur adını verdiği köpek kısa bacaklı bir sokak köpeğiydi. Üstelik bunun başı tıpkı bir çakalınkini andırıyordu. Tüyleri de bir tahta fırçasının kılları gibi sertti. Bunlar yetişmiyormuş gibi bir gözü mavi bir gözü siyahtı.

    Cailette, Frise, Laupiotte, Apache, Chopine, ihtiyar Zigon'un dişi köpeği Golo, Larique'lerin hırsız köpeği, ihtiyar buldog Adolf, Polyte, Bidasse, Gross Pere ve her hafta ev ve ad değiştiren daha bir düzine kadar pireli hayvan o ikisini izliyordu.

    İnsanı korkutan Kara İneğin altında duran Marion, İlk köpekler kendisine eriştiği sırada hâlâ ıslık çalmaktaydı. Kız, durduğu karanlık yerden kendisine adeta dalga dalga gelen köpekleri fark etmişti. Hepsi de sessiz sedasız onun yanına koşuyordu.

    Gelen köpeklerin hiç biri havlamıyor, hiç biri ses çıkarmıyordu. Marion'un buna izin vermediğini biliyorlardı. Ayakları yere değince yağmur damlalarını andıran sesler çıkıyordu. Marion, bir kaç saniye sonra etrafını köpeklerin aldığını hissetti. Hepsi de birbirini itiştirerek dönüyor, Marion'un dost eline dokunmak veya ceketini koklamak istiyorlardı.

    Köpekler çevresinde arttıkça Marion'un ıslığı da yumuşaklaşıp tatlılaştı. Louvigny Cambrouse'un köpekleriyle Neuf'un soyluları oraya hemen hemen aynı anda eriştiler. Onları Fauborg Baccus'un pireli, bakımsız hayvanları izledi.

    Arada sırada yoldan geçen bir arabanın farları grubu aydınlatıyordu. Yüzlerce göz Marion'un etrafında yeşil ve kırmızı ışıklar çıkararak parlıyordu. Bu gözler tıpkı ateş böceklerini andırıyorlardı.

    Köpekler sevinçle pek hafif sesler çıkarıyorlardı. Arada hayvanlardan bir, ikisi yakınır gibi hafifçe inliyordu.

    O zaman Marion, "Susun," diyordu. Kollarını açarak, ilave ediyordu. "Bakın ben buradayım."

    Köpekler kızın etrafını almışlar, ona daha da sokulmaya çalışıyor, zıplıyor, büyük bir sevgiyle yüzüne bakıyorlardı. Ellerini uzatmış olan kız tek tek hayvanlara dokunuyordu. Hem dokunduğu an o köpeği tanıyarak adını mırıldanıyordu. Burunlarını okşuyor, sırtlarına vuruyor, adlarını tekrarlıyordu.

    Sonra birden durdu Marion. Etrafına bakınarak, sert bir sesle "Gel!" diye emir verdi.

    Bu da hayvanlar için yeterli oldu. Kız kırın alt tarafına koşunca büyük sürü hemen onu izledi. Her hayvan "sadakatle soluyarak onunla geliyordu.

    Bütün sürü dar geçite daldı ve oradan da Bonceau yoluna çıktı. Köpekler böyle hevesle Marion'un izinden gidelerken bir ekspres, setin yanından ışıklar saçarak geçti.

    Marion, bir süre daha hızlı koştu. Fakat fabrikaya yaklaşınca birden ağırlaştı. Köpekler de ona uydular.

    Fabrikanın avlu kapısı kırılarak açılımıştı. İki kanat da yanda kalmıştı. Yalnız atölyenin tavanından, dışarıya bir ışık süzülüyordu. Marion, içeriden gelen boğuk patlamaları da duydu. Bunu bir yere vuran ağır bir cismin çıkardığı ses izledi.

    Marion, fabrikaya girdi. Daha doğrusu birden içeriye saldıran köpekler onu iterek fabrikaya soktular. İlk atölyede bir şey yoktu. Sonra kırılmış olan kapıyı gördü kız. Köpeklerin bir kısmı önüne geçmiş telaşla koşuyorlardı.

    Marion, ikinci atölyenin gerisindeki kapının da kırılmış olduğunu anlayarak ilerledi. O zaman da dipteki adamları gördü.

    Marion, olanca sesiyle, "Hey!" diye bağırdı.

    Böyle bir şey beklemeyen adamlar, hayretle döndüler. Karşılarındaki küçük kıza aldırmayacaklardı ama onun arkasında duran sessiz fakat saldırmaya hazırlanır gibi bekleyen altmış köpeği görünce bakakaldılar. Silâhlarına sarılmayı bile akıl edemediler ve elleri yanlarına düştü. Köpekler sanki gözle görülmez bir kayış kendilerini tutarmıs gibi bekliyorlardı.

    Marion, tiz bir sesle, "Haydi!" diye emir verdi. "Onları yakalayın! Hepsini yere yıkın. Petits Pauvres sokağında çocukların oyuncaklarını çalan bu aşağılık haydutlara iyi bir ders verin! Haydi, saldırın bakalım!"

    Köpekler sevinçle ileriye atıldılar. Bu anı beklemişlerdi. Adamlara saldırarak zevkle işe koyuldular.





Yüz Milyon Frank
7

    O akşam saat altıda tren işaret memuru Mösyö Douin'den nöbeti alacak olan arkadaşı Gedeon geldi. İşi arkadaşına devreden Mösyö Douin de bir kaç dakika sonra 118 numaralı işaret kulübesinden çıktı.

    Adamcağız, yorulmuştu ve bir an önce evine dönmeyi istiyordu. Demir yolunun oradan ayrıldığı sırada bir tren geçti. O saatte pek sık tren geçerdi fakat kısa bir ara oldu ve o sırada çevreye de bir sessizlik çöktü. İşte bu kısa aralıkta Mösyö Douin birden patlamalar, bağırmalar ve gürültüler duydu. Buna da pek şaştı doğrusu. Çünkü bulunduğu çevrede tren sesinden başka bir şey pek işitilmezdi. Mösyö Douin, seslerin demiryolu yakınında bir yerden geldiğini düşündü. Bu geceleri pek karanlık olan Pecqueus kırının oradan geliyordu galiba. Başını çevirip bakınca Billette Fabrikasının cam tavanından süzülen mavimsi ışığı gördü.

    Mösyö Douin, hemen eve gitmekten vaz geçerek döndü. Kendi kendine, "Bu durumu birine haber vermem gerekit diyordu. Tekrar gidip 118 numaralı işaret kulübesine çıktı. Hemen telefonu açarak istasyon şefinin bürosunu aradı.

    "Ben 118 numaralı işaret kulübesinden Douin, efendim. Panceoau Yolunda bir şeyler oluyor sanırım."

    Karşıdan şefinin sesi geldi. "Nasıl şeyler."

    "Biliyorsunuz Ponceau yolunda her an yıkılabilecek fabrikalar var. Onlardan birinde patlamalar, bağırmalar, gürültüler oluyor. Sanırım Billette Fabrikasında. Çünkü fabrikanın ışıkları da yanıyor efendim. Bana kalırsa bu bir çeteçarpışmasına benziyor."

    İstasyon şefi, hemen durumu polise bildireceğini söyleyerek telefonu kapattı.

    Mösyö Douin de iç rahatlığıyla oradan ayrılarak evinin yolunu tuttu.

    O sırada Müfettiş Sinet'le Müfettiş Lamy, küçük bürolarında oturmuş, ayaklarını radyatörde ısıtıyorlardı. O soğuk havada böyle ısınabildikleri için pek mutluydular.

    İki arkadaş böyle otururlarken birden kapı açılarak Emniyet Amiri Blanchon içeriye daldı.

    "Hani türlü karnaval maskeleri, kotyonlar, takma sakal, bıyık filan yapan fabrika," diye devam etti. "Kâğıt çiçekler, dans ve partiler için kağıt süsler, serpantiler, takma saçlar."

    Sinet ve Lamy, dudak büktüler. "Hayır biz böyle bir yer bilmiyoruz" Bu sözlerin altında söyleyemedikleri bir şey gizliydi, ikisi de, "Bilmeyi de istemiyoruz!" der gibiydiler.

    Eski polis Blanchon, "Tamam!" dedi. "öyleyse yanınıza altı memur alın. Gidin bakın bakalım orada ne oluyor."

    Lamy, "Bir şey mi oluyormuş şef?"

    Blanchon, başını salladı. "Evet. Kamyonla gidin. Demin bana telefon ettiler. Orada bir kavga çıkmış galiba. Silahlar atılıyormuş. Patlamalar duyulmuş. Haydi, durmayın. Davranın. Gelir gelmez bana rapor verirsiniz."

    Bir kaç dakika sonra Kara Maria denilen polis kamyonlarından biri hızla karakoldan ayrılarak istasyonun yanından geçti, Ponceau yoluna saptı. Kamyonu kullanan memur, sirene dayanmış gidiyordu.

    Kamyon ancak tünelden geçerken biraz ağıılaştı ve sonra yolun karşısındaki parmaklığın önünde fren yaparak birden durdu. Oraya iki kamyon park edilmişti. Bunların farları da söndürülmüştü. Hurdacının yan duvarının oradaki kamyonu hemen tanıdı Sinet, arkadaşına dönerek, "Roublot'un kamyonu," diye fısıldadı. "Demek o da burada."

    "Sahi mi?"

    "Evet, öyle. O serseriyi tutuklamasının bana ne kadar büyük bir zevk vereceğini bilemezsin!"

    Sekiz adam, parmaklığın üstünden atlayarak, çamurlu yolda koşmaya başladılar. Etraf kapkaranlıktı ama karşılarında pırıl pırıl ışıklı pencereler vardı. Yaklaşırlarken içeriden birinin bağırdığını duydular.

    Sinet daha hızlı koşmaya başladı ve diğerleri de onun arkasından gittiler.

    Fabrikanın kapısı açıktı. Müfettiş Sinet, tabancasını çekip eğildi ve hemen atölyeye süzüldü. Burada ışıklar pek parlaktı. Fakat ortalıkta kimsecikler yoktu.

    Sinet, ses çıkarmadan ilerledi ve kırık bir kapıdan geçti. Bunu ikincisi izledi. Ancak o zaman karşıdaki kapısı kırılmış depo yerini ve barut dumanını gördü. Yalnız o uçta ışık pek hafifti. Önce bir şey anlayamadı. Fakat sonra gözleri Madam Fabert'in küçük kızı Marion'a ilişti.

    Kız, bir köşeye çekilmiş merakla olanları seyrediyordu. Yüzünde korkudan veya endişeden eser de yoktu. Sinet, onun bu haline bir anlam veremeyerek neye baktığını anlamak için döndü.

    O zaman loş köşedeki heyecanlı köpekleri seçebildi. Bir sürü köpek dönüyor, bükülüyor, hırlıyor, havlıyor ısırıyordu. Gözleri loşluğa alışınca yarısı kırılmış kapının, kafesli bölmenin gerisindeki çocukları da seçti."

    Marion, birden dönerek Müfettişe baktı. Polisin gelmiş "olmasına hiç de şaşmışa benzemiyordu.

    Sinet'e sadece, "İşte oradalar," diyerek durmadan hırlayıp saldıran köpekleri işaret etti.

    Müfettiş Sinet, duruma bir anlam verememişti. O gürültüde sesini duyurabilmek için haykırdı. "Kimler?"

    Marion, birden büyük bir neşeyle güldü. "Onlar işte. Yani şu hırsızlar. Biliyorsunuz ya... Bizim tahta atı çalan haydutlar. Onlar oradalar."

    Sinet, sersemleyerek o köşeye baktıysa da sadece sürüyle köpeği gördü yine. Orada insana benzer bir şey yoktu, Tekrar kıza döndü. "Şey... Haydutlar nerede?"

    Bunun üzerine Marion, iki parmağını dudaklarına götürerek tiz bîr sesle ıslık çaldı.

    Bu köpekler için bir kamçı darbesinden daha da etkili oldu. Hayvanlar hemen yana sıçradılar. Orada saldırmakta oldukları şeyleri bırakarak itaatle kızın yanına geldiler. Başlarını kaldırıp parlak gözlerini Marion'a dikerek kuyruklarını salladılar.

    Kız, köpekleri köşeye bıraktıktan sonra Müfettiş Sinet'in yanına yaklaştı, "Artık köpeklerden ürkmenize gerek yok. Şimdi kolaylıkla o hırsızları tutuklayabilirsiniz. Hepsi de burada. Hem onlar hakkettikleri dersi de aldılar."

    Dedektif yaklaşınca beş adamın duvarın önüne sıkışmış olduklarını gördü. Hepsi de büzülmüş oturuyorlardı. Hiç biri başını kaldıracak durumda değildi. Üstlerindeki paltolar, ceketler, pantalonlar parça parça olmuştu.

    Sinet, onlara kalkmalarını söylediyse de adamlardan ses çıkmadı. Müfetiş, onların kalkacak halde olmadıklarını anlayarak görevlilere işaret etti.

    "Şunları yerden kaldırın. Üstlerinde silâhları varsa alın."

    Polisler hemen yerdeki adamları kaldırdılar. Onların dördünün üstünde silâh çıktı. Tek silâhsız olan da Roublot'du tabii.

    Sinet, dört tabancayı alarak emir verdi. "Onları kelepçeleyin."

    Çocuklara dönerek, "Bütün dolapları boşaltın," diye emir verdi. "İçlerinde ne varsa çıkarın. Yani dolaplarda hiç bir şey kalmamalı. Bulmamız gereken..."

    Gaby, söylenir gibi adamın sözünü kesti. "Bulmamız gereken nedir? Onu bize söyler misin?"

    "Siz hele dolapları bir boşaltın da..." Gaby, "Ne arayacağız?" diye ısrar etti. "Bulmamız gereken şey büyük mü küçük mü? Ne tür bir şey."

    Sinet, mırıldandı. "Bu duruma bağlı." Aslında bu karşılıktan bir şey anlamadı çocuklar. Adam, devam etti. "Yalnız bulacağımız şey bu kâğıt içindeki karma karışık yerde hemen dikkati çekecek türden. Haydi aramaya başlayın bakalım!"

    Çete, neyi arayacağını bilmemekle birlikte hevesle işe koyularak çalışmaya başladı.

    Sinet de boş durmadı. Diğer köşedeki maskeleri, kâğıtları bir yana iterken Marion'un küçük çocukların görmesini yasakladığı ufak odayı buldu. Burası daha çok bir bölmeyi andırıyordu ve depo tarafının ışığı buraya erişemediği îçin de küçük oda iyice karanlıktı. Adam el fenerini yakarak içeriye girdi. Bir adım daha atınca ayağının yumuşak ve yaylı gibi olan bir şeye girdiğini hissetti. Neredeyse yere kapaklanıyordu. Telaşla bir dolaba tutunarak doğruldu. O anda elindeki elektrik fenerinin ışığı yere vurdu.

    Müfettiş Sinet, "Vay!" diye bağırdı.

    Onun haykırması üzerine Müfettiş Lamy, iki polis ve bütün çocuklar koşarak geldiler. Hepsi de müfettişi görünce" hayretle kalakaldılar. Adam, odanın ortasında ağzını şaşkınlıkla açıp durmuştu. Kollarını havaya kaldırmış, ayak bileklerine kadar kâğıt paralara batmıştı. Işıkta kâğıt paralar hafif hafif parlıyordu.

    Yanındaki dolabın kapağı açılmıştı. Oradan düşen kağıt paralar ayaklarının dibinde küçük yığınlar oluşturuyordu. Bu paralar dolapta bir çuvaldan dökülmekteydi. Büyük çuval da yine dolapta başka çuvalların üstündeydi. Sonunda bu çuval boşaldı ve yere düşerek hafif bir ses çıkardı.

    Lamy, heyecanla hemen diğer çuvalları saydı. Sonra mırıldandı. "Tam onbir tane."

    İki polis birbirlerine bakarak öyle kaldılar. Sonra Müfettiş Sinet, kendisini toplayarak büyük bir mutlulukla konuştu. "Paris - Ventimiglia Ekspresinden çalınan yüz milyon Frank bu. Evet öyle."

    Birden dönünce kapının önünde durmuş hayretle kendisine bakmakta olan çocukları gördü.

    Gaby'e, "Buraya gel!" diye emretti.

    Çocuk, telaşla müfettişe yaklaştı. Altı iri çivili botlarıyla bastığı yığınla paraya aldırış ettiği bile yoktu.

    Müfettiş onu omuzlarından tutarak sarstı. Birden öfkelenmişti. Olanca sesiyle bağırmaya başladı. "Demek son dört günden beri bu fabrikada dolaşıp oynuyorsunuz. İçinizden hiç biri bu küçük odaya girmeyi akıl edemedi mi? Bu kâğıt paralan daha önce" görmediniz, mi? Bunları fark etmediniz mi?"

    Gaby, adamın sert haline aldırış etmeyerek, sakin sakin, "O paraları gördük tabii," diye cevap verdi. "Ne olacak yani? Paraların orada olduğunu biliyorduk."

    Müfettiş daha da telaşlandı "Nee? Demek paraları gördünüz? Demek bunların burada durduğunu biliyordunuz? Bunları bana haber vermek aklınızdan bile geçmedi değil mi?"

    Gaby, şaşırarak yardım ister gibi arkadaşlarına baktı. Söyleyecek bir şey bulamamıştı.

    O zaman Marion, ortaya çıktı. "Fakat Müfettiş Sinet, burada çok fazla para vardı!"

    "Ne demek istiyorsun?"

    "Bu kadar fazla parayı görünce fabrikadaki her şey gibi bunların da sadece kâğıt olduğunu düşündük."

    Bu sözlerdeki gerçek Müfettişin kendisini toplayıp sakinleşmesine yetti. Kıza hak vererek Gaby'nin kolunu bıraktı. Ne diyeceğini bilemediği için şaşkın şaşkın etrafına bakındı.

    Lamy, atıldı. "Sinet, paraları bulduk. Şimdi bunları ne yapacağız? Yani ne yapalım?"

    Sinet, hemen kendisini toplayarak, "Adamlarımızdan üçünü al," dedi. "Ağızları mühürü, dolu olan çuvalları kamyona taşımana yardım etsinler. Çocuklar da yere dökülen paraları toplayarak diğer iki çuvala dolduracaklar. Ben de burada kalarak onlara göz kulak olacağım. Paralann hepsi toplanana kadar bekliyeceğim."

    Çetenin en büyük üyesinden en küçüğüne kadar hepsi hemen çalışmaya başladılar. Hiç birinin sesi çıkmıyordu. Sadece Gaby, müthiş öfkelenmişti. Paraları avuçlayarak torbalara sokuyor ve yumruklarıyla itiyordu.

    Tüm paralar toplandıktan sonra Sinet çocuklarla birlikte küçük odadan çıktı. Son çuvalı taşıyordu Müfettiş.

    Lamy'e bakarak memnun memnun, "Bu iş tamam," dedi. "Fakat yarın sabah tekrar buraya gelip etrafa bir göz atmalıyız. Bütün paraları topladığımızdan emin olmalıyız." Bir an durdu. "Şimdi gidip o serserilerin icabına bakalım."

    Eliyle atölyenin bir köşesine büzülmüş olan beş haydudu işaret etti. Kelepçelenmiş olan adamların yanında komiser yardımcısıyla polisler vardı. Onların kaçmamasını sağlıyordu polisler.

    Müfettiş, "Onları kamyona götürün," diye emretti.

    Bunun üzerine komiser yardımcısı Tassart önden yürüdü. Müfettiş Sinet'le Müfettiş Lamy'de önlerinden geçen suçlulara teker teker bakma olanağını buldular.

    Sinet, önünden geçen Pepe ve Çirkin'e bakarak hayretle, "Tilkiyle buldog," diye mırıldandı. "Marion Fabert haklıymış. Onlar gerçekten de tilkiyle buldoğa benziyorlar. Ayrıca Çirkin'in hiç de güzel bir yaratık olmadığını da söylemeliyim."

    Gaby ve çetesi öbür yana çekilmiş haydutları seyrediyorlardı. Çirkin gitmeyi istemez gibiydi ve polislerden biri onu hafifçe itti. Ama adam yine de durarak omzunun üstünden çocuklara küfretti.

    O anda başını öne doğru eğen Fernand, saldırdı ve Çirkin'i birden yere devirdi. Yumruklarını adamın yüzüne indirerek olanca sesiyle bağırmaya başladı.

    "At nerede? At nerede. At nerede?"

    Çirkin'i çocuğun elinden almak çok zor oldu. Sinet ve diğerleri bütün güçlerini kullanarak Fernand'ı tutup çektiler. Fakat Fernand susmadı hâlâ titreyen bir sesle haykırıyordu, "At nerede? Atımızı ne yaptın... Atımızı ne yaptın?"

    Bu yüzden müfettişin birden rengi soldu. Bu ani öfke onu çok duygulandırmıştı. Soruşturmaları sırasında olayın bu yönünü ihmal ettiği için pişmanlık duyuyordu.

    Çocuğu kolundan tutarak yumuşak bir sesle, "Bu kadar heyecanlanmamalısın. Nasıl olsa atını bulacağız," diye mırıldandı.

    Fernand, "Bunu daha önce de söylediniz," diye hıçkırdı. "Ama biz hâlâ bekliyoruz, Atımız geri gelmedi. Oysa o at olmasaydı biz bu gece buraya gelmezdik. Hırsızlar da bizi izlemezdi ve siz de hala, milyonları aramaya devam ederdiniz!"

    Sinet, şaşırdı. "Ne demek istediğini anlayamadım."

    "Bunda anlaşılmayacak bir yön yok."

    "Ne demek istiyorsun?"

    Fernand, "Anahtar atın içindeydi," diye açıkladı. "Yani fabrikanın anahtarı. O haydutlar da bunu biliyorlardı işte. Bu yüzden atımızı çaldılar. Anahtarı ele geçirmek istediler. Fakat onlar bir şey bulamadılar."

    Sinet, şaşkınlıkla "Öyle mi?" dedi.

    Fernand, "öyle," diye tekrarladı.

    "Peki bu nasıl oldu?"

    Fernand, "Atın altındaki demir parçalanmıştı," diye, anlattı. "Babam, yeni bir demir taktırmak için atı arkadaşına götürecekti. Bu yüzden babamla bir kaç gün önce atın içini boşalttık. Babam, atın içinden çıkan şeyleri attı. Sadece bir kapı tokmağını ayırdı. Anahtarı da dalgınlıkla diğer anahtarlarımızın yanına astı. O zaman durumu fark etmedim. Fakat bir kaç gün sonra çete toplandığında bu olayı konuştuk. O zaman bu anahtarın bir kapıyı açacağı kanısına vardım."

    Sinet, başını salladı. Durumu anlamaya başlamıştı. "Anlattıkların çok ilginç Yalnız ortada bir sorun vardı değil mi? Bu anahtarın hangi kapıya uyduğunu bulmanız gerekirdi." Fernand, "Bundan daha kolay bir şey olamazdı," diye devam etti. "Anahtara küçük tahta bir yuvarlak takılmıştı. Bunun üstünde de fabrikanın adresi vardı."

    Sinet, "Harika!" diye bağırdı. "Harika!" Bir kaç saniye içinde bütün işi iyice anlamıştı. "Yalnız merak ettiğim bir şey var. O anahtar senin atın içine nasıl girdi?"

    Fernand, burnunu çekti. "Orasını hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz sanırım." Biran durup adama baktı. "Fakat belki bu konuda sizin bir fikriniz vardır."

    Sinet, alnına düşen saçları arkaya iterek bir an düşündükten sonra çocuğa baktı. O atı sadece bir kez görmüştü. Evet o bitkin atı gördüğünde... Ama artık kafası pek çalışmıyordu. Bir hayli yorulmuştu doğrusu. O anda bir şeyi halledecek hali yoktu. Sonra, çocuklara baktı. "Sizleri karakola götüreceğim. Fakat orada uzun kalmayacaksınız. Her şeyi Mösyö Blanchon'a anlatmanızı istiyorum. Ondan sonra hepiniz evinize dönebilirsiniz."

    Gaby, birden çete reisi olduğunu anımsayarak sert bir tavırla konuştu. "Bizi sorguya çekip zorla ağzımızdan laf almaya kalkmayacaklarını umarım. Biz kimseye zarar vermedik. Burada biraz eğlendik. Yani kendimizce bir şeyler yaparak vakit geçirdik!"

    Müfettiş Sinet, "Kimsenin sizlere ilişmeyeceğine güvenebilirsin," diye onu yatıştırdı.

    O sırada Marion, atıldı. "Ya köpeklerim?... Köpeklerim ne olacak? Onları da beraber getirmemi ister misiniz?"

    Müfetiş Sinet, dikkatle küçük kıza baktı. O çok acayip bir kızdı doğrusu. Daha onikisine gelmemişti. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. Bununla birlikte insan ona bakınca, yaşından umulmayacak bir olgunluğa erişmiş olduğunu anlıyordu. Marion ilginç bir yaratıktı. İnsanın öyle bir dostu olması iyiydi. Yumuşak bir sesle, "Köpeklerini eve gönder, Marion," diye mırıldandı. "Sen onları iyi anlıyorsun sanırım."

    Marion, güldü. "Sadece Fifi'yi alakoyacağım. O iri olmadığı için fazla yer tutmaz."

    "İyi. Öyleyse Fifi'yi getir."

    Fabrikadan en son çıkan Marion oldu. Kız, kendisine sokulmaya çalışan, deli gibi zıplayan, ulayan köpekleri okşayarak yatıştırdı. Sessiz sedasız onları geçide soktu. Etrafı telle çevrili yere gelince kız durdu.

    Ellerini çırparak, "Git!" diye bağırdı. "Git! Haydi dağılın bakalım."

    Polisler, kocaman sürünün sessiz sedasız oradan ayrılarak karanlıklarda kaybolmasını inanamayan gözlerle seyrettiler.



Altıncı Adamt
8

    Tren soygunu çok önemli bir olaydı. Bu yüzden gazeteciler Louvigny'e akın ettiler. Yüz milyon Franklık soygun ülkede büyük bir heyecan yaratmıştı. Hangi gazeteyi elinize alırsanız alın bunun baş sayfasında LOUVİGNY adını görüyordunuz.

    Gaby, arkadaşlarına, "Bu işten kaçmaya imkân olmadığı anlaşılıyor," diye dert yandı.

    Diğerleri de başlarını sallayarak bunu kabul ettiler.

    Gaby, "Yüz milyon Frank!" diye devanı etti. "Düşünün bir kez! Bu çok fazla para! insanları etkileyen de bu zaten. Pek çok kimse yüz milyon Frangın ne kadar büyük bir yığın olduğunu görebilmek için türlü şey yapabilir doğrusu. Topladığımız kâğıt paraların her biri onbin Franklıktı. Yani o çuvallarda tam onbin tane böyle onbin Frank vardı. Hem hepimiz bunları gördük. Yani yüz milyon Frangın ne kadar yer tuttuğunu biz biliyoruz. Ne olacak yani? Bunun öyle önemli bir yanı yoktu. Bu kadar merak edecek, heyecanlanacak bir şey değildi."

    Marion, mırıldandı. "Doğru."

    Gaby, "Oysa at," dedi. "At başkaydı. Onun bizler için gerçekten değeri vardı." Fernand, biraz da hüzünle başını salladı. "Öyle."

    Gaby, "Ama kimse o ata aldırmıyor," diye yakındı. "Başı veya kuyruğu olmayan o ata kimsenin önem verdiği yok! Yani böylece yine derdimize bir çare bulunamadı. Atımızı bulmadılar."

    Foto muhabirleri bıkıp usanmadan Petits Pauvres sokağında, Ponceau yolunda ve Vache Noir sokağında dolaşıyorlardı. Adamlar heyecan uyandıracak fotoğraflar peşindeydiler.

    Günde belki on, oniki kez kendine güvenen, ağzı kalabalık gazeteciler çocukların evlerine dalıyor ya da onları okuldan dönerken yakalayıp türlü sorular soruyorlardı. Çocuklardan bazı şeyler öğrenip ilginç haberler vereceklerini umuyorlardı.

    Bir gün France Midi gazetesinde bir grup Louvigny'e geldi. Oniki kişilik grupta iki de adliye muhabiri vardı. Onlar birşeyden kuşkulanmayan çocukların ağzından laf alıp olay yaratacak bir haber vermeye niyetliydiler. Böylece gazetenin tirajı bir kaç gün önceki gibi iyice yükselecekti. Fakat birşeyden haberi olmayan çocuklar yine de kendilerine bir tuzak hazırlandığını sezdiler.

    Adamlar özellikle dönüp dolaşıyor ve son soru üstünde duruyorlardı. Fakat çocuklar en tatsız sorulara bile karşılık verdiler. Üstelik gazetecilerin beklemediği saçma sapan laflar ettiler. Çetedekiler, gazetecilerin yalan gülüşlerine ve lyl kalpli kimselermiş gibi davranmaya çalışmalarına inanmamışlardı.

    Gazeteciler aldıkları cevaplardan şaşırarak ne yapmaları gerektiğini anlamak ister gibi birbirlerine baktılar.

    İçlerinden biri, "Durum apaçık ortada," dedi. "Bu çocuklar bize yardım etmek istemiyorlar!"

    Fakat Gaby, itiraz etti. "Yok, tam aksi... Size yardım etmeyi istiyoruz! Ama neden asıl konuya girmiyorsunuz? Neden başka sorularla vakit kaybediyorsunuz. Dilinizin ucunda bir soru olduğu belli. Neden bunu sormuyorsunuz?"

    Gazeteci, hemen dönerek aksi aksi onlara baktı. Çocukların en zayıf olanını yakalayıp konuşturmayı umuyordu.

    'Bonbon'a, "Sen kaç para aldın?" diye çıkıştı.

    Bonbon, ağzını açıp bir şey söylemedi. Gözlerini hiç kırpmadan adama bakarak ellerini ağır ağır ceplerine soktu. Sonra ellerini geri çekti, Cep astarlarını dışarıya çıkarmış parmaklarının arasında tutuyordu, Kaldırıma bir bilye, bir takma burun, kirli bir mendil düştü. Bir karamela, sol cep astarına yapışıp kalmıştı. Çocuğun ceplerinde başka bir şey yoktu. Bonbon, gazetecinin yüzüne bakıp büzdüğü dudaklarının arasından tuhaf ve terbiyesizce sayılacak bir ses çıkardı.

    "Ya sen?"

    Gazeteci bu sefer de Tatave'ye dönmüştü. Bu sefer de şişman çocuk ceplerini boşalttı. Yere ortası delik bir metelik, küçük bir kurşun kalem parçası ve boş bir çiklet kutusu düştü.

    Gazeteci, vaz geçmek niyetinde değildi. Bu sefer de gözlerini Zidore'a dikti. Zidore, kaşlarını çatarak ceplerinin astarlarını şiddetle çekti. Etrafa duman gibi kara bir toz yayıldı. Hepsi o kadar.

    Adam, "Bence şu uzun boylu bir şeyler almıştır," diye söylendi, "önce ona sormalıydım."

    Gaby de Bonbon gibi bu işin zevkini çıkarmaya kararlıydı. Ağır ağır cep astarlarını dışarıya çekerken bütün definesini küstahlıkla kaldırıma attı. Onun ceplerinden de on metre sicim, kulübe götürmek için almış olduğu üç patates ve patlamamış olan bir kâğıt bomba çıktı. Gaby'nin bir meteliği bile yoktu.

    Gazeteci çocuklann hırsız olduklarını düşünmüştü. Fakat artık duyduğu güveni yitirmeye başlamıştı. Bununla birlikte yine ısrar etti.

    Juan, cep astarlarını çıkarıp göstermekten hiç de utanmadı. Bunların ikisi de delikti. Hem deliklerden biri diğerinin iki misliydi.

    Sıra Marion'a gelmişti. Çetenin parası onda durur ve bunun harcamasına da yine kız bakardı. Bu yüzden de genellikle Marion'un cebinde bir, iki Frank bulunurdu. Fakat o gün Marion'da da metelik yoktu. Çünkü çetenin bütün parası Müfettiş Sinet'e armağan edilen purolara harcanmıştı. Marion, ceketinin ceplerini ağır ağır boşalttı. İki kesme şekerle bir parça bayat ekmek yere düştü. Onun yanında duran Fifi hemen şekerlerin üstüne atladı. Marion, şekerleri yiyen küçük sarı köpeğe bakarak gülümsedi.

    Fernand, o gün pazarlıklarını yani en iyi kılığını giymişti. Pantalon ceplerinin astarları da iyice kolalıydı. Bu beyaz astarlar dışarıya çıkınca iki yanda kulak gibi durdular.

    Berthe ve Melie"nin cepleri yoktu. Onun için kızlar gazeteciye gözlerini şaşılaştırıp bakarak dillerini çıkardılar.

    Sıranın en sonunda Çekirge Larique duruyordu. Çocuk, "Bir kaç milyonum var ve bu pek canımı sıkıyor." der gibi anlamlı bir tavırla gözlerini fıldır fıldır çevirdi, Onun da Berthe ve Melie gibi cepleri yoktu. Annesi pantalonlarının daha fazla dayanmasını sağlamak için cepleri dikip kapatıyordu.

    Bununla birlikte Çekirge Larique'in de suçsuzluğunu kanıtlamak için bir şey yapması gerekirdi. Çocuk iki eliyle kazağını tuttuğu gibi kaldırdı ve gazetecilere çıplak karnını gösterdi.

    Gaby de alaylı alaylı, "Buraya gelmişken neden resim çekmiyorsunuz?" diye sordu. "Arkadaşlarım hiç kımıldamadan bekleyecekler. Bir fotoğrafımızı alabilirsiniz!"

    Fakat gazeteciler buna cesaret edemediler.

    İçlerinden en yaşlısı, "Bizi yanlış anlamayın," diye mırıldandı. "Biz sadece görevimizi yapıyoruz."

    Gaby, başını salladı. "Biliyorum. Fakat boşuna bu kadar uğraşmanıza gerek yoktu. Son haberi duymadınız mı?"

    "Ne haberi?"

    "Yarım saat önceki haberi."

    "Hayır."

    "Yarım saat önce radyo söyledi. Bu harika doğrusu! Sorgu yargıcı banka görevlilerinden önce parayı saydırmış!"

    Gazeteci, "Ne olacak yani?" diye sordu. "Bunda bir olağanüstülük göremedim."

    Gaby, devam etti, "Üç ayrı grup veznedar sırayla parayı saymışlar. Yani para üç defa kontrol edilmiş. Üç grup da aynı sonucu varmışlar. Yüz milyon,"

    Gazeteciler, hayretle, "Ne?" diye bağırdılar. "Yüz milyon mu? Tam yüz milyon mu?"

    Gaby, gülümsedi. "Hayır. Tam yüz milyon değil. İşte işin en komik yanı da bu. Yüz milyon Frank ve bir metelik."

    Tatave, el çırparak sevinçle bağırdı. "Bunu ben yaptım. O meteliği çuvala ben attım. Sırf şaka olsun diye." Gülüşü mutluluğunu açıklıyordu. "Onlar da bunu saymışlar işte. O para benden bir armağandı. Onlara bir metelik armağan ettim."

    Çocuklar bir emir verilmiş gibi birden cep astarlarını yerlerine soktular. Sinirlenen gazeteciler de umutsuzluk ve öfkeyle hemen oradan ayrıldılar. Çocuklar o anda Perşembe günü Roublot'u pazardan nasıl kaçırdıklarını anımsadılar. Gazatecilerin gidişi de bu olaya benziyordu. Gaby'nin kâğıt bombası onların topukları dibinde patladı.

    Fernand, "Her halde bundan sonra rahat ederiz," diye içini çekti. "Artık bizimle uğraşmazlar."

    Gaby, başını salladı. "Öyle olacağını umarım."

    Diğerleri de bu kanıdaydı fakat ertesi gün Louvigny'e gelen gazetecilerin sayısı daha da fazlaydı. Bunlar da türlü sorular soruyorlardı. Neyse onlardan birinin aklına parlak bir fikir geldi.

    Adam, çocuklara, "Bize iyi bir fotoğraf gerekiyor," dedi. "O paslanmış eski lokomotifin önünde resminizi çekelim. Köpekler de etrafınızda olsun. Acaba bunu yapabilir misiniz? Yani köpekleri bir araya toplayabilir misiniz?"

    Günlerden beri böyle bir fırsat bekleyen Marion, atıldı. "Hem de nasıl!"

    Hevesli bir grup gazeteci ve foto muhabiri kırda toplandı. Marion, arkadaşlarına, "Siz Kara İneğin üstüne çıkın," diye fısıldadı. Bunun üzerine çocuklar lokomotife tırmanarak beklemeye başladılar.

    Marion, tiz bir ıslık çaldı.

    İki dakika sonra da Doğudan, Batıdan, Güneyden, Kuzeyden yani her yönden köpekler koşarak gelmeye başladılar. Çünkü henüz gündüzdü ve köpeklerin çoğu da hava almaya çıkmışlardı. Bu yüzden haydutların yakalandığı gecekinden daha da fazla köpek toplandı. Belki yüz hayvan Marion'un etrafını kuşattı.

    Gazeteciler hayretle karışık bir korkuyla bu hayvanlara bakıyorlardı. Durum onları endişelendirmişti. Kısa süre sonra da böyle düşünmekle yanılmadıklarını anladılar.

    Çünkü Marion, birden "Saldır!" diye bağırdı ve köpekler gazetecilere döndüler. Resim çekmek isteyen, her şeye burnunu sokan bu adamları kovalamaya başladı köpekler. Bazılarını da yakalayarak iyice tartakladılar. Böylece gazetecileri Ana Caddeye çıkarak olağanüstü bir şekilde uğurladılar.

    O günden sonra hiç bir gazeteci Louvigny Triage'a ayağını basmadı.





Başı Olan Bir At
9

    Çete, ancak Ocak ortasında tekrar kulüpte toplanabildi. Çünkü iki günden beri hava inanılmayacak kadar soğuktu. Çocuklar dışarıda dolaşamayacaklarını anlayarak eski kereste fabrikasındaki karanlık barakaya gittiler. Ateşi yakar yakmaz bu küçük yer şipşirin bir hal aldı. Bu arada çocuklar, kapı açılıp da uzun boylu, gölgeyi andıran biri içeriye girince yine de ürktüler. Barakada sadece ateşin çevresi aydınlıktı ve kapının orası karanlıkta kalıyordu.

    Neyse adam ateşe doğru yaklaştı da çocuklar rahat bir soluk alabildiler. Gelen Müfettiş Sinet'di. Aksi bir sesle, "Size bir haydut hikayesi anlatmaya geldim," diye söylendi. "Sonunda o adamlar her şeyi itiraf ettiler. Artık gerçeği olduğu gibi biliyoruz."

    Gaby, heyecanla, bağırdı. "Gerçekten mi? Demek sonunda yüz milyon Frangın Billette Fabrikasına nasıl geldiğini öğrendiniz? Ah bunu bize anlatın. Çok merak ediyoruz."

    Müfettiş Sinet, ateşte kaynamakta olan çikolataya bir göz attıktan sonra devam etti. "Evet, bunu öğrendik. Bu arada daha başka şeyler de anlaşıldı."

    Marion, ateşin başındaydı. Doğrularak arkadaşlarına baktı. "Müfettiş Sinet'e yer açmalıyız."

    Çocuklar, telaşla kalktılar. Sonunda küçük Bonbon severek yerini adama verip zayıf bir çocuk olan Çekirge Larique'in yanına ilişti.

    Sinet, memnun memnun çocukların arasına oturdu. Yağmurluğunun düğmelerini açıp ellerini ateşe doğru uzatarak adeta sevinçle içini çekti.

    Sonra etrafına bir göz attı. "Doğrusunu isterseniz burası hiç de fena bir yer değil."

    Marion, ona bakarak tatlı tatlı gülümsedi. "Biz de sütlü çikolata pişiriyorduk. Bu soğuk havada çok iyi olur. Acaba bir fincan içer miydiniz?"

    Sinet, "Buna 'Hayır' diyemem," diye karşılık verdi. "Hava inanılmayacak kadar soğuk. Böyle soğukta insan bir sokak köpeğini bile evinden kovup atamaz."

    Sinet, kendisine yerilen maşrapayı hevesle aldı ve uzun burnunu adeta bunun içine sokarak bir yudum çikolata içti. Sonra ağzını şaplatarak, "Macherel'in pastahanesinde bile bu kadar lezzetli çikolata yapamıyorlar," diye gülümsedi.

    Marion, ona baktı. "Tencerede türlü şey olduğunu itiraf etmeliyim. Cins, cins çikolata, nuga, süt. Onun için çikolatanın dibinde kalan tortu daha da lezzetli. Buna ilâve olan duman da hiç fena tat vermemiş doğrusu."

    Sinet, içkisini ağır ağır yudumluyordu, Bu çocuklar unun arkadaşlarıydı ve kendisine bakıyor, haydut hikâyesini anlatmasını bekliyorlardı.

    Müfettiş, sonunda, "Bu işi altı kişi planlamış," diye anlatmaya başladı. "Altısı bir araya gelmişler. Onlardan cesur olan dördü soygunu yapacakmış. Geriye kalan ikisi de paraları alıp saklayacaklarmış. Bu tür büyük soygunlar bir, iki günde planlanamaz tabii. Adamlar bu işe aylarını vermişler. Soygunu yapacak olan dördü, tam dört ay Paris'le Ventimiglia arasında trenle gidip gelmişler. Hem sabah trenine, öğle trenine ve gece trenine de binmişler. Bu sırada da dikkat çekmeden nasıl posta vagonuna gireceklerini saptamaya çalışıyorlarmış."

    Adam, çikolatadan bir yudum alarak devam etti. "Sonunda bunu ayarlamışlar. Ancak bununla da her iş bitmemiş tabii. Asıl önemli olan nasıl kaçacaklanymış... Aslında en önemli nokta bu çocuklar. Bildiğiniz gibi yüz milyon Franklık kâğıt parayı cüzdanınıza sığdıramazsınız. Siz o paraları gördünüz. Neyse sonunda haydutlar parayı Paris'e varmadan bir yerde trenden çıkarmanın uygun olacağı kanısına varmışlar. Böylece Paris'e varınca onlar da diğer yolcularla birlikte trenden inip dikkati çekmeden kaçmayı düşünmüşler.

    "Fakat soyguncular para dolu çuvalları hızla giden bir ekspresten aşağıya, atmanın da tehlikeli olacağını biliyorlarmış. İşte o sırada işe Mallart karışmış. Mallart, burada doğmuş. Delikanlılık çağına girene kadar da Louvigny'de oturmuş. Onun için de kendisi trenlerin sadece Louvigny Triage'a geldiklerinde dönemeçten geçerken yavaşladıklarını biliyormuş. Yine o trenin yanından geçtiği setin ıssız Ponceau Yoluna baktığını da diğerlerine anlatmış. Böylece son plân yapılmış."

    Çocuklar, büyülenmiş gibi gözlerini adama dikmiş dinliyorlardı. "Şimdi planın ana hatlarını açıklayayım," dedi. "Bir : Haydutlar posta vagonuna tren Dijon'dan ayrıldıktan sonra gireceklerdi. Bu Paris'den önceki son istasyondu. Posta vagonundaki nöbetçileri, hemen klorformla uyutacaklardı, Adamların böyle bayıltılmalarını mösyö Schiapa düşünmüş. Kendisi hem çetenin elebaşısı hem de bu tür işlerde usta biri.

    "İki: Posta vagonundan alacakları para dolu çuvalları Louvigny Triage'da atacaklardı. Mallart, bunları alacak ve sonra bu amaçla kiralamış olduğu Faubourg Bacchus'daki eve gizleyecekti.

    "Üç : Roublot, o sabah şafak sökerken kamyonuyla Mallart'ın kiraladığı eve gidecekti. Para çuvallarını kamyonuna yükleyecek ve Mallart'ı da alarak oradan uzaklaşacaktı. İki adam kamyonla Paris'e gidecekler ve Pierrefitte semtindeki bir evde diğer dört soyguncuyla buluşacaklardı. Randevu verdikleri yer ıssızdı ve onun için de kimse onları fark etmeyecekti. Soyguncular bu evde toplaşıp paraları bölüşeceklerdi. Ondan sonra da hepsi ayrılacak ve başka yerlere kaçacaklardı."

    Müfettiş Sinet, bir soluk alarak devam etti. "Neyse, bundan dört hafta önce çete toplandı. Adamlar reisleri Schiapa'dan haber bekliyorlardı. O ekspresle gönderilecek parayla ilgili çok yararlı bilgiler edinmişti. İşte 18 Aralık Çarşamba günü Mallart'a kararlaştırılan telgraf geldi. 'Mimosa bu gün 164'le yola çıktı. Stop. Bunun alınmasını ve hemen dağıtılmasını sağla. İmza Çiçekçiler Derneği. Nis.'

    Fernand,"Demek şifreli bir telgraf çekmişler," dedi.

    Müfettiş Sinet, başını salladı. "Evet, çete reisi daha önce böyle bir telgraf çekeceğini Mallart ve Roublot'a söylemiş. Telgraftaki mimoza çiçek değil çuvallardaki paralar tabii. Çete reisi bunun 164 numaralı ekspresle 18 Aralıkta yola çıktığını haber vermiş. Nis kentinden pek çok yere çiçek yollanır. Onun için bu tür bir telgraf da dikkati çekmez. Mallart, iki haftadan beri Louvigny'de oturuyor ve her gün istasyona gidip trenleri gözlüyormuş. Bu arada 164 numaralı ekspresin Louvigny'e gece yarısına çeyrek kala geldiğini de görmüş. Tren bazan bir iki dakika daha erken veya daha geç de gelebiliyormuş. Ama Mallart saati iyi öğrenmiş. Yani her şey yolundaymış."

    Müfettiş, çikolatasını içerek sözlerine devam etti. "Şimdi olaya gelelim. Soyguncular başarıya erişeceklerine inanıyorlardı. Fakat daha başlangıçta türlü zorluklarla karşılaştılar. Örneğin Mallart 'mimoza'yı teslim alacağı yolun sonuna bir tel çekilmiş olduğunu görünce bir hayli sinirlendi. Tel yüzünden kamyonu küçük tünelin tam önünde bırakması gerekecekti. Oysa gece nöbetinden ayrılan demiryolcular o tünelden geçerek evlerine dönüyorlardı. Bu durumda Mallart'ı görebilirlerdi. Bunlar yetmiyormuş gibi Mallart'ın her çuvalı alıp teker teker kamyona götürmesi de gerekiyordu. Mallart hem ihtiyatlı hem de korkak bir adamdı ve teli görür görmez kendi kendine, 'Bu iş zaman alacak,' dedi. 'Onun için iki kişi olursak işi daha kısa süre içinde bitiririz ve dikkati çekme tehlikesi de azalır. Mallart, gidip kendisine yardım etmesi için o düzenbazı aradı. Fakat nereye gittiyse Roublot'u bulamadı. Zaman geçiyor ve Mallart gitgide telaşlanıyordu. Roublot'u bulabilseydi belki para çuvallarını kamyonla götürmek için daha kolay bir yöntem düşünebilirlerdi. Ama bunu başaramayan adam sonunda tehlikeden sıyrılmak için para çuvallarını o civardaki yıkılma tehlikesi olduğu için boş bırakılan fabrikalardan birine saklamayı düşündü. Sonunda en ıssız yerde olduğu için Billete Fabrikasını seçti. Bunun anahtarını alarak gizlice fabrikaya girdi. Atölyelere baktı. Her tarafı iyice dolaştı. Sonra sevinçle ellerini ovuşturdu. Burası paraları gizlemek için en iyi yerdi. Hem burasını uzun süre de kullanabilirlerdi. Yani başlarına bir şey gelecek olursa paralar bu ıssız fabrikada güvende kalırdı."

    Büyülenmiş gibi olan Gaby, "Çok haklısınız," diye mırıldandı. "Biz de öyle düşünüyoruz."

    Sinet, "Gece yarısına onbeş dakika kala," diye sözlerine devam etti. "Paris - Ventimiglia Ekspresi Louvigny'e yaklaştı. Triage'daki dönemece gelince tren yavaşladı. Mallart, orada karanlıkta yerini almış bekliyordu. Gözleriyle etrafı araştırırken hâlâ bu plânın başarıya erişebileceğine inanamıyordu. Kendi kendine, 'Bizimkiler bu işi başaramayacaklar,' diyordu. Posta vagonuna girip nöbetçileri etkisiz hale getirmek kolay değil.' Adamın fazla beklemesine gerek kalmadı. Birden setten aşağıya arka arkaya oniki tane gri renkli küçük çuval atıldı. Bu çuvallar çamurlu yolda Mallart'ın ayakları dibine düştüler.

    "Mallart, gözlerine inanamadı. Arkadaşları soygunu başarmıştı! Adam, kendisini toplayarak doğrulup ayağa kalktı ve çuvallardan birini kaptı. Doğru Billette Fabrikasına gitti. Daha önceden oradaki vestiyeri gözüne kestirmişti. Beş dakika içinde bütün çuvalları götürüp o küçük odadaki dolaba sakladı. Bildiğiniz gibi biz de daha sonra paraları o odada bulduk. Mallart, işini bitirdikten sonra Faubourg Bacchus'daki küçük eve döndü. Orada planlandığı gibi Roublot'u beklemeye başladı. Eğer Roublot erken gelecek olursa hava aydınlanmadan para çuvallarını kamyona yükleyip oradan ayrılmak için zamanları olacaktı. Fakat gece geçti. Hava ışıdı ama Roublot gözükmedi. Sabah altıda Raublot ortada yoktu. O düzenbaz Faubourg Bacchus'daki eve hiç gelmedi."

    Gaby, dayanamayarak atıldı. "Neden? Neden Roublot plâna uymadı. Neden kendisine söylenenleri yapmadı?"

    Müfettiş, hafifçe gülümsedi. "Mallart gibi Roublot da talihsizlikle karşılaşmıştı. Bir gece önce evine dönen adam polisin bırakmış olduğu belgeyi bulmuştu. Roublot'un hemen karakola gelmesi isteniyordu. Bildiğiniz gibi Roublot, çok korkak bir adamdı. Kâğıdı okuyunca korkusundan bayılacak gibi oldu. Büyük korkak yapılan plânın ortaya çıkarıldığını sandı. 'Hemen kendimi kurtarmalıyım," diye düşündü. Oysa Roublot, çok büyük bir yanlışlık yapmıştı. Polis, sadece işportacılık iznini yenilemesi için onu karakola çağırmıştı. Bunu Roublot, ancak ertesi gün anlayabildi. Ertesi gün bir şey yokmuş gibi Paris'den dönen adam karakola baş vurdu. Gerçeği anlayınca da rahat bir soluk aldı. Ondan sonra da Louvigny'e gitti. Mallart'ın Faubourg Bacchus'da kiralamış olduğu eve uğradı. Fakat evde hiç kimse yoktu. Anlayacağınız, Mallart iyice endişelendiği için evden ayrılmış ve Louvigny'de Roublot'u aramaya başlamıştı. Fakat suç ortağının bu durumdan haberi yoktu. Roublot, sonunda Perşembe pazarına giderek işportasını kurmaya karar verdi. Böylece gelip geçene de rahat rahat bakabilecekti. Mallart o dolaylarda bir yerdeyse onu da görebilecekti.

    "O gün öğleden sonra dörde doğru Cafe Parisien'in garsonlarından biri Roublot'a gelerek, 'Seni telefondan istiyorlar,' dedi. Serseri hemen kahveye koştu. Arayan Mallart'dı. O da Petits Louvigny'deki bir bardan arıyordu. Mallart, suç ortağına epey kızmıştı. Kendisini öyle ortada bıraktığı için bir hayli söylendi. Ondan sonra da önemli haberi verdi. 'Mimoza geldi. Fakat programda küçük bir değişiklik yapmam gerekti.' Roublot, telaşlanarak, 'Ne oldu?' diye sordu. 'Yoksa mala bir şey mi oldu?' Mallart, güldü. 'Hayır, hayır. Sadece şu bildiğin yola bir tel germişlerdi. Onun için kamyonla oraya giremedim. Malda evde değil. " Bunu setin yakınındaki yapılardan birine sakladım.' Roublot, ona paraların nerde olduğunu sordu. Fakat genç sabıkalı, 'Telefonda sana adresi vermemin bir anlamı yok,' dedi. 'En iyisi beni bekle. Birlikte oraya gideriz. İstasyonun orada ol. Onbeş dakika sonra oraya geleceğim. Görüşürüz.'"

    Fernand, dayanamayarak, "O sırada biz de pazara geldik," diye atıldı. "Roublot'nun işportasına yaklaştık. O düzenbaz orada bütün kıyma makinalarını satmak istermiş gibi canla başla çalışıyordu. Demek aslında Mallart'ı beklermiş."

    Müfettiş Sinet, bir kahkaha attı "Öyle. Fakat Roublot'un bir şeyden haberi yoktu. Mallart'ı ben de bekliyordum. Emniyet Amiri Blanchon, beni çağırarak Mallart'ın gündüz vakti Büyük Caddede görüldüğünü söyledi. Elimizde onu tutuklama emri vardı. İki ay önce işlediği suç dolayısıyla onu yakalayacaktık. İşte bu yüzden Mallart'ı bulmak umuduyla ben de karakoldan ayrıldım."

    Marion, "O anda Roublot, suç ortağı Mallart'ın Pohceau Yolundan geldiğini gördü sanırım," diye mırıldandı. "Ondan hemen sonra da sizin oradan geçtiğinizi gördü. Cafe Parisien'in ışıkları bulunduğunuz yeri aydınlatıyordu. Onun bir yere baktığını fark ettik biz. Sonra size baktığını gördük. Ne kadar korkmuştu bir bilseniz! Alnı ter içinde kalmıştı ve rengi solmuştu."

    Sinet, başını salladı. "Doğru. Mallart denilen adam henüz yirmi iki yaşında. Hem çok da hızlı koşuyor. Daha önce de söyledim ya. İnanılmayacak kadar hızlı gidiyordu. Onu asla yakalayamazdım ama neyse talihim varmış. Sizin at yolun köşesinde bekliyordu ve Mallart'a iyi bir çelme taktı."

    Zidore, bilgiç bir tavırla konuştu. "O at öyle itilip kakılmayı sevmez."

    Artık açıklanması gereken sadece bir tek nokta kalmıştı.

    Sinet, "Geçen gün düşündüğümüz doğruymuş," diye devam etti. "Roublot, arkamızdan Petits Pauvres sokağının köşesine gelmiş. Onu sorguya çekerken, 'Mallart'ın Müfettiş Sinet'le yerde boğuştuğunu gördüm,' dedi. 'Bir ara Mallart, sağ elini atın boynundan içeriye soktu. Kolu dirseğine kadar atın içine girdi. O zaman onun para çuvallarını gizlediği yerin anahtarını atın içine sakladığını anladım.' İşte o andan itibaren atınız o haydutlar için büyük değer kazandı. At onlar için yüz milyon Frank demekti. Doğru adresi bilen tek yaratık o attı. Mallart'ı biz yakalamıştık. Suç ortaklarıyla haberleşmesine ve onlara paranın yerini söylemesine olasılık yoktu."

    Bu sözlerden pek sevinen çocuklar oturdukları yerde zıplanıaya başladılar.

    "Roublot, orada durarak Mallart'la boğuşmamı seyretti, Adama kelepçe taktığımı da gördü. Sonra Komiser yardımcısı Tassart'la iki adamının yaklaştığını fark ederek oradan uzaklaşmasının iyi olacağını anladı. Roublot aptal değildi. Biraz uzaklaşarak bizim oradan ayrılmamızı beklemeye başladı. Ondan sonra yaklaşacak ve atın içinden anahtarı alacaktı. Fakat biz köşeyi döndüğümüz sırada ikiniz Pazar yerinden çıkıp alanı geçerek eve geldiniz."

    Gaby, "Marion'la Fernand," diye güldü:, "Onlar Roublot'un ata el sürmesine izin vermediler."

    Marion, arkadaşının sözünü kesti. "Bununla birlikte siz altıncı adamı tutuklamasaydınız o haydutlar parayı alarak ortalıktan kaybolacaklardı. Kimse de bizim atla u£raşmayacaktı."

    Çocuklar, bir ağızdan başarının Müfettiş Sinet'e ait olduğunu söylediler.

    Gaby de hayran hayran ilâve etti. "Evet, doğru. Her şeyi siz yaptınız. Haydutlar sizin sayenizde yakalandı. Böylece para da,bulundu."

    Böyle övülmekten utanan adam başını önüne eğdi. "Yok, yok işi bu kadar büyütmeyin. Hikâyenin kalan kısmını benim kadar siz de biliyorsunuz, çocuklar. Siz de bu olaylara karıştınız."

    Fernand, "Diğerleri durumu nereden öğrendiler?" diye sordu. "Yani asıl soygunu yapan dört kişi?"

    "Roublot, Paris'e giderek suç ortaklarını buldu. Onlara durumu anlattı. 'Mallart, para dolu çuvalları çökme tehlikesi olduğu için terk edilen yapılardan birine gizlemiş,' dedi. 'Setin yakındaki yerlerden birinde para. Mallart'ı polis yakaladı. Fakat o parayı gizlediği yerin anahtarını da başsız bir atın boynundan içeriye attı.' Bunun üzerine dört soyguncu hemen Louvigny'e geldiler, Roublot'la otururken siz de gördünüz. Artık hepsi de aradıklarını her gün belirli saatte Petits Pauvres yokuşundun agağıya inen başsız bir atta olduğunu biliyorlardı. Tek kanıt bu atın içindeydi. Ancak onu ele geçirince anahtarın hangi kapıyı açtığını öğrenecek yani paraların gizlendiği yeri bulabileceklerdi. Dört soyguncu da işlerini bilen, zeki ve insafsız adamlardı fakat bu işi başaramadılar. Çünkü sizinle başa çıkamadılar."

    Gaby, "Bunları da itiraf ettiler mi?" diye sordu.

    Sinet, dudak büktü. "Her şeyi açıkladıklarını sanmam. Tren soygununu nasıl yaptıklarını en küçük ayrıntısına kadar anlattılar... O adamlar bir bakıma bu soygunla övünüyorlar. Fakat atın sözünü bile etmiyorlar."

    Fernand, üzgün üzgün içini çekti, "öyleyse ata ne yaptıklarını da anlatmadılar."

    Müfettiş Sinet, bir an durup purosunu yaktı ve "Ne yazık ki hayır," diye mırıldandı. "Ata ne olduğunu bilemiyoruz. Bana kalırsa onlar atı bir yere gömdüler. Tıpkı bir ceset gibi atınızı gömdüler. Böylece sizden intikam aldılar. Çünkü onlar yolda ata ilk rastladıkları andan itibaren talihleri tersine döndü. Bütün işleri alt üst oldu. O at yüzünden yakalandılar."

    Berthe Gedeon, diğerlerinin çok üzüldüğünü görerek neşelendirmeyi düşündü ve, "Hah!" diye bağırdı. "Ne olursa olsun. Biz yine de ödülü alacağız!"

    Çocuklar biraz umutlanarak Müfettişe döndüler. Alevlerin ışığında yüzleri pırıl pırıl parlıyordu.

    Adam, onlara bakarken içinde bir acı duydu. Güçlükle konuşabildi. "Sizin yerinizde olsaydım o ödüle pek bel bağlamazdım, çocuklar." Sonra içini çekti. "Eğer bu işle sadece bankanın ilgisi olsaydı bir hatta iki milyon Frangı gözden çıkarır ve paranın bulunmasına yardım edenlere dağıtırlardı. Fakat banka para kaybolduğunda ödül vereceğini ilân etmedi. Aynca bu işle bankadan başka altı kişinin ilgisi var. Duyduğuma göre bankayla o altı kişi bu konuda anlaşamamışlar. Ben büyük iş dünyasında neler döndüğünü bilirim. Bu tür işlere hemen avukatlar da karışır. Onlar işleri uzattıkça uzatırlar. Sonunda elinize hiç bir şey geçmediği gibi boşuna uğraşmakla kalırsınız. Evet, çocuklar bana sorarsanız bu ödülü unutmanız daha doğru olur."

    Adamcağız, çocukların çok üzüleceklerini sanıyordu. Fakat hiç de öyle olmadı.

    Gaby, "Paraları onların olsun," diye kestirip attı.

    Zidore de büyük bıçağı alarak külleri eşeledi. İyice pişmiş olan patatesleri teker teker çıkardı. Hepsinin küllerini silkerek tepsi olarak kullanılan demir bir levhanın üstüne dizdi. Almayı umdukları bir milyon Frank, banka kasalarında tozlanıp kalabilirdi. Bu çocukların umurunda bile değildi.

***


    Ondan sonra çocuklar için en zevkli yarım gün tatili geldi.

    Mösyö Douin, o hafta La Triage de gece vardiyasında kalmıştı. Adamcağız sabahları altıda eve dönüyor ve yatıp ona kadar uyuyordu. Sonra yemek vaktine kadar evde ufak tefek şeyler yaparak oyalanıyor, eşiyle oğlunun eve dönmelerini bekliyordu. Yalnız her akşam üstü eve gelen Fernand, pek sessiz sedasızdı artık.

    O sabah Mösyö Douin, kapıya sert sert vurulmasıyla irkilerek uyandı. Telâşla pijamasını çıkarıp bir pantalon giydi. Sırtına gömleğini geçirerek gelen kimseye kapıyı açmak için aşağıya koştu.

    Mösyö Douin, kapıyı açınca az kalsın bayılıyordu. Çünkü oyuncak at üç tekerleğinin üstünde sanki canlıymıs gibi bahçenin ortasında duruyordu.

    Mösyö Douin, kendi kendine, "Her halde düş görüyorum," diyerek gözlerinl ovuşturdu, Sonra gözlerini bir kaç defa açıp kapattı. Tekrar bahçeyw baktı. Hayır, at bir duman içine girip kaybolmamıştı. Hâla orda duruyordu. Mösyö Douin, düş görmediğine inandı.

    Sonra yan taraftan biri, "Atı görünce iyice sersemledin değil mi?" diye güldü.

    Mösyö Douin, başını çevirince duvarın yanından uzanan uzun kanşık sakalı gördü. Bu sakalın sahibini tanıyordu. Eskici ihtiyar Blache'ydi gelen.

    Eskici kahkahalarla gülerek ortaya çıktı, İçine türlü eski eşyalar, paçavralar doldurmuş olduğu el arabasını arkasından sürüklüyordu.

    Mösyö Douin, içini çekti. "Bunu hiç ummuyordum. O atı tekrar göreceğimi hiç sanmıyordum." Şaşkın şaşkın ensesini kaşıdı. "Bu atı nerede buldun?"

    İhtiyar Blache, "Çok uzaklarda," diye cevap verdi. "Buradan kilometrelerce uzak bir yerde. Montgeron yakınında ıssız bir yerdeki çöplerin üstüne atmışlar onu."

    "Sen atı oradan mı aldın?"

    Yaşlı adam, "Yok, yok," diye sırıttı. "Bizim iş epey yorucudur. Onun için çoğumuz bunu ortaklaşa yapmayı yeğ tutarız. Arkadaşlar arasında birbirimize hisse veririz. Hem sandığın gibi orayı, burayı araştıran, her yeri eşeleyip eski şeyleri toplayan adamlar hiç de cimri değillerdir! Neyse, konudan uzaklaşmayayım. Oğlunun atının kaybolduğunu burada herkes biliyor. Durumu ben de arkadaşlara açmıştım. Montgeron'da çalışan bir arkadaş bu hayvanı görmüş. Onu çöplükten çıkarıp almış. Bana haber saldı. Atı görmemi söyledi. Aranan hayvan olup olmadığını bilmek istiyordu. Ben de gidip baktım. Bu bizim attı tabii. Dün gece onu yanıma alarak getirdim. Bu sabah da onu alıp sana geldim. Bak at eskisi gibi yepyeni ve sapa sağlam. Bu da sana bir kaç kadeh şaraba mal olacak sevgili dostum."

    İki adam atı mutfağa taşıyarak her tarafını incelediler. Mösyö Douin, memnun memnun, "Çalındığı sırada ata bir şey olmadığı anlaşılıyor," diye düşüncesini açıkladı.

    Fernand, atın başını portmantoya asmıştı. Mösyö Douin bunu indirip hayvanın boynunun üstüne yerleştirdi.

    İhtiyar Blache de biraz geriye çekilerek, başı boynunun üstüne oturtulan hayvana baktı. Sonra kaşlarını çatarak mırıldandı. "Biliyor musun o eski haliyle daha iyiydi. Çok daha iyiydi. Yani kafasız halini daha beğendim. Fakat belki de biz atı hep kafasız gördüğümüz için onun bu haline alıştık."

    Mösyö Douin, atı dikkatle süzdü. "Sen haklısın sanırım. Fakat yine de onun kafasını yerine yapıştıracağım. Bakalım çocuklar ne diyecekler? Asıl onların fikri önemli."

    İhtiyar Blache, başını salladı. "Atı görünce sevineceklerdir. İşte buna inanıyorum."

    Mösyö Douin de, "Doğru," diye kabul etti. "Onlar için bu at dünyada herşeyden daha değerliydi."

    Sonra Mösyö Douin, bir şişe şarap çıkardı ve iki ahbap oturup bu olayı konuştular.

***


    Hava güneşli ve ılıktı. Hâlâ kış ortasında olmakla birlikte baharın yaklaşmakta olduğunu müjdeleyen bir gündü bu. Gökyüzü masmavi olduğu için Petits Pauvres sokağındaki en eski, en kirli ev bile daha parlak ve temiz gözüküyordu.

    Saat ikiden itibaren çetenin üyeleri dört bir yandan koşarak geldiler. Hepsi de soluk soluğa kalmışlardı.

    Hepsi de hayretle gözlerini iri iri açarak, "Atın geri geldiği doğru mu?" diye sordu. "Bize şaka yapmıyorsun değilmi? At gerçekten geri geldi mi?"

    Fernand, mutlulukla gülümseyerek konuştu. "Hepinizin içi rahat etsin. At gerçekten geri geldi ve eskisi gibi iyi gözüküyor."

    Çocuklar hep bir ağızdan bağrıştılar. "Nasıl geldi?"

    Fernand, "Buna inanmayacaksınız," diye cevap verdi. "At kendi kendine geldi... Daha doğrusu babam öyle söylüyor. Bu sabah babam kapıyı açmış, ilk gördüğü de bizim at olmuş. At, bahçenin ortasında sanki canlıymış gibi duruyormuş. Babam böyle söyledi, Ben de ona inanıyorum."

    Çocuklar, eski oyunlarını tekrar oynayabilecekleri için mutlu olarak haykırdılar. "Biz de inanıyoruz. At, evin yolunu iyi biliyormuş. Ondan da bu beklenirdi zaten."

    Fernand, kapıyı açarak arkadaşlarına sevgili atı gösterdi.

    Mösyö Douin, atın kafasını yapıştırmakla meşguldü. Başı önce iyice tutkallayıp yerine oturtmuştu.

    Bir kaç dakika sonra da çete evden çıktı. Çocuklar Fernand ve kafası olan atın yanında zaferle yürüyorlardı. Bahçe kapısının önünde bir an durarak ata sırayla kimlerin bineceğini konuştular.

    Fernand, "Ata önce Gaby binsin!" diye önerdi. Bunu çetenin en bencil üyesi bile düşünmeden kabul ederdi tabii.

    Küçük çocuklar bağırdılar. "Evet! Evet! Evet! Ata önce binmeyi hakketti o. Gaby bizim reisimiz. Onun için ata ilk önce Gaby binmeli tabii."

    Gaby, alçak gönüllülükle konuştu. "Tamam. Madem istiyorsunuz bunu yapacağım. Fakat bu yüzden bir kaybınız olmayacak. Kovalarla kan. Öyle hızlı gideceğim ki başımdan kulaklarım uçacak. Sonra güm. Dikenli telin üstünden uçacağım ve Kara İneğin sırtına düşeceğim. Beni bir seyredin. Bakın dediklerimi yapacak mıyım yapamayacak mıyım!"

    Kızlar, tiz sesle haykırdılar. "Haydi Gaby!"

    Erkek çocuklar da yumruklarını sıkarak gürlediler. "Haydi Gaby! Görelim seni!"

    O anda Gaby de köşeyi dönerek ok gibi ileriye fırladı. Gaby, başını iyice eğmişti. Alnı neredeyse gidona yapışacaktı. O çok iyi bir biniciydi doğrusu.

    Fakat o sırada çocuklardan biri dehşetle içini çekti. Diğerleri de başlarını çevirerek baktılar.

    Marion, "Tanrım!" diye inledi. "Şimdi ne yapacağız?"

    İhtiyar Zigon, öbür uçtan görülmüştü. Adamın el arabası şişe doluydu. Zigon, bayır aşağı gidiyordu ve araba fazla ağır olduğu için de bunu zaptedememekteydi. Yani şişe dolu el arabası Zigon'u arkasına takmış sürükler gibiydi.

    İhtiyar Zigon, Ponceau yolundan çıkıyordu. Çocuklar onu çok geç farketmişlerdi.

    Çocuklar bir ağızdan avaz avaz bağırmaya başladılar. "Dur! Dur Zigon. At geliyor!"

    El arabasını sıkıca tutmuş, onun peşinden adeta sürüklenen Zigon soluk soluğa karşılık verdi. "Duramam! Buna olanak yok! Yol düzleşmedikçe duramam."

    Oysa Vache Noir yolu pek dik olarak ana caddeye iniyordu. Yani İhtiyar Zigon'un oraya varana kadar bir şey yapamayacağı açıkça anlaşılıyordu.

    Çocuklar heyecanla seyretmeye başladılar. Coşkuyla karışık bir neşe duyuyor ve bu arada biraz da korkuyorlardı doğrusu.

    Zidore, "Gaby,.. Gaby... ona... ona çarpacak," diye kekeledi. "Başka bir şey olamaz. Gaby, son sürat gelecek ve İhtiyar Zigon'a çarpacak tabii!"

    Berthe Gideon, daha umutluydu. "Yok çarpmaz. Gaby, fren yapacaktır. Bak görürsün. O dönemeçten çıktıktan sonra fren yapmak için bol zamanı olacaktır."

    Fakat Gaby, hızını alamamıştı. Onun atın üstünden havalanıp uçtuğunu gördüler. Çocuk el arabasının üstünden geçti. Dikenli teli aştı ve kırda otların üstüne serilip kaldı.

    Aynı anda el arabası da yan devrildi. İçindeki şişelerin tamamı da yere düşerek kırıldı.

    İhtiyar Zigon, yolun ortasında kalakalmıştı. Araba elinden kurtulup gitmişti. Adam öfkeden köpürüyordu.

    Zigon, ayağını yere vurarak, "Demek bir kez size yetmedi!" diye gürledi. "Şimdl gelip arabama çarpmak için beni köşelerden gözetliyorsunuz ha! Ah Tanrım! Bana bakın, küçük canavarlar! Tam altmış şişem gitti. Altmış tane en iyi tür şişe yere düşerek kırıldı. Buna siz neden oldunuz. Lanet olsun!"

    Fakat yaşlı adamın sözleri çocukları hiç kızdırmadı. Küçükler gözlerinden yaşlar gelene kadar güldüler.

    Marion, hemen ona yaklaştı. "Böyle sinirlenmemelisin, Mösyö Zigon."

    "Nasıl kızmayayım! En iyi şişelerim gitti."

    Marion, "Ama bu kaza sayesinde tam beş yüz şişe kazandın," dedi. "Sana bu şişelerin yerini göstereceğim. Bunlar eski hurdacının orada hendekte duruyor."

    Zigon, ona sert bir karşılık vermeyi istedi. Fakat Marion'un dostlukla gülüşü adamcağıza söyleyeceği şeyi unutturdu.

    Daha aşağıda Leylak Yolunda duran Müfettiş Sinet de olayı seyretmişti. Adam, gözlerinden yaşlar gelene kadar güldü. "Amanın bu çocuklar! Bambaşka yaratıklar doğrusu!"

    Biri alttaki sokaktan, "Hey Gaby!" diye seslendi. "Gaby? Neredesin? Gaby!"

    Gaby, ağır ağır ayağa kalktı. Düşünce epey canı yanmıştı. Dikenli teli tırmanarak öbür tarafa inip setten, aşağıya kaydı. Fakat çocuk gülmüyordu artık. Rengi iyice solmuştu.

    Pırıl pırıl, parlayan güneşli günde arkadaşları onun etrafını aldılar.

    Marion, yumuşak bir sesle, "Canın mı yandı?" diye sordu. "Bir yerin berelendi mi?"

    Gaby, şaşkın şaşkın cevap verdi. "Yok, yok iyiyim." Çocuk, kolunu uzatarak Petits Pauvres sokağını, Vache Noir sokağını, etrafı dikenli tellerle çevrili kırları işaret etti. "Her şey bitti," diye mırıldandı. Sonra ağlamaya başladı.

    Çocuklar ona daha sokuldular. Anlayamadıkları bu hüzün onları telâşlandırmıştı.

    Marion, kolunu arkadaşının omuzuna dolayarak fısıldadı. "Hiçbir şey değişmedi. Evet, çok iyi bir iniş yaptın. Çarpman da eşsizdi! Ama bunun için böyle üzülmeye değmez. Bu hepimizin başına gelebilirdi, istersen Tatave'ye sor."

    Gaby, "Yok, yok," diye hıçkırdı. "Her şey bitti. Artık hiçbir işe yaramam"

    Marion, hayretle ona baktı. "Ne demek istiyorsun."

    Gaby, burnunu çekti. "Üç gün "önce on iki yaşıma girdim. Bunu kimseye söylemedim. Üç günden beri gitgide budalalaşmakta olduğumu hissediyorum. Gördünüz ya? O ata bile artık doğru dürüst binemiyorum. Ben bittim. Kendinize yeni bir çete reisi bulmalısınız!"

    Bütün çocuklar buna itiraz ederek bağırdılar.

    Marion, onun kolunu tutarak, "Saçmalama!" diye çıkıştı. "On iki yaşındasın demek. Ne olacak yani? Hepimiz de er veya geç on ikisine basacağız. Bu üzülmek için bir neden değil ki! On ikisine gelince birbirimizden uzaklaşmamız gerekmez."

    Gaby, "Fakat on ikisinden sonra insan budala olur," diye mırıldandı.

    Marion, dudak büktü. "Aptalca şeyler düşünme. Hepimiz on ikisine geleceğiz. Birlikte büyüyeceğiz. Hepsi o kadar. Bak çetenin bütün üyeleri birbirine bağlı. Başını kaldır ve bizimkilere bir bak. öyle kısa süre içinde değişip birlikte eğlenmekten vazgeçecek değiliz."

    Yanda duran ihtiyar Zlgon da, "Bu küçük kız haklı," diye içini çekti. "Eğer Arkadaşların varsa dünya güzel bir yerdir."

    O zaman Gaby, başını kaldırdı ve göz yaşları arasından kendisine gülümsemekte olan dokuz mutlu yüz gördü. Marion, Berthe, Melie, Zidore, Fernand, Tatave, Juan, Çekirge ve Bonbon sevgiyle onu bakıyorlardı. O zaman Gaby de gülümsedi.

    Zenci çocuk, devrilmiş el arabasının yanından geçerek gitti. Biraz sonra da göğsüne bastırmış olduğu bir şeyle geri döndü.

    Çekirge, "Atın başı yine koptu!" diye haber verdi. Küçük kara elleriyle bunu kaldırmış şaşkın şaşkın arkadaşlarına bakıyordu.

    Çocuklar, kopuk başı görünce yine kahkahalarla gülmeye başladılar. Ondan sonra bu kafayı alarak dikkatle incelediler. Ata pek bir şey olmamıştı ama çarpışma sırasında tahta kafa yapıştırıldığı yerden ayrılıp uçmuştu.

    Gaby, "Atın bu kafayı istemediği belli!" dedi.

    Diğerleri de bağırarak bu sözleri doğruladılar.

    Gaby, "Bunu anlamıştım," diyerek tahta kafaya şiddetli bir tekme attı. Atın kafası dikenli telin üstünden uçarak gerideki küçük alanın otları arasında kayboldu.

    Müfettiş Sinet, biraz da çekinerek Vache Noir Sokağına girdi. Yolun yanından gidiyordu. Çünkü çocukların oynamayı sevdikleri yerde pek dolaşmaya hakkı olmadığını düşünüyordu. Üstelik çocuklar büyük bir zevkle oynarlarken onları rahatsız etmemeliydi.

    Fakat onun ortaya çıkması hiç kimseyi rahatsız etmedi. Tam aksine çocuklar onu gördüklerine sevindiler.

    Zidore, "Merhaba Müfettiş Sinet!" diye seslendi.

    "Merhaba çocuklar."

    Zidore, eliyle kafasız tahta atı işaret ederek nazik bir tavırla, davet etti. "Müfettiş Sinet, zaman zaman içinizden buna binmek gelmiyor mu?"

    Müfettiş Sinet, gözlerini kapatıp gidonu sıkıca tuttu. Yüzü korkudan allak bullak olarak Petits Pauvres sokağından olanca hızıyla aşağıya doğru indi.



S O N